Göz
göze geldiğimizde anlamıştım onun bana vurulacağını. Kör olacağını... Lâl ve
sağır kesileceğini... Aşkın gözü kördür işte ispatı! Etiyle kemiğiyle bu dünyadaki
varlığıyla Ahraz karşımdaydı. Ve benim ona Ahraz dememin sebebi de lâl ve sağır
olmasıydı bana karşı. Bu ilk ne zaman oldu diye sorarsanız birazdan diyeceğim.
Ahraz; lâl ve sağır demektir. Ahraz! Ah'ı kaldı raz'ı
gitti. Zar attı aşka, mat oldu. Dünyaları güzelliğiyle büyüleyen Ahraz! Allah
senden bin defa razı olsun. Setrim oldun
bu aşkta. Sen nasıl bana kör oldunsa ben de senden başkasına kör oldum. Sen
nasıl bana suskun oldunsa ben de senden başkasına suskun oldum. Şayet senin
görmen için benim kör olmam lazım gelirse, duyman içi sağır olmam ve konuşman
için de susmam icap ederse emin ol bende buna razıyım. dedim kendi kendime. Beni
duydu mu bilmiyorum ama sanki içimden geçeni hissetti.Bir yaş döküldü
yanaklarına gözlerinde irice. Dayanamadım buna, ağladım.
Aşkın hallerini yaşıyoruz demadem,
kafalar seyyarelerde, kalp tayyarelerde! Kalbime ağır gelir Ahraz'ın bu hâli
ama olsun aslanlar gibi otursun olanca haşmetiyle yüreğime. Sancı olur, dinmez
bir türlü, olsun ve dinmesin. Razıyım. Ağrı olur, geçmez. Olsun ve geçmesin. Bela
olur, eksik olmaz başımdan. Varsın eksik olmasın. Başa gelen çekilir işte Ahraz
da çektiğimdi bu dünyada. Sevdiğimdi. Olmazsa olmazımdı. Bana lazımdı. Azımdı.
Ah,
razı
olan ne de mutludur şimdi. Zarı aşka denk gelen... Kazanan aşkta ve kaybeden hayatta. Şimdi ne oldu da bu kıza böylesine ölümüne
sustu, duymaz ve görmez oldu? Seni
seviyorum dediğim gündü, evet evet o ilk gün! Bu böyle direkt ve beklenmedik bir anda yüze söylenecek bir söz
mü? Hele karşındaki sana vurgunsa ve
bu vurgunluğunu dile getirecek denli cesur değilse işte aynen de böyle olur. Suçlu bendim. Sebep...Razıydım elbet cezama. İdamsa idam, terkse terk...
Aşkın gül bahçesinde serazat gezen
ve aşktan yana azade olup her güle bülbül olabilen, karanlığın içindeki en kara
lekeyi dahi görebilen, gül bahçesindeki tomurcuğun patlayışını bile duyabilen o haşarı Ahraz, o dakikadan sonra beni duymaz,
görmez ve bana konuşmaz oldu. Onun kalbine inen bir vurgundum Onun diline vurulan
bir kelepçe, kulağına tıkanan bir pamuk, gözlerine çekilen bir mildim artık.
Ona ses de bendim, göz de, kulak da! İşte altını kırmızı kalemle çizdiğim
kelimelerden olan ahraz da o an aklıma geldi. Bundan daha güzel bir isim
olabilir miydi ona? Olamazdı. Ben de tuttum ona Ahraz dedim o gün.
Aşkın fısıltısı onun canına bu
dünyanın en zehirli yılanının zehrini derk etti. Dünyanın en sağır edici
melodisini fısıldadı. En darbeci bakışını armağan etti. İlahi aşk! Sen nelere
kadirsin böyle! Sefan da cefan da baş üstünedir, kalp içinedir. Şikayetimiz
asla yoktur. Sen adamı sağır da edersin,
kör de bırakırsın, dut yemiş bülbüle de dönderirsin. Ahraz'ın kalbine vakitsiz
ve hesapsız inen bu seni seviyorum kelime grubu onun sadece kalbine değil bütün
uzuvlarına bir felç gibi indi. Gözleri kocaman oldu, yüreği göğüs kafesini
kıracak gibi çarptı ve sesi titremekten acayip bir hale geldi. Can çekişen
birisinin hali gibiydi o an şahit olduğum. Nutku nasıl da tutuldu, gözleri
nasıl da doldu, yüzü nasıl da kırmızı oldu. Allah'ım, sen aklıma mukayyet ol! Bir
insana direkt seni seviyorum demekten daha büyük bir ceza olur muydu? Ahraz
onun en net resmiydi bence, evet olurdu. Can çekişen biriydi Ahraz. Aşkın
darbesini yüreğine yiyen...
Götürülmediği doktor kalmadı. Ne o
derdini anlattı, ne de doktorlar ona çare olabildi. "Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabip!" diyordu
içten içe Fuzuli gibi.
Öncesini hatırladım. Nasıl da
güzeldi bana, nasıl da su gibi bakıyordu, berrak ve dupduru... Kendimi onun
bakışlarında arınmış hissediyordum. İçime tatlı bir serinlik yayıyordu onun her
bakışı. Ama yüreğimi bir yakışı vardı ki onu dile getirmekten aciz kalıyorum.
Ya şimdi! Onun acı çektiğini hissediyorum
artık. Canının çokça yandığını... İçten içe ağladığını.. Kahrettiğini...Ağız
dolusu kelimeleri vardı bana söyleyemediği, hani şöyle bir dile gelebilse
eminim yıkacaktı bendeki bentleri bir sel gibi. Hiç durmadan konuşacaktı ve
mütemadiyen ben de seni seviyorum diyecekti.
Gitmediği doktor kalmayınca hocalar
da ziyaret edildi geleneğe bağlı olarak. Nefesi kuvvetli olana da götürüldü,
sesi güzel olana da! Türbeler de son çare olarak akla getirildi ve tek tek
ziyaret edildi. Lakin hiçbiri onu iyileştiremedi. Tam da ümidin kesildiği bir
gündü, vakit akşama evrilmek üzereydi. Güneşin battığı yerden olanca heybetiyle
bir Sufi çıkageldi. Nerden geldi, nasıl geldi kimse bilemedi. O gelince sandım
ki ay doğdu. Yıldızlar saf saf dizildi onun yolunda. Ahraz, dedi olanca
heybetiyle. Direkt yüzüme dedi bunu. Bismillah, dedim kendi kendime. Ahraz'ın
konuşması, duyması ve görmesi için tek bir şart var. Bir fedakârlık, bir özveri
ve bir vazgeçme! dedi. Nedir? dedim hemen. Sen! dedi, Onun bu körlüğünü,
sağırlığını ve sessizliğini üzerine alacaksın. Kabul edersen hemen bunu gerçekleştirebilirim.
Ve vuslatınız da mahşere kalacaktır. Olur, dedim hiç düşünmeden. Sonrasını hatırlamıyorum. Her şey bir hayal
gibiydi. Ahraz başımda bana sesleniyor gibiydi. Bana bakıyor, bana dokunuyordu.
Hissediyordum ama bir tutulmuşluk vardı üzerimde, bir hareketsizlik ve derin
bir sessizlik! Ortada ne Sufi vardı, ne
Ahraz'ın sesinin dışında başka bir ses vardı, ne de Ahraz'ın görüntüsünün
dışında başka bir görüntü...
Anladım ki kader bize bu dünyada hep
kederden bir ağ örüyordu. O olduğunda ben yok oluyordum, ben olduğumda o yok
oluyordu. Galiba gerçek aşk sevip de kavuşamamaktı. Görüp de dokunamamaktı. Sevip
de diyememekti, deyip de duyuramamaktı.
Sizin de hiç sevdiğinize sesinizi duyuramadığınız an
oldu mu?
Onu göremediğiniz...
Ona dokunmadığınız...
Kaptan olmak böyle bir şey işte, Papatya
olmak da!
Varken yok olmakta böyle işte.