Bir rüyayı sahiplenebilirim… asla
görmeyeceğim bir rüyaya dokunup yokluğumu yok saymak adına.
Yalnızlığımı sahiplendim bile.
Mademki sahip çıkılmayacaktı ufkuma, dostluğuma, mutluluğuma ben sahip çıktım
benden ırak gölgeme.
Aidiyet duygumu yitirdim yitireli
aklımı da yitirdim, inandığım aşk masallarındaki yalancı mutluluğa olan
inancımı dahası kendimi yitirdim; yetindiğime ait olmak dürtüsüyle ait olmayı
beceremediğim bir dünya işte yaşadığıma dair de bir rivayet.
Gömdüklerime bile sahip çıkamadım aslında
onlar tarafından sahip çıkılmadım ve çıka çık göğün tepesine ulaştım hala
aradığıma dokunma arzusuyla.
İnancımı sezdi Tanrı aslında beni
benden iyi tanıdığı için son bir şans verdi.
Tanrı’nın ikamet ettiği katında
huzura iştirak etmek adına son bir beyit sundum sözüm ona veda hutbemdeki
hayattaki varlığıma.
Kanıksadıklarım bile bir rivayetmiş
hatta sakıncalı kâbuslar.
Sevip dirilmeyi dilediğim.
Yabancı insan ırkının ne solunda ne
de sağında muhafaza edilebildiğim. Edindiğim ilk izlenimleri yok sayıp, tarafınca
edinildiğim izlenimler ise hep engel oldu sevilmeme.
Boyutsuzluğum kadar şendim bir
zamanlar.
Zamanları öteledim derken ve yaş
aldıkça küçüldüm aslında yaslandıkça büyüyeceğime dairdi inancım lakin gördüm
ki; acılar insanı men ediyor/muş yetişkinlikten ve seçimimi o küçük kız
çocuğundan yana yaptım.
Ne bir mertebe ne bir sürüm sadece
odaklandığım andı ait olduğumu düşündüğüm. Düşündüğüm kadar mutsuz olduğumu
gördüm ve mutsuz olduğum kadar da düşüncelerimi geri plana ittim.
Mutluluk masalına kanmıştım aslında
her şeye ve herkese kanmıştım ve sandım ki; kendime kanmakla en büyük hayatı
yapıyorum.
İlkokula başladığım ilk gün ve
hayatımda edindiğim ilk arkadaşım. Arkadaşlık mertebesine konan ilk yabancı. Ve
sonradan sınıfa gelen diğer bir yabancı çaldı onu benden.
Sebepsizdim o zamanlar aslında yine
sebepsizim.
Sebepsiz sevmeyi öğrenmiştim aslında
bir öğreti değil bir güdüydü benimki.
Sebepsizliklere sebepler ekleyince
sevgiyi çok üst bir noktaya taşıdım. Taşıdıkça yoruldum ve yoruldukça sevdim ve
gördüm ki; insan severken bir yandan da kendisini tüketiyormuş.
Asılsız ithamlarla insanların
birbirini incittiğine tanık oldukça korkmadım ilk etapta ne de olsa yalan
söylemeyi beceremezdim ama insanlar kendi yalanlarına inanırken ben kendi
doğrularımı yanlış bildim ve bu sefer onların yalanlarının yanında saf
tutanlardan biri haline geldim.
Erişkin kimliklerin eriştiği tek nokta…
hayır, hayır, ne kötülük ne yalan sadece ve sadece acımasızca yok saydıkları ve
bir o kadar yerin dibine soktukları.
Denemedim asla onlardan biri olmayı
sadece kendim gibi olabilmişken bir ömür boyu, kendimden nefret etmeyi
öğrettiler zamanla. Yalanlarına kanmıştım ne de olsa ve kayıp düştüğüm o
zeminde önce ayaklarımı buhar oldu. Yürümeyi unuttum.
Dokunmayı unuttum zamanla.
Görmeyi de beceremiyordum.
Gözlerimdeki ne isi ne nemi yok sayabildim bu yüzden iki boşluk haline dönüştü
göz çukurlarım.
Kulaklarımı yitirdim zamanla ve
burnuma gelen kötü kokuları yok sayabilmek için koklama özelliğimi sona
erdirdim.
Kendi Tanrımdım.
Tavrımdaki lakaytlik aslında Tanrısız
bir dünyanın kanıtlarıydı.
Tövbe ettim yeniden.
Gidip geldim. Gittim ve gelmemeyi
diledim. Geldim ama gitmemiş olmayı diledim.
Yokluğum kimin umurunda olabilirdi
ki?
Benden nefret edenlerin umurunda
olabilirdim oysa. Ne de olsa nefretlerini besliyorlardı varlığımı katık
yaptıkları kadar duygularımı ve düşüncelerimi meze yapmanın şerefine
erişebildikleri kadar.
Dünümde yaşamaktı en zaruri ihtiyacım
aslında dünümdü benim azılı düşmanım aslında bendim bana düşman ve her nasılsa
bendim yine bana dost.
Sevmeyi öğretebilirdim insanlara…
denedim.
Bu kez onlar bana nefret etmeyi
öğretti.
İçimin aksanında sarhoş bir nida
yükseldi göğe ve görebildiğim kadarıyla gerçekleri görmemeyi diledim.
Sahip çıkılası yalnızlığımı sadece
ben sahiplenebilirdim ve yüce Yaradan.
Aşka inancım bir günde yok oldu.
Yok olmayı dilemiştim ama aşk yok
oldu.
Zaruri olan sadece birbirine
gereksinimi olan insanların imza attığı bir sözleşmeydi.
Doğurgan tabiatı reddettim.
Tabiat beni reddetti.
Kursağımdaki meyve ve sebzeleri
lanetledim.
Açlığımı gideren tek şey hüzündü.
Hüznümü yok sayan evreni ben nasıl
yok sayardım?
Yoksulluğun hicvinde insanlar
tanıdım. İnsanlığın dibinde canlılar tanıdım. Kendimi tanıdım gün ve gün.
Kendimi tanıtmalıydım kendimce.
Şiirler aktı damarlarımdan. Şah
damarımdan daha yakın olan Ulvi Gücün gölgesine sığındım. Sığındığım kadar
sevildim. Sevildiğim kadar kendimi ve O’nu sevdim.
Hiçliğime sahip çıkan sadece O’ydu
aslında bana sahip çıkan yine O.
Varlığım ne kutsaldı ne de zaruri bu
yüzden varlığımı yok saymak iyi geldi bir süre.
Süreden ziyade ömrün ritminde belki
de durağanlığında baş başa kaldım insanlarla. İnsanları tanıdığım kadar yükseğe
yerleştirmeyi denedim yeniden. Denedikçe çözdüm. Çözdükçe dolandım.
Mum gibiydim bir ömür. Belki de
evrenin en yalnız ve en silik neferi bu yorgunluğumu boca ettim satırlara.
Kendimce yazdım kendimce okudum kendimce sevdim: madem sevilmeyi talep ettim ve
yazmaktan ulvi ritmine evrenin bir köprü inşa ettim.
Asma köprümde mutluluğu tatmakla
hüznü içmek arasında bir yerdeydim.
Yersiz söylemlerin yanlı ithamlarına
karşı çıktıkça yok sayılmam bedellere denk düştü. Denk düştükçe denklemler
türedi yeniden.
Ne kadar çok bilinmez ve ne kadar çok
denklem yine de ön sözü olmayan romanlara denk düşebilme umuduyla hayatımı
resmettim tek bir şiirde ve tek bir dizede… neye yeterdi ki?
Yetmedi de.
Yetmeyi beceremedim madem yetinmeyi
talep ettim.
Yetim cümlelerimi himaye altına aldı
Yaratan.
Yetilerimi biledim aslında var olup
olmadığından bile haberdar iken neyi kime ispatlayabilirdim ki?
Bir kem gözden nemalandım.
Belki de gözümden sakındım oysaki
içimin duvarlarında ses ve görüntü geçirmeyen bir mekanizma saklıydı.
Pervazındaydım bedenimin.
Bedenimi yok saydıkça yükseldi ruhum.
Arşı alaya çıkan şiirlerle beslendim.
Besledim içimdeki öksüzü.
İçimdeki öksüz ölmüştü hâlbuki.
Ölümle sınandım bu sefer aslında
sevdiklerimin yokluğunu tahayyül etmek bile yetmişti.
Sevmeyi denedim denemesine ve
başardım.
Sevmeyi başaramayan kim ise
törpülendim.
Azığa aldığım gemi’mde ve gem
vurduğum tüm olumsuz duygulardan mademki arınmıştım mutluluğu niye
bahşetmemişti Tanrı?
Çünkü mutlu olmadığım değildi önem
arz eden sadece bana biçilen role riayet etmememdi.
Bir düşten nasiplenmiştim madem ve
bir düşe düşmüştü yolum ansızın…
Sızımdan ölmedim.
Acımdan ölmedim.
Zira sevdiğim gün ölmüştüm ben…
O ilk arkadaşımı yitirdiğim gün
öğrenmiştim hayatın bir düşten hatta bir kâbustan ibaret olduğunu.
Yitirdiklerim sayesinde defalarca
ölmüştüm. Acımdan ölmedim ben.
Sevgime ihanet edenler öldürdü beni
hem de o ilk gün.
Safça sevdiğim insanlar,
arkadaşlarım, dost bildiğim çiçeklerim, çiçek bildiğim dikenler.
Ölmeyi hak etmiştim ya da etmemiş ne
değişirdi ki bundan sonra?
Sevdikçe ölmeyi meşrep edindim ve
öldükçe daha çok sevmeyi.
Mutsuzluğun tanımı zaten bir kez
yapılmıştı:
‘’Mutlu olduklarını bilmedikleri için
mutsuz olduklarını sanmış, sahte bir mutsuzluktan kurtulmaya çalışırken gerçek
bir mutsuzluğa düşmüşlerdir.’’(Dostoyevski)
Belki de Ahmet Altan’ın dediği gibi:
‘’Ümitsizce dururken bulurlar
mutluluğu. Kimse sonsuza dek o mutsuzluk nehrinde sürüklenemez çünkü… Bir gün
herkes kurtulur.’’