Yerinde duramıyordu. Bağırıyor çağırıyordu… “Ne istediysem verdim, malsa mal cansa can… Arkamdan ne işler çevirirmiş meğer. Kimsenin güveni kalmadı bana, işlerim alt üst oldu… Ah… ah… Ben sana ne yapayım bilmiyorum ki?”  

 

Kaç saat böyle kaldı bilinmez… Kıldığı namaz vakitleri geçti. Kaç ezanı duymadı. Aç mıydı düşünemedi. Felek dese, kaderim dese, küfre devam etse eline ne geçecekti ki… Bu kaderi kimse vermedi eline. Kendi yazdı, kendi güvendi, kendi tercihinin sonucuydu bu. Bu kaderden dolayı kimi suçlayabilirdi ki… Güvendiği kişi, onu öylesi zor bir sınavın içine sokmuştu ki… Kime ne anlatsa inanmıyor, “Kocaman adamsın, hadi inandık diyelim sana, neden sen aklını kullanmadın, esir ettin bu cahile kendini?” daha da fazlası ona söyleniyordu. Taze bir nefes alacak, güzel sözler söyleyecek, içini rahatlatacak birini arıyordu her an sağında solunda… Ama nafile!

 

Evine ekmek götürmezse nasıl bakacaktı eşinin çocuklarının yüzüne ki… Bu hatasını eşi bile anlamıyordu, defalarca yüzüne yanlışını haykırıyor, haykırıyor…En sonunda dayanamayıp, eşyalarını toplayıp, çocuklarını yanına katıp, baba evine gitti de. Çocuklar son kez baktılar, ağlamaklı… Ama “Gelin benimle kalın ve sizinle birlikte yaşayalım” da diyemiyordu! Nasıl diyecekti ki, onlara bu haliyle nasıl bakabilecekti ki…

 

Ev hacizciler geldikçe boşalmış, ne yemek yapacak malzeme kalmış, ne uyuyacak yatak ne de izleyecek televizyon… Her akşam eve gelip keyif yaptığı, üstüne uzandığı kanepesini sağa sola çarpa çarpa götürmüşlerdi. Sanki ona vuruyorlar gibi hissetmişti. Soğuktan şikâyet edip yaktığı sobası, giydiği kazak bile yoktu artık. Hasta olurum diye her gün şikâyet ettiğine şimdi nasılda razı olmuştu. Artık kime şikâyet edebilirdi ki… Sadece geçmişten kalan izlerin hatıraları ile zemine uzanıp kalmış ve nihayet yorulup uyuyakalmıştı.

 

Birden duyduğu gürültü ile uyanıvermişti… Sallanıyordu sanki… çocukluğunda, bebekken işittiği ninni sesleri gibi sesler geliyordu duvarlardan. Bina yıkılmış, sanki yaşaması gerekirmiş gibi eğik bir beton yığını altında uzanıp kalmıştı. İteleye iteleye, inatla dışarıya kendini atmıştı, sanki yaşasa ne olacaktı ki…  Belkide bir alışkanlık işte, ne kadar acı da olsa yaşam, ölmek de ondan zor görünüyordu… Dışarısı ölüm çığlıkları ve feryatlara doluydu. Onu gören sarılıyor, yaşıyorsun ya diye teselli buluyorlardı onunla… Ona toz toprak içinde kalan görüntüsünden dolayı ”Toprak Adam!” diyorlardı. “Sen mucize gibi çıktın binadan, keşke başkaları da senin gibi şanslı olsa da çıkabilse… çıkabilse!” diye yakarışlarını işitiyordu

 

Eşini çocuklarını merak etti o an… çok halsizdi… Gidebilecek ve araştıracak halde de hissetmedi kendini. Ortalıkta ana baba günü gibiydi… Gitse ya ama nasıl? Araba mesafesinde bir yerdeydi. Yaşıyorlar mıydı? Onlar da onun yaşayıp yaşamadığını düşünüyorlar mıydı? Acı acı güldü… Bunca yıllık eşiydi, işte kızgınlıkta gitmişti… Hep konuşurlardı birlikte ölelim diye, nasıl bir sevgiydi, herkes nasıl kıskanırdı bu mutluluklarına ama… Bitiyordu bitmez denen, sahiplenilen gidiyordu…

 

Daha dün yaşadıkları, bu felaketin arkasından daha da acımasızlaştırmıştı yaşamı. Artık evim dediği eşyasız evi de elinden gitmişti… Nerede kalacaktı, nasıl yaşayacaktı? Dayanılmaz bir kederle düşünürken, o deprem yerinde “Naylonkent!” kurulmuştu. Ona da bir çadır vermişler, içine yatak yorgan, yemek yapacak eşyalar, hatta televizyon da koymuşlardı. Üç öğün yemek de bedava veriyorlardı. 


Bir kabir ölçüsüne sığan mekanda, olmayan her şeyine kavuşmuştu adeta. yattığı yer toprağa yakındı. Kilimi kaldırıp kokluyordu, otu, çimeni… Allah çektiklerine karşılık bedava rızıklandırıyordu adeta. O zorlukların ardından güneş doğmuştu yeniden kalbine. Bu zor günlerin ardından yine eşi ve çocukları aklına geliyordu. Ne yapmışlardı acaba? 


Aylar geçmiş, depremin acıları sarılır gibi olmuş, toplanan yardım paraları ile, depremzedelere ev yapılmaya başlanmıştı. Bu arada, ailesini her gün aramaya devam ediyordu. Kaldıkları ev yerle bir olmuş, enkaz kaldırılmıştı oraya geldiğinde. Orada yaşayanlara sordu soruşturdu ama bir sonuç elde edemedi. Yoklardı. Yaşayıp yaşamadıklarını bilmiyordu. Kendisini kandırıp, zulmeden kişiden haber almaya karar verdi. Evinde yangın çıkmış, nesi var nesi yoksa yanmış, buna dayanamamış o da intihar ederek ölmüştü. Ona inananların bir çoğu da ölmüştü depremle.  Devletten destek alarak yeniden işine koyulmuş, hayatını kazanmaya başlamıştı. iyi kötü hayat devam ediyordu. Yeni şirketinin adına “Toprak Adam!” ismini koymuştu.


Hiç bir kadınla ilgilenmedi, evlenmedi. Altmış üç yaşına geldiğinde, Peygamber'den fazla yaşamak bu dünyada haran deyip, evinin altında bir dehliz açtı. Kendini ibadete verdi. Var olan ilmini geliştirip, şiirselleştirdi… Onu merak edenler dehlizine geliyor ve onu ziyaret ediyorlardı. Yazdıklarını alıyorlar ve kitaplaştırıyorlardı. Eşi ve çocukları için her vesile de dua ediyordu. Ölmeden önce eğer yaşıyorlarsa görmeyi arzu ediyordu. İçten duaları bulunduğu yeri çınlatıyordu bazen. Kendini ziyaret edenlerden birisi, polisti. onun acılarını biliyor ve Toprak Adam’ın ailesini arıyordu uzun süre. Başkalarıda aradı. Bulamadılar…


Gün geldi “Toprak Adam!” toprak oldu. Belkide ailesinin toprağına karıştı sevgisi ve özlemi gün geldi…


Saffet Kuramaz

( Depremle Doğan Toprak Adam başlıklı yazı safdeha tarafından 5.04.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.