Günlerdir buradaki hayatım tekdüze yani hep aynı biçimde sürüp gidiyor: Sabahleyin erkenden gidip gazeteyi alıp geliyorum, verandadaki masanın üzerine bırakıyorum, karnımı doyurup yatıyorum; ta Kenan Baba'nın uyandığı saate kadar uyuyorum. Bazen birkaç günde bir gelen sütçü tarafından uyandırılıyorum, ben de havlayarak Kenan Baba'yıa haber veriyorum; çünkü demir kapıyı açıp adamı içeri alması gerekir. Haftada bir temizlikçi kadın geliyor, genellikle öğleden sonraları... Temizliğini akşama kadar bitiriyor, ayda bir de sözüm ona bahçe işlerini yapan bir bahçıvan geliyor. Alel acele çimleri biçiyor, birkaç çiçeğin kurumuş taraflarını kesiyor bazen de kırılan ağaç dalları varsa temizliyor.
Kenan Baba, karısı öldüğünde yani üç sene önce buraya gelip yerleşmiş, ama şehirle irtibatını da tamamen kesmemiş; orada da evi var ve dayalı döşeli duruyormuş, karısının hatırasına evi olduğu gibi muhafaza ediyormuş. Öyle ki bir değişiklik olur korkusuyla neredeyse evde hiç temizlik yapmıyormuş. Şehirde yaşadığı süre bir yılda en fazla üç aymış; o da havanın çok soğuk olduğu günlerde...
Kenan Baba, kırevinde adeta inzivaya çekilmiş; bu sığınağında insanlarla ilişkisini tamamen koparmış gibi olmasa da asgariye indirmiş. Gazete, kitap okuyarak, salondaki masaüstü bilgisayarında internete girerek ve yazı yazarak vaktini tüketiyor. Onu bilgisayar başında izlemek çok hoşuma gidiyor. Tuşlara nasıl basıyor, mouse de denilen fareyi avucunun içinde tutarak nasıl ve neden gezdiriyor, bu farenin sağına soluna bazen dokunduğunda ne oluyor; bunların hepsini hepsini öğrenmeye çalışıyorum. Onu en iyi gözleyebildiğim yer ise bilgisayarın sol tarafındaki koltuk; o yüzden hep oraya oturuyorum. Kenan Baba, koltuğa oturduğum için bana kızmıyor, aksine arada sırada bana bakarak hem gülümsüyor hem de onu izleyip izlemediğimi kontrol ediyor.
Geçenlerde bana evi gezdirdi. Bir arkadaşıymışım gibi köşe bucak her yeri gösterdi. Evin biri verandada olmak üzere iki kapısı olmasına rağmen, o hemen hemen hep verandadaki kapıyı kullanıyor. Bu kapıdan girince salon salomanje, burada koltuk takımı, sehpalar, yeni olmasına rağmen çok seyrek kullanılan televizyon, yemek masası ve etrafında altı sandalye, buzdolabı, fırın, ocak, bulaşık makinesi, tabak v.s'nin konduğu dolaplar, sağ tarafta şömine, çıkış kapısının yanında tuvalet ve banyo, pencerelerin hepsinde tül ve perde ile birlikte sineklik var. Merdivenle üst katta çıkıldığında üç yatak odası, hemen merdivenlerin bitiminde sağ tarafta jakuzili banyo, tuvalet. Bu katta verandanın üzerindeki odanın üstü kapalı bir balkonu var; buradan bahçeyi seyretmek çok hoş, ama asıl merdivenleri çıkıp terası gördüğümde oradaki manzaranın harika olduğuna karar verdim. Terasın yarısının üstü örtülü; güneş çok ısıttığında ve yağmur yağdığında buraya sığınılıyor. Büyük bir masa, sekiz adet sandalye ve bir de ızgara var. Verandada barbekü olmasına rağmen çok sık kullanılmıyor, et kızartılacağı zaman terastaki ızgaraya baş vuruluyor.
Terastan, Kenan Baba ile gezdiğim yerlerin neredeyse tamamı görülüyor. Yeşilin hakim olduğu bir manzara var. Ağaçlar, renga renk çiçekler, yemyeşil çimenler, aşağılara doğru adeta süzülerek inen bir tepe, kumsal, deniz, gemiler, kayıklar, sahildeki tektük insanlar.
Kenan Baba, bana ilk yasağını terasta getirdi:
-Badi arkadaşım, gündüzleri genellikle terasın kapısı açık olur; yağmur yağarsa, şiddetli rüzgâr çıkarsa ve tabii geceleri kapatırım. Eğer kapatmayı unutursam, sen beni uyar. İstediğin zaman terasa çıkabilirsin, ama bir şartım var: Terasın duvarına çıkmayacaksın, hatta fazla da yaklaşmayacaksın. Çünkü duvar alçak, bir metreden biraz fazla yüksekliği var. O yüzden düşme tehlikesi bulunuyor, başın döner, fırtına çıkar bir şey olur maazallah aşağıya düşersin. Ben sana buraya duvarın biraz gerisine bir sandalye koyacağım, onun üzerine çıkıp etrafı seyredersin.
Dediğini hemen yaptı, sandalyeyi çekti, hatta üzerine bir de minder koydu.
-Gel çık, bir dene bakalım oldu mu? Dedi. Hemen sandalyeye çıktım, oldu mu da ne demek şahaneydi!
Kenan Baba her gün olmasa bile arada sırada öğlen uykusuna yatar, bir saat kadar. İşte o günlerden birinde bilgisayarını kapatmayı unuttu, yukarı çıktı. O gidince yerine oturdum, farenin üzerine patimi koydum, ben patimi oynattıkça bilgisayarda da küçük bir çizgi hareket ediyordu. Bozarım diye korktuğumdan daha fazla oynamadan bıraktım. En son yazdığını okumaya başladım:
Rainer Maria Rilke: “Eskiden insan, biliyordu (ya da belki de seziyordu) ki, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi, ölümü kendi içinde taşımaktadır. Çocukların içinde küçücük, yetişkinlerin içinde büyük bir ölüm vardı. Kadınlar ölümü kucaklarında, erkeklerse göğüslerinde taşırlardı. O vardı işte ve ölüm, onların her birine garip bir ağırbaşlılık, sakin bir gurur verirdi.”
“Ölüm ne iyidir ne de kötüdür. “
“Kendini sessizliğin, bu engin denizin içine bırak. Korkma, bu ölüm gibi bir şeydir ama aynı zamanda tadına doyulamayacak bir mutluluktur.”
Bu yazıda birkaç yerden alıntı yapmış. Ölümden bahsediyor. Ben ölü gördüm, bir köpek can çekişirken ve sonra da ölürken gördüm, öldürülürken gördüm, hatta öldürdüm. Buna rağmen ölümü gene de anlayabilmiş değilim. Canlılar neden doğuyor? Ölmek için mi? Öldükten sonra ne oluyor?
(Devam edecek...)
( Köpeğin Adı Badi-47 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 31.10.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.