Şahinsırtı, Conkbayırı ve Bombatepe’den,
Gidip de dönülmeyen o mahşeri cepheden;
Çanakkale geçilmez’i kanla yazan nesilden,
Tek bir nefer kalmıştı; Hüseyin Çavuş denen,
Zonguldak Ereğlisi, Kestaneci Köyü’nden.
110 yıllık bir çınardı. Balkan, Conkbayırı, Dumlupınar, görgü tanığı olarak, o
değerli neferini bize göndermişti de biz anlayamamıştık. Canlı birer tarih olan
bu kahraman abidelerimizin kıymetini bilmeden, yıldızlar gibi kayıp gitmişlerdi
aramızdan teker teker. Çanakkale ruhunu anlatacak son bir gazi kalmıştı.
Hüseyin Kaçmaz Dede.
Dünyalık işler bizi öyle sarmalamıştı ki, kafamızı gömdüğümüz meşgaleler
arasında mazimizi layıkıyla idrak edebilme şuuruna eremiyorduk. Gerçi mayamız
sağlamdı ama bir zamanlar şu anki rahatımızı sağlayabilmek için, ecdadımızın ne
fedakârlıklar yaptığını an gelip unutuyorduk. Belki bir milli maçtan sonraki
coşkuyla, belki sel ve deprem felaketiyle örselenirken yüreğimiz yahut terörün
namert kurşunuyla dökülürken kanımız; uyanıyorduk. Yekvücut oluyor, bu milletin
ne kadar asil ve civanmert olduğunu tüm dünyaya haykırıyorduk. O ruh bizde
vardı aslında, farkında olmasak da...
Avrupa Birliğine girsek de, girmesek de; Amerika’yla dost olsak da olmasak da,
hiç bir kültür emperyalizmi bizi biz yapan değerlerimizden koparamayacaktır.
Hiçbir güç, hücrelerimizde var olan, Yüce Allah’ımızın bize bahşettiği
Çanakkale Ruhu’nu söküp atamayacaktır. Bizi özümüzden soyutlayarak, bu ruhu
unutturmaya çalışanların rüyaları bölünecektir.
18 Mart 1994, 1.Dünya Savaşı’nın başlamasının üzerinden 80 yıl geçmişti.
Çanakkale’de Haçlı Donanması’na ilk Osmanlı şamarını vurup, ‘Yenilmez Armada’
dedikleri zırhlı donanmalarını boğaza gömdüğümüz günün 79. yılıydı. Zaferin
haklı gururunu öğrencilerimize bir kez daha yaşatma, milli şuur adına manevi
dinamiklerimizi hatırlatma anı gelmişti. Atalarımızın göğüslerini siper ederek
‘Çanakkale geçilmez!’ notunu tarihe kanlarıyla kazıdıkları kahramanlık
destanını, canlı bir tanıktan dinleyerek; yeniden yaşatma fikri hasıl oldu
bende. Diğer öğretmen arkadaşlar da fikrime katılıyordu. Bunun için Çanakkale
Harbi’ne katılan bir gazi aramıştık günlerce.
Çanakkale’den geriye hayatta kalan kimse kalmamıştır derken, burnumuzun
dibinde, Zonguldak Ereğlisi’nin Kestaneci Köyünde, Hüseyin Kaçmaz adında bir
gazinin yaşamakta olduğu haberine çocuk gibi sevinmiştim. Çanakkale’nin son,
dünyanın da en yaşlı gazisi, görev yaptığım Kozlu beldesine komşu ilçedeydi.
Sanki Allah O’nu bir numune olarak aramızda bekletiyor, çoğu insana bahşetmediği
uzun ömürle mükâfatlandırıyordu.
“Otu çek, köküne bak!”
Kestaneci Köyü vefalıydı, gururluydu. 1829 yılında taş kömürünü bulan Uzun
Mehmet de bu köyde doğmuştu. Hüseyin Dede, O’nun torunuydu. ‘Osmanlı çileği’
adı verilen çilek cinsinin ilk yetiştirildiği bu köy, yeşillikler arasına
gömülmüş cennetten bir parçaydı.
Bu köy gibi Anadolu’nun bağrından nice Mehmetler, Hüseyinler, Mustafalar
fışkırmıştı. Kimi şehit olmuştu kimi gazi. Kimi hiç dönmemişti köyüne. Kiminin
bir mezarı bile yoktu. Çanakkale’de yükselen tümseklerden, hangisindeydi naşı
belli değil. “Meçhul Asker” denmişti adına. Hak katında bilinen en ulu
mertebedeydiler kuşkusuz. Kanlı elbiseleri, Firdevs cennetlerinde uçuşan
kuşların kanatlarına, oluk oluk akan kanları, misk kokulu güllerin al rengine
dönüştü.
“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Aksine onlar diridirler ancak
siz fark edemiyorsunuz.” (Bakara, 2/154) Ayetinde olduğu gibi Onlar, bizden
daha diridirler. Belki her gün aramızdalar; fakat biz göremiyoruz. Nitekim
Çanakkale Savaşında öyle olağanüstü hadiseler oluyordu ki; buna kat kat asker
ve cephane sayısı olarak üstün olmalarına rağmen, bir türlü Türklere üstünlük
kuramayan düşman komutanları şaşırıp kalıyordu.
“Biz Çanakkale’de Türk askeri ile değil, Tanrı ile savaştık ve haliyle de
yenildik.” sözünü o yılların İngiliz Deniz Bakanı Çhurcil’e söyleten sırlı
olaylar olmuştu. Nasıl oluyor da et ve kemik, çelik ve ateşe üstün geliyordu?
Düşmanda her imkân vardı; ama güçlü bir iman yoktu. Vatan, millet, namus uğruna
seve seve ölüme koşacak asil ruh yoktu.
Oysa ‘Hasta Adam’ dedikleri ve sadece Anadolu topraklarıyla sınırlı kalmış
Osmanlı’nın en fırtınalı günlerinde bile; şahadet şerbeti içmeye gönüllü
evlatları vardı. Çocuğundan yaşlısına kadar hepsi korkusuz birer askerdi.
Sırası geldiğinde, ister okuyan talebe olsun, ister dağda çoban olsun, gönüllü
olarak cepheye koşuyorlardı. Yemen, Kafkasya, Galiçya… Her cephe birer dramdı.
Uzun savaşlar Osmanlı’yı yıpratmıştı. 1911’de Trablusgarp’ta İtalyanlar ile
savaşılmış, sonrasında 1912’de Balkan Harbi patlak vermişti.
Kestaneci Köyü’ne de askerlik için çağrı pusulası geldi. Yusuf Bey, evin
biricik oğlu olan Hüseyin’in askere gidecek olmasına sevinse mi, üzülse mi
bilemiyordu? Gurur ve üzüntüyle karışık baba yüreğinin bir köşesi sızlamıştı.
Konuyu annesine açtı. Elinde bel, bahçeden gelen Zeynep Hanım’ın gözleri doldu.
Neden sonra gururu üzüntüsüne galip geldi ve göğsünü gererek; “ Vatan için bir
değil, bin oğlum olsa feda ederim. Beni bile çağırsalar, elimdeki şu bel ile
gâvurun kafasını yarmak için koşarım.” dedi.
Hüseyin yaşıtları arasında cıva gibi delikanlıydı. Kömür ocaklarında çalışıyor,
evin geçimine katkıda bulunuyordu. Henüz yeni nişanlanmıştı. Askerden sonra sağ
dönerse düğün yapacaktı. Hayallerini bir başka bahara erteliyordu. Mühim olan
Vatanın selametiydi.
Hüseyin haberi alır almaz hazırlıklara başladı. Nişanlısından vedalaştı.
Sevinçten gözlerine uyku girmiyordu. Ertesi gün erkenden kalkıp çantasını
hazırladı. Anne ve babasının ellerini öperek helalleşti. Annesi hüzün ve sevinç
içinde oğlunu son bir kez kucakladı ve ağzından şu inciler döküldü: “Canımdan
can oğul; ezanlar susacaksa, bu topraklar düşman askerlerinin ayakları altında
çiğnenecekse git! Durma git! Beni ya şehit, ya da gazi anası yap oğul!”
Hüseyin birkaç aylık acemi eğitiminden sonra Balkan Harbine katıldı. Savaş’ta
Sırplara esir düştü. İşkence gördü. Bütün tırnakları söküldü. Yaralı olarak
düştüğü esaretten kurtulmuştu ama içi kan ağlıyordu.
Sonunda Balkan topraklarını da kaybetmiştik. Edirne Bulgarların, İşkodra Karadağlıların,
Yanya Yunanlıların eline geçti. Daha sonra aldıkları yerleri paylaşamayınca,
birbirine üşüştüler. Bu kargaşadan yararlanan Enver Paşa Edirne’ye girerek
şehrimizi geri aldı. Ne yazık ki Balkan faciasından sonra Meriç’in batısındaki
topraklarımız da elimizden kayıp gitti. Dört asırdan bu yana bizim olan
toprakların kaybı, ‘Hasta Adam’ı üzdü. İyice yatağa düşürdü. Bu durum Anadolu
insanımızı derinden yaraladı ve üzüntüye boğdu. Ordumuz dağıtılıyordu.
Kapitülasyon denen ekonomik ve mali boyunduruk altında eziliyorduk.
Hüseyin yüreği buruk, memleketine döndü. İki yıl savaşmıştı. Ancak sonunda
zafer kazanılamamıştı. Annesine müjdeli bir haberle dönememenin ezikliğini
yaşıyordu.
Düğünü yapıldı. Ama ülkenin itibarı ayaklar altındayken O, mutluluğu hayat defterinden
silmişti. Osmanlı; Sarıkamış, Filistin ve Suriye cephelerinde de kan kaybetmeye
başlamıştı. Yaralar yeni yeni sarılmaya başlanmıştı. Yeni bir savaşa hazır
değildik. İşte tam bu sırada 1.Dünya Savaşı patlak verdi. Ülkemiz bir oldu-
bittiye getirilerek, savaşın içine sokuldu. Almanya’nın safında yer almıştık.
Hüseyin için yeniden savaşma ve şahadete ulaşma fırsatı doğuyordu. Seferberlik
ilan edilince, askerlik hazırlıklarını yaptı. Çantasına iç çamaşırı, yedek
kıyafetler, çarık koydu. Duvarda asılı duran el yazması Kuran’ı-Kerim’i
kılıfıyla birlikte indirerek, askılığını boynuna taktı. Ev halkıyla helalleşti.
Askerlik şubesine teslim oldu.
Derme –çatma bir gemiye bindirilen askerler İstanbul’a getirildiler. Yirmi gün
kadar kısa bir talimden sonra alayları, taburları bölükleri belli olmuştu. Boşa
geçirecek vakit yoktu. Askerlerin çoğu tecrübeli gazilerden oluşuyordu. Kimi
Yemen, kimi Kafkas, kimi Balkan savaşlarına katılmıştı.
Galata Rıhtımı’ndan hınca hınç dolu Anadolu Yiğitleri, Gelibolu’ya doğru yola
çıkıyordu. Vatanın yüz otuz iki ayrı yerinden gelen aslan yürekli evlatlarımız,
düğüne gidiyor gibi neşeliydiler. Hep bir ağızdan marşlar söylüyorlardı. Tek
yürek, tek bilek, tek vücut olmuşlardı. Onlar altı yüz yıllık bir
imparatorluğun filizleriydiler. Şanlı sancağımızı, şerefli bayrağımızı yere
düşürmemek, namusumuzu çiğnetmemek için ant içiyorlardı. Gözlerini biran olsun
kırpmadan, ölüme koşan kelebekler gibi kanatlanmışlardı…
1915 Şubat ayının ortalarıydı. Kış iyiden iyiye bastırmış, boğazdan esen rüzgâr
suratları bıçak gibi tırmalamaya başlamıştı. Boğaz Harbi’ne hazırlıksız
yakalanmıştık. Donanmamız demode bir haldeydi. Çanakkale’deki garnizonumuz
perişandı. Silahları eskiydi. Subaylar aylardır maaşını alamıyordu. Ne sığınak
yapacak kadar yeterli kereste, ne de engel yapacak kadar dikenli telimiz vardı.
Askerimize yeteri kadar haki üniforma dikilememişti. Çoğunun kaputu bile yoktu.
Askerde verilir ümidiyle gelmişlerdi. Ancak burada da kendilerine verilmemişti.
Bir kısmı köylerinden getirdiği kıyafetiyle savaşa katılmak zorunda kalacaktı.
Potin yerine çarıkla cephede çarpışacaktı.
İki günlük yolculuktan sonra Şirket-i Hayriye Vapurları teker teker Gelibolu
Yarımadası’nın Akbaş İskelesi’ne yanaştılar. Ellerinde silahları, sırtlarında
çantaları iskele meydanında dizildiler. 5. Ordu, 3. Kolordu’ya bağlanacak
askerler, önce tümenlere, sonra sırasıyla alaylara, taburlara, bölüklere ve
takımlara ayrılıp komutanlarına teslim edildiler.
Hüseyin, 9. Tümen, 27. Alay, 3. Tabur, 2. Bölük askeri olarak Maydos’ta bekletilen
ihtiyat birliğine katılmak üzere, birliği ile yola çıktı. Bu alay ileriki
zamanda 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’e bağlanacaktı. Mustafa Kemal
de Tekirdağ’da bulunan tümenini 25 Şubat 1915’te Çanakkale’de Maydos’a
(Eceabat) nakletmişti.
Düşman çıkarmasına karşı Esat Paşa kumandasındaki 3. Kolordu sahilde gerekli
tertipleri almıştı. Düşman donanması ilk ciddi hücumu 19 Şubat’ta, daha sonra
25 Şubat ve 4 Mart tarihlerinde gerçekleştirdi. Düşmana göre; zaten direnme
gücü zayıf Türk barajının bu saldırılarla sarsıldığı anlaşıldığından, artık
genel bir saldırı yapabilirlerdi. Osmanlı’yı kalbinden hançerlemenin zamanı
gelmişti. Hayal ettikleri İstanbul’u ele geçirmekle, Fatih’in 29 Mayıs 1453
tarihinde Bizans İmparatorluğu’na indirmiş olduğu darbenin öcü alınacaktı.
Hüseyin, takım çavuşu seçilmişti. Takımındaki erlerin çoğu kara savaşı yapmak
için can atıyordu. Dadaş Muzaffer Sarıkamış’ta, Ruslara karşı savaşmıştı.
Donmaktan son anda kurtulmuş, ancak kangren olan sağ ayak parmakları
kesilmişti. Aksayarak yürüyordu. Yarım ayağıyla yarım kalan bir hesabı kapatmak
için buradaydı. Soğuktan titreyen Adanalı Selim’e dönerek, “Bu sefer zafer
bizim olacak Allah’ın izniyle. Omuz omuza çarpışıp topunu denize dökeceğiz.
Ruslara yardım gitmeyince Çar’ın şebeğe dönecek suratını görmek isterim.”
Adanalı Selim, “Ben bu sömürgeci İngilizleri Filistin Cephesinden bilirim.
Savaşta her türlü oyuna başvururlar. Onların zırhlıları, otuz sekiz santimlik
uzun menzilli topları varsa, bizim de imanımız var, Allah’ımız var. Baksanıza
İstanbul’dan gelen mektuplarda; İstiklâl Caddesi’nin hemen bütün vitrinlerinin,
azınlıklar tarafından kiralandığı söyleniyor. Haçlı birliklerinin geçit
törenini rahatça izlemek içinmiş. Evlerde boy boy Yunan ve İngiliz bayrakları
asılıyor, eğlence için içkiler depolanıyormuş…”
İngiltere gazetelerinde yazar ve şairler içlerindeki zehri boşaltıyor, en büyük
ideallerinin; İstanbul’a girerek lokum ve halıları yağmalamak, Ayasofya’nın
çinilerini sökmek, boğazın en güzel lokantalarında balık yemek olduğunu
yazıyorlardı.
İstanbul’da her türlü ihtimal değerlendiriliyor, payitahtın Eskişehir’e
nakledilmesi planlanıyordu. Esir durumundaki padişah 2. Abdülhamit’in de
Bursa’ya nakledilmesi düşünülüyordu. Fakat kendisi buna şiddetle karşı
çıkmıştı. Olayın yankıları cepheye ulaşmış, askerimize moral olmuştu.
Hüseyin Çavuş arkadaşlarına hitap ederek, “ Abdülhamit Han Hazretleri’nin
canından daha mı kıymetlidir canımız. Kendisi, İstanbul’u düşman alsa bile terk
etmeyeceğini söylüyormuş. Bakın kendisine gelen heyete ne demiş; ‘Ben Fatih’in
ahfadı olarak Bizans İmparatoru Konstantin’den daha az haysiyetli değilim! O
küffar olduğu halde kaçmayıp, çarpışarak yıkılan kalelerin altında can verme
celadetini göstermişti. Biz de canımızı kurtarmak için kaçacağız öyle mi? Sanki
bu can bize bir daha gerecekmiş gibi!’ Evet arkadaşlar! Bu soysuzların
heveslerini kursaklarında bırakacağız İnşallah! Ne günlere kaldık. Ordumuzun en
tepesinde bir yabancı var, Alman. Mareşal Liman Von Sanders. Vatanın selameti
için hangimiz kadar kaygılanacak, uykusuz kalacak Allah aşkına.” diyordu.
“Haklısın Çavuş’um. Mısır bölgesinde ve Kanal cephesinde İngilizlerin bize
kazandığı zaferden sonra, Berlin’deki kilise çanları çalıp müjde vermekteymiş.”
diyen Adanalı, bunu bizzat orada bulunun bir yakınının ağzından işittiğini
söylüyordu.
“O gün deniz kırmızı, o gün gökler siyahtı,
O gün ölürken doğdu, Türk milletinin bahtı.
O gün ya var olacak, ya da yok olacaktık,
Ya ebedi yaşayacak, ya da mahvolacaktık.”
18 Mart 1915, büyük gün gelip çatmıştı. Haçlı Donanması 18 savaş gemisiyle saat
10.00’da boğazdan girmeye başladı. Kimse günün sonunda neyle karşılaşacağını
kestiremiyordu. Bir gün evvel keşif uçakları, mayın tarama gemileri, Boğaz’ı
incelemiş, temiz olduğunu bildirmişlerdi. O yüzden rahatça ilerliyorlardı. İlk
ateşi Trıumph zırhlısı, Çanakkale’ye 12 km. mesafedeyken saat 11.15’te açtı.
Ardından amirallik forsunun çekildiği İngilizlerin Queen Elisabeth gemisi; on
dört bin metre menzilli, otuz sekiz santimlik topları ateş püskürtmeye başladı.
Boğazın her iki yakasındaki tabyalarımızı ateşe boğuyorlardı. Yarım saat süren
atışlar esnasında, Türklerin bulunduğu tepeler altüst oluyor, mermilerin
düştüğü çukurlardan taş, toprak ve bedenler havaya uçuyor, etrafı toz duman
kaplıyordu. Her şey düşmanın planlarına uygun olarak yürüyordu.
Tek aksilik; rüzgârdı. İlahi kudret devreye giriyordu. Kıyıya doğru esen
rüzgâr, düşman gemilerinin dumanlarını önlerine getiriyor, kıyıdaki
bataryalarımızı, sağlıklı görmelerini engelliyordu. Savunma planımıza göre
gemiler, topçularımızın ateş menziline girinceye kadar pusuda beklenecek ve
karşılık verilmeyecekti. Çünkü toplarımızın menzili kısaydı. Nitekim böyle
yapıldı. Düşman yaklaştıkça, topçularımız giderek yoğunlaşan isabetli atışlarla
karşılık verdiler. Saat 12.00’ye geldiğinde orta kesimdeki üç tabyamız ağır
hasar almış, ama ayakta kalan diğer topçularımızın hedefini şaşırmayan
mermileri, Agamennon zırhlısının çelik yeleğini parçalamıştı. Inflexıble
zırhlısının da komuta köprüsü uçurulmuştu.
Düşman donanması Çanakkale’ye yedi kilometre kadar sokulmayı başarmıştı.
Savaşın en şiddetli anları yaşanıyordu. Türk topçuları kahramanca karşılık
veriyordu. Boğaz adeta cehenneme dönmüştü. Dev zırhlılar, kıyı şeridindeki
mevzilerimizi hallaç pamuğu gibi atıyordu. Atışların çoğu düşmanı yanıltmak
için döşenen soba borusu ve benzeri şeylerden oluşan şaşırmaca hedeflere
yapılıyordu. Bomba sesleri karşı tepelerde yankılanınca gürültüleri katlanıyor,
insanın kulağını sağırlaştırıyordu. Şimşek çakar gibi yağan demirlerin
etkisiyle sular gökyüzüne fışkırıyor, kıran kırana bir savaş oluyordu.
Bu sırada Fransız Gauloıs zırhlısı aldığı ağır yaralarla saf dışı kaldı. Bouvet
zırhlısında aldığı isabetten dolayı yangın çıkmıştı. Saat 14:00’ e doğru savaş
dışı edilen Suffren büyük bir hızla boğazı terk ediyordu. Bouvet de onu takip
ediyordu. Anadolu Hamidiye Tabyası’nca bombardımana maruz kalan Fransız gemisi
Bouvet, bir gece önce Deniz Yüzbaşı Hakkı’nın Nusret Mayın Gemisi’yle boğaza
döşediği mayınlara çarptı. Üç dakikada, 639 personeli ile birlikte karanlık
limanın sularına gömülerek kayboluyordu. Bouvet’in imdadına koşan Suffren ve
Gauloıs’ı da aynı akıbet bekliyordu. Saat 15.00’te Irresıstıble ve onu takiben
15.30 sularında mayına çarpan Inflexıble’nin durumu kötüleşti. Inflexıble
güçlükle kurtarılarak römorkör yedeğinde Bozcaada’ya yetiştirilebildi. On
dakika sonra Ocean tam ileri atılacakken, Rumeli Mecidiye Tabyası’nda sağ kalan
üç kişiden biri olan Havranlı Koca Seyit, dur diyecekti. 257 okkalık top
mermisini sırtladığı gibi, demir basamakları ağır ağır tırmandı. Vinci bozulan
topun namlusuna sürdü. Mermi gidip Ocean zırhlısının arkasında patladı. Dümeni
bozulan gemi kendi etrafında dönerken, Yzb. Hakkı Bey’in döşediği mayınlardan
birine çarptı. Karanlık limanda gözden kayboldu.
Böylece altı saatte üç büyük zırhlısını kaybeden, bir bu kadarı da ağır hasara
uğrayan gemilerini acıyla seyreden Amiral De Robeck, 17.30’da filoya çekilme
emri verdi. Bir gün önce devraldığı görevinde başarısız olması O’nu kahrediyordu.
İki günde İstanbul’u alacağız derken, çocuk oyuncağı gibi kolay geçeriz
dedikleri boğazda boğuluyorlardı.
18 Mart akşamı, zafer haberi İstanbul’a ulaştı. Zafer özlemiyle tutuşan
İstanbul halkı sokakları bayram yerine çevirdi. Bu sevinç dalga dalga tüm yurda
yayılıyordu.
Cephede moraller hat safhadaydı. Hüseyin Çavuş arkadaşlarıyla kucaklaşıyor ve;
“Şükürler olsun. 200 yıldır yenilmeyen İngiliz donanmasını perişan etmiş
bizimkiler. Şimdi görev sırası bizde. Boğazdan geçemeyince, muhakkak karadan
saldıracaklardır.” diyordu.
“Gelecekleri varsa, görecekleri de var. Mustafa Kemal emir vermiş. 19. Tümen
Bigalı Köyü’ne taşınacakmış. 26. Alay Seddülbahir’in, bizim 27.Alay da Arıburnu
ve Kabatepe’nin güvenliğini sağlayacakmış.” dedi Dadaş Muzaffer.
Adanalı Selim ; “Düşmanın Arıburnu mu, Seddülbahir mi, Saroz Körfezi’nden mi
çıkartma yapacağı komutanlarımız arasında şiddetli tartışmalara yol açmış.
Liman Paşa Saroz Körfezi ya da Anadolu yakasını işaret ederken, sadece Mustafa
Kemal, düşmanın Kabatepe ve Seddülbahir’den saldırabileceğini ileri
sürüyormuş.”
Hüseyin Çavuş söze karışarak; “Mustafa Kemal’in askeri dehasına hayranım.
Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı yaptığı müdafaaları kimse inkâr edemez. Daha
sonra bizzat katıldığım Balkan Harbinde, Dimetoka ve Edirne’yi geri
aldığımızda; Gelibolu ve Bolayır’da ki birliklerin başındaydı. Bu yarımadayı
avucunun içi gibi bildiğine eminim. Yanı başımızda böyle bir komutan olduğu
için çok şanslıyız.” diyordu.
Mustafa Kemal, kırk sekiz günden beri ikamet ettiği 19. Tümen karargâhını
taktik gereği Maydos’tan (Eceabat) Bigalı Köyü’ne nakletti (14 Nisan 1915).
Tümeni ihtiyat birliği olarak geride bekleyecekti. Liman Von Sanders’in emri
böyleydi.
Bigalı Köyü’ndeki ikametgâhı dokuz gün sürmüştü sadece. 25 Nisan 1915 Pazar
sabahı henüz güneş doğmadan, tam 8 ay 16 gün sürecek savaşa bu köyden
katılıyordu. Gelibolu tepelerinden bir güneş gibi doğacak, milletinin makûs
talihini değiştirmede rol alacaktı.
Çanakkale’nin deniz harekâtı ile geçilemeyeceğini anlayan İtilaf kuvvetleri,
kara destekli bir donanma ile boğazı geçme planları yapıyordu. İngilizler bir
ay boyunca boğaz üzerinde uçakla dolaşarak, çıkartma yapacakları koyları tespit
ettiler. Çıkartmayı yapacak komutanlara ezberlettiler. Düşman kuvvetlerinin en
çok güvendiği birlikleri, Avustralya ve Yeni Zelanda civarından getirdikleri
Anzak’lardı. Bunlar, özenle seçilmiş, yapıları arazi şartlarına uygun, iri
yapılı askerlerdi.
General Sır Ian Hamilton’un savaş planında, iki tümenli Anzak Kolordusu’nun
çıkartma sahası Kabatepe ile Küçük Arıburnu arasındaki kumsal bölgeydi. Plana
göre bu çıkartma bölgesindeki kuvvetin taktik hedefi, Conkbayırı-Kocaçimentepe
hattında Maltepe yönünde ilerlemek, Eceabat’da Çanakkale Boğazı’na ulaşmak ve
Seddülbahir Cephesi’ndeki Türk kuvvetlerini arkadan çevirmek ve takviye hattını
kesmekti. Böylece Çanakkale’den düşman gemileri rahatlıkla geçebilecekti.
Ayrıca güneyde Seddülbahir ve civarına beş ayrı noktadan (Zığındere, İkizler,
Tekke, Ertuğrul, Morto Koyları) çıkarma planlanmıştı. Türk Kuvvetlerini
yanıltmak için de Saros Körfezi ve Kumkale’ye gösteriş maksatlı tali çıkarmalar
yapılacaktı.
“Acemi katır, kapı önünde yük indirir.”
24 Nisan gecesinde son hazırlıklarını yapan düşman kuvvetleri, çıkartmaların
yapılacağı yerlere doğru sessizce ilerliyorlardı. Tüm gemilerin ışıkları
söndürülmüştü.
Kabatepe’ye yapılan ilk çıkarma dalgası akıntı nedeniyle hedeften saptı,
planlanan yerin 1.500 m. kuzeyine, yani Arıburnu sahiline (Anzak Koyu) yanaştı.
Hata, sahile yaklaşılırken fark edilmiş, daha kuzeye düşmemek için yapılan
manevra da düzensizliğe yol açmıştı. Bölükler birbirine karışmış olarak sahile
çıkmışlardı.
Kıyıya çıkmış, daha 50 metre ilerlemişlerdi ki, karşılarına duvar gibi bir
engel çıkmıştı. Neye uğradığını şaşırdılar. Bu aşılması zor taş ve toprak
kütlesi de nereden çıkmıştı? Ancak gün ışıdığında anlamışlardı, karşılarına
duran şeyin sivri bir tepe olduğunu. Daha ilk günden, zorlu bir deplâsmana
çıktıklarının farkına vardılar. Belki de ilahi kudret, tabiat kanunlarını daha
ilk anda lehimize döndürüyordu. Bu düzensizliğin üstüne, sahile 50 metre
yaklaştıklarında, Türk gözcü müfrezesinin ateşiyle karşılaşmışlardı.
25 Nisan’da düşmanın ilk çıkarmasına karşı koyan birliklerimiz; Küçük ve Büyük
Arıburnu yarlarını gözetleyen Ağıldere müfrezesinden (27. Alay 2. Tabur 4.
Bölük’ten Asteğmen İbrahim Efendi takımı) sadece iki takım askerdi. 1500
kişilik çıkarma grubunun tam ortasına düşmüş 2. Taburun bu iki takım mangası,
Haintepe’deki mevzilerinde sonuna dek kahramanca savunma görevlerini yaptılar.
Her iki taraftan sarkıp kendilerini kuşatan çok üstün düşman birliklerine
rağmen, yerlerini terk etmediler. Bu kanlı cephenin Haintepe’deki ilk
şehitlerini bu takımlarımız veriyordu. 2. Takımdan sağ kalan, yaralanan takım
komutanı ile birkaç erdi. Balıkçı Damlalarında da durum aynıydı. Anzak Taburu
imha edilmişti, ama Türk askerlerinden o bölgede birkaç asker kalmıştı. Bu
başarılarına rağmen kendilerine destek verecek kuvvetler çok geride kalmış,
henüz yardımlarına koşamamışlardı.
Şefik Bey, alayının Maydos’taki 1. ve 3. Taburu ve makineli tüfek bölüğü ile
24-25 Nisan gecesi Kabatepe’ye giderek bir gece tatbikatı yapmıştı. Gece
yarısından sonra saat 02.00’de çadırla¬ra dönülmüştü. Yorgun argın uykuya
dalmışlardı ki kısa bir zaman sonra top sesleri uykularını sarstı.
Hemen tabur ve makineli bölük komutanlarına; "İçtima yerlerinde askerleri
silah başı yaptırsınlar. Yalnız muharebe ağırlıklarını yükletsinler ve hemen
bir taraftan da askerlere ekmek dağıtsınlar, hayvanlara da yem torbalarını
astırsınlar. Tamam haberini kendileri bana getirsinler!" emrini verdi.
Onlar da yaver ve emir çavuşlarını seferber ettiler.
Hüseyin Çavuş da takımının başına geçti. Yorgun ve uykusuz arkadaşlarına moral
veriyordu. “Yiğitlerim! İşte top seslerini duyuyorsunuz. Beklediğimiz an geldi.
Arıburnu’nda bir avuçtan ibaret olan yardımdan uzak alay arkadaşlarımız, kim
bilir ne kadar fazla düşman karşısında, sıkıntı içinde vazifelerini yapmaya
çalışıyorlar? Bu saatten sonra uyku bize haramdır. Alay komutanımız Tümen
Komutanlığından emir bekliyor. Emir gelir gelmez harekete geçeceğiz.”
Kıyıda örtme görevi yapan 2. Tabur Komutanı Binbaşı İsmet Bey, doğrudan tümen
komutanına bağlı olduğu için, 9. Tümen Komutanı Albay Sami Bey’i 04.20’de
arayarak, çıkarmanın ciddi olduğunu bildirdi.
Ama bu uyarı dikkate alınmamıştı. Sonunda 05.20’de çıkarmanın ciddi ve yardımın
şart olduğunu bildirilince, Tümen Komutanı 05.45’te, 27. Alay Komutanı Şefik
Bey’e hareket emrini verdi.
Nihayet telefonla tümen komutanlığından beklenen hareket emri alınmıştı. Şefik
Bey, taburlara yürüyüş emrini verdi. Emri alan tabur komutanları hemen harekete
geçtiler. Yürüyüş hedefleri, Anburnu sırtlarına ve her yere hâkim olan Topçular
sırtını düşmandan evvel tutmaktı. Güneş doğmuş, yükselmeye başlamıştı. Yürüyüş
durumları tehlike arz ediyordu. Yürüdükleri ovada düşman donanmasının ateşine,
tayyarelerin bomba taarruzlarına maruz kalabilirlerdi. Düşman kuvvetleri,
Kabatepe-Anburnu açıklarındaki zırhlıların birisinden bir de gözcü balonu
havalandırmışlardı. Nerede ise onları göreceklerdi. Çünkü kuvvetli dürbünlerin
objektifleri alanına girmiş bulunuyorlardı.
Sonunda hem donanmanın, hem balonun, hem de tayyarelerin gözleri önünde ovayı
tahminen bir saate yakın bir zaman içinde geçtikleri halde, düşman ateşine
maruz kalmamışlardı. Bir ilahi lütuf olarak, tayyareler onları ovada bir türlü
göremiyordu sanki.
Nihayet bu zorlu yürüyüş hengâmesinden sonra Kavaktepe’ye vardılar. Buradan da
Kemalyeri’ne çıktılar. Şevki Bey, burada askere 15 dakika dinlenme verdi.
Düşmana saldırı emrini verdikten hemen sonra 07.55’de, raporunu yazıp tümene
gönderdi. Bunun üzerine 9. Tümen Komutanı Albay Halil Sami Bey, ordu ihtiyatı
19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal Bey’e telefonla başvurarak, tümenden
bir taburla 27. Alay’a takviye istedi.
Arıburnu’nda çıkartmanın başladığı raporunu ve Albay Halil Sami Bey’in mesajını
alan Yarbay Mustafa Kemal Bey, 5. Ordu Komutanı Mareşal Sanders’le temas
kuramıyordu. Mareşal Sanders, Gelibolu’daki karargâhtan ayrılmış, asıl
çıkartmayı beklediği Saroz Körfezi bölgesine gitmişti. İki tümenlik askerimizi
boş yere orada tutuyordu. Yarbay Mustafa Kemal Bey’e göre asıl tehlike
Kabatepe’de değil, Albay Halil Sami Bey’in sorumluluk alanı dışında kalan
Kocaçimentepe bölgesindeydi. Gelibolu Yarımadası’nın Saroz kıyılarından sonraki
en dar bölümündeki bu en yüksek arazi, Arıburnu’ndaki çıkartma sahasına da
oldukça yakındı. Anzak birlikleri bu tepeyi ele geçirdikleri taktirde,
zorlanmadan Çanakkale Boğazı kıyılarına inebilir; hem kendi tümeninin, hem de
Seddülbahir ve Arıburnu cephelerinde çarpışmakta olan 9. Tümen’in geri
bağlantısını kesebilirlerdi. Bu da cephenin bütünüyle çökmesi anlamına
geliyordu.
Yarbay Mustafa Kemal, Conkbayırı yönünde ilerleyen Anzak birliğine karşı bir
tabur sürerek, 27. Alay’ın sağ kanadını örtmenin yeterli olmayacağını, tehdidin
çok daha ciddi olduğunu görmekteydi. İlerleyen zamana karşın üst komutanıyla
temas kuramayan Mustafa Kemal, tüm sorumluluğu üstlenerek tümenin süvari
bölüğünün Kocaçimen Tepe’ye intikalini emretti. Bu bölük, tümen bölgeye ulaşana
kadar tepeyi korumakla görevli olacaktı. Kendisi de saat 08:00 dolaylarında
tümenine bağlı 57. Alay ve bir topçu bataryası ile birlikte Kocaçimen Tepe’ye
hareket ediyordu.
Alayına Kocaçimen Tepe’de dinlenme molası veren Yarbay, sahili görebilmek için
Conkbayırı yönünde ilerledi. Bu bölgede, Düztepe yönünden çekilmekte olan bir
grup askerle karşılaştı. Gördüğü manzara, aşağıdaki 261 Rakımlı Tepe’deki gözcü
erlerin Conkbayırı’na doğru kaçmakta olduklarıydı. Derhal onları durdurarak;
“Nereye gidiyorsunuz?” Askerler; “ Düşman geldi...” Mustafa Kemal; “Nerede?”
diyince, askerler 261 Rakımlı Tepe’yi gösteriyordu.
Gerçekten de düşman çok yakındaydı ve tepeye doğru yaklaşmaktaydı. Eğer
düşmanın gelişi önlenmezse, kendi kuvvetleri de mahvolabilirdi. “Düşmandan
kaçılmaz!” cevabına askerler: “Cephanemiz yok…” yanıtını verince; Mustafa
Kemal’in mavi gözleri şimşek gibi parladı ve şu cevabı verdi: “Süngünüz var
ya...”
Bu askerler kendi birliklerinden olmadığı halde, kumandayı eline alarak
askerlere süngülerini taktırdı. Etraftan topladığı erleri bu askerlere kattı.
Hepsini yere yatırdı. Bunu gören düşmanlar da yere yatarak mevzi aldılar. 57.
Alay’a derhal Conkbayırı’na gelmeleri emrini gönderdi. Askerin siper alması,
onları Conkbayırı yönünde izlemekte olan Anzak birliklerinin de siper almasına
neden olmuş, bu durum Türk tarafının Conkbayırı’nda mevzi tutması için kritik
zaman kazandırmıştı.
57. Alay arkadan bölgeye yetişti. İngilizler 8 taburdan fazlaydı. Mustafa
Kemal’de ise bu kadar asker yoktu. Fakat buna rağmen derhal süngü taktırdı ve
askerlerine o tarihi emri verdi: “Ben size taarruzu emretmiyorum; ölmeyi
emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde, yerimizi başka kuvvetler
ve başka kumandanlar alabilir…”
57. Alay gelmeden bir saat önce, 27. Alay Kumandanı Yarbay Şefik Bey, tabur
komutanlarına taar¬ruz emrini vermişti. Tabur komutanları da erlere yiğitliği,
vatan sevgisini, din aşkını telkin eden konuşmalar yapıyorlardı. Bu sırada
geride kalan cebel topçu bataryasından bir kafile de geldi. Taburlar muharebe
için açılmaya ve yayılmaya başladılar. Bu meydanda 3. Taburun 4. Bölük Komutanı
Yüzbaşı Gaip Efendi kolundan yaralandı. Tam bu sırada alayın tek topu 1500
metreden ilk mermisini düşmana savurdu. Her iki tarafın makineli tüfekleri
çalışmaya başladı. Kuvvetlerimizin bulunduğu mevkii 265 metre denizden
yüksekti. Mevziimiz müdafaadan ziyade taarruz için elverişliydi.
Hüseyin Çavuş ve arkadaşlarının da yer aldığı 3. Taburun 2. Bölük ile 4.
Bölükleri sabah 08.00 üzeri İncebayır Sırtında Avustralyalılarla savaşa başladı.
Bu birlikler Türk tarafının sağ yan kuvvetlerini teşkil ediyordu. Alay Komutanı
onlara yardım edemeyecekti. Çünkü sol yan çatışmaları çok daha çetin geçiyordu.
Kayıplar gittikçe ağırlaşıyordu. Bunun farkında olan tabur, kendi alayından
ziyade, 57. Alayın gelmesini bekliyordu. Her an yetişir beklentisiyle herkesin
gözü tepelerde ve derelerde idi. Böyle kritik bir anda iken tabur, İncebayır
yanında Edirne Sırtı’ndaki düşman kuvvetlerine de saldırmak mecburiyetinde
kaldı. Saldırarak onları da geri attı. Bu defa Kılıçdere içinde başka bir
düşman grubu ile karşılaştı ve onlarla da çarpışmaya girişti ve haklarından
geldi. O esnada, Tabur Komutanı Binbaşı Halis Bey yaralandı. Hiç aldırmadı,
Sargıyeri’ne gitmeyi reddetti. Kan kaybı fazlalaşmaya başlamıştı. Üniforması
kırmızıya dönmüştü. Alnında ter boncuk boncuk birikmişti.
Hüseyin Çavuş, Adanalı Selim’e; “Ateşinle beni kolla!” deyip sürünerek
komutanına doğru ilerledi. Kurşunlar başının ve gövdesinin üzerinden sinek gibi
vızıldıyor, topraktan seken taş ve topraklar önünü görmesini engelliyordu.
Yaralı komutanına yaklaşarak, “Durumunuz iyi görünmüyor komutanım! Müsaade edin
Sargıyeri’ne götürelim.” dedi. Diğer arkadaşları da ısrar edince, bir şartla
giderim dedi; "57. Alay kahramanları buralara gelinceye kadar, haberci
askerlerden başka hiç kimse geriye bir adım atmayacak ve gerekirse hepsi orada
ölecek. Fakat mevkilerini terk etmeyeceklerdir.” İşte bu vasiyetinden sonra
Sargıyeri’ne götürülebildi.
Saat 09.00’a yaklaştığında Anzaklar 10.000 kişilik bir kuvvetle Kanlısırt’ı
işgal etmişlerdi. Karşılarında ise Alayın 2. Tabur yaralıları ile 1. Tabur
kahramanları vardı. 10.000 kişi ile 1.000 küsur insan dövüşüyordu. Denizden de
280 namlu ağzı, Kanlısırt ve çevresini kana boğuyordu. Alay Komutanı Şefik Bey,
sağ yana yardım edemiyordu. Sırt kan gölü haline gelmişti. Anzaklar 25 Nisan
gününün akşamı; "burası Kanlısırt olsun" diyecekler ve o günden sonra
Kanlısırt olarak anılmaya başlanacaktı. Zira 25 Nisan günü orada 2.000 şehit ve
2.000 ölü ile binlerce litre kan oluk oluk akmıştı.
“Cehennem olsa gelen,
Göğsümüzde söndürürüz.
Bu yol ki Hakk yoludur,
Dönme bilmeyiz, yürürüz!”
Saat 10.00 sularında Düztepe üzerinden 57. Alay kahramanları şimşekten atlara
binmiş, yıldırım gibi geliyorlardı. Tarihin en büyük siper savaşı başlamıştı.
Siperler arası uzaklık sekiz on metre kadardı. Türk siperlerinden hiçbir asker
ayrılmıyordu. Şehit düşenlerin yeri hemen dolduruluyordu. Her adım başına bir
mermi düşüyor; toprak adeta tüterek kaynıyordu. Düşman dalgalar halinde
Conkbayır’a doğru ilerliyordu. Düztepe’nin denize bakan yamaçlarındaki Anzak
birlikleri, bu ilerleyiş karşısında geri çekildi. Kılıçbayır’ı takviye için
ilerleyen bir Anzak taburu da ateş yiyerek dağılmıştı. Sadece bir bölük
Kılıçbayır’a ulaşmıştı. 57. Alay’ın tüm bu taarruzu müttefik donanmasının ateşi
altında gerçekleşiyordu. Yarbay Mustafa Kemal’in bölgeye intikal ettirdiği bir
topçu bataryası, 57. Alay’ın ileri harekâtını ve çıkartma sahilini sürekli
olarak ateş altında tutarak, taarruzu destekliyordu.
Conkbayırı’ndan Düztepe yönünde taarruzlarını sürdüren 57. Alay, Kılıçbayır’ı
tutmayı başarmıştı. Bu sırt, Arıburnu Cephesi savaşları boyunca stratejik
önemini korumayı sürdüren bir nokta olmaya devam edecekti.
3. Kolordu Komutanı Esat Paşa, savaşın ilerleyen saatlerinde Albay Halil Sami
Bey’in 27. Alay’ını da Mustafa Kemal’in komutası altına verdi. Bu tarihten
itibaren 16 Mayıs 1915 tarihine kadar Yarbay Mustafa Kemal Bey, “Arıburnu
Kuvvetleri Komutanı” olarak görev yaptı.
27. Alay’ının Kanlısırt taarruzu, Anzak ilerlemesini durdurmuştu; ama cephenin
en kritik kesimi Conkbayırı idi. Yarbay Mustafa Kemal Bey’in emriyle 57. Türk Alayı’nın
Conkbayırı üzerinden giriştiği taarruz, Arıburnu Cephesi’nin, nihayetinde
Çanakkale Savaşları’nın kaderini belirleyecekti.
Buğulu bir nisan sabahı 57. Alay komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey, araziye
yayılmış beyazlıklar gördü ve takım komutanına bu beyazların ne olduğunu sordu.
Takım komutanı, “Sabahleyin düşmana hücum emrini almış 57. Alay, Rablerinin
huzuruna temiz çıkmak için çamaşırlarını yıkadılar. Bu beyazlıklar, onların ak
niyetleridir.” diyordu. İç çamaşırlarını yıkamanın diğer bir sebebi de, çatışma
anında yaralanırlarsa, yaralarının enfeksiyon riskini aza indirebilmek içindi.
Zira günlerdir yıkanma olanağı olmamıştı.
57. Alay’ın önce Komutan’ı Yarbay Hüseyin Avni Bey şehit oldu. Ardından
Komutayı devralan Kurmay Binbaşı Yusuf Ziya da şehit olunca; Komutayı Alay
müftüsü Hasan Fehmi aldı. Fakat O da şehit oldu... Bu savaştan sonra İngiliz
birlikleri, 57. Alay’ın Sancağını aradılar fakat bulamadılar... Daha sonra
sancak, son erinin de şehit yattığı bir ağacın dalında asılı bulunmuştu.
Savaştan sonra Avustralya Gelibolu müzesinde sergilenecek bu sancağımızın
önünde şu bilgiler yer alacaktır: ’Ey ziyaretçi, önünden geçmekte olduğun
sancak, dünya müzelerinin en nadir eseridir. Gelibolu’dan getirilmiştir. Son
askerin altında cansız yattığı bir ağaç dalında asılı bulunmuştur. Selam
vermeden geçmeyiniz!’
Esasen Albay Sinclair Mac Lagan, çıkartma sahilinin kuzey kesimi (sol) olan bu
bölgeyi güvenli buluyor, asıl tehlikeyi Kanlısırt dolaylarında görüyordu. Ne
var ki saat 10.30 dolaylarında bu bölgedeki birliklerin Türk taarruzlarıyla
geri atıldığı, haberine şaşırmıştı.
19. Tümen’e bağlı dört alayın bölgeye intikali ardından, Türk Arıburnu
Kuvvetleri; Yarbay Mustafa Kemal Bey emriyle saat 15.30 dolaylarında yeniden,
bu kez toplu olarak taarruza geçmişlerdi. 16.00’dan hemen sonra Türklerin
Kılıçbayır’ın her iki yanından giriştikleri taarruz, saatlerdir ateş altındaki
ve subaylarının çoğunu kaybetmiş Anzak birliklerini dağıtıyordu.
Bu taarruzun sonucunda Kılıçbayır’ın iki yanından gelişen Türk taarruzları
karşısında Kılıçbayır ve hemen güneybatısındaki Cesarettepe kesin olarak
Türklerin eline geçti.
Harekâtın ilk gününde karaya çıkartılan asker sayısı 15.000’di. Yaklaşık
2.000’i ölü olmak üzere kayıplar 3.500’dü. Türkler de sayıca hemen hemen aynı
(2.000 dolayında) kayba uğramışlardı. Ancak oransal olarak Türk kayıpları çok
daha ağırdı. Ordu ihtiyatındaki 19. Türk Tümen’in dalga dalga cepheye intikal
eden birlikleri, Anzak birliklerinin sürekli sahile asker çıkarmayı sürdürmekte
olmalarıyla, kuvvet dengesini korumakta yeterli olmamış, gün sonunda güç
dengesi 1/10 oranında Türkler aleyhine gelişmişti.
19. Türk Tümeni’nin 72. ve 77. Alay’ları, Arap kökenli askerlerdi ve ilk günün
sonunda tümüyle dağılmışlardı. Her iki Alay da, Kurmay Yarbay Mustafa Kemal
Bey’in cepheye sürebileceği son ihtiyat birlikleri idi. Bununla birlikte ilk
günün muharebeleri Türkler açısından parlak bir başarı olmuştu. Anzak
Kolordusu’nun cephe hattı, üç ay boyunca yaklaşık olarak aynı konumu korudu.
Türkler, gün boyu giriştikleri taarruzlarla, gün sonunda stratejik tüm hatları
elde tutarak cepheyi kilitlemişlerdi.
Mustafa Kemal’in ertesi sabah için de verdiği emir yine taarruz emriydi.
Müttefik komutanlar, Türklerin bölgede önemli bir kuvveti bulunmadığını, başka
bölgelerden parça parça kıta kaydırabildiklerini gözlemlemişlerdi. Asıl
takviyelerin, izleyen ikinci 24 saatte cepheye akacağını düşünmekteydiler. Oysa
gün boyu çatışmalara katılan Türk kuvvetleri, ordu ihtiyatındaki Kurmay Yarbay
Mustafa Kemal Bey’in 19. Tümen’i idi. Yarbay, izleyen ikinci 24 saatte de
takviye alamıyordu.
Liman Paşa, Saroz Körfezi’nde olduğu gibi, Anadolu yakasındaki Kumkale
çıkarmasında da tuzağa düşmüştü. Fransızların yanıltma amaçlı çıkarmasında,
düşmanın bir alaylık kuvvetine karşı, iki tümenimizi burada tutarak, takviyeye
muhtaç Seddülbahir’e gönderememişti.
29 Nisan’a kadar çarpışmalar devam etti. 30 Nisan’da bir kumandanlar toplantısı
yapıldı. Muharebe başladığından beri düşmanın iki tümeni imha edilmişti.
Mustafa Kemal’in önerisi yine aynıydı. “Ölmek ve öldürmek.” Ancak kumandanların
anlayamadığı bir şey vardı. Bugün burada savaşan erler, subaylar daha iki yıl
önce Balkan Harbi’nde daha silah patlamadan dağılanlardı. Nasıl olur da
Balkanlar’da vilayetleri bırakıp kaçanlar, şimdi düşman karşısında yiğitçe dövüşebiliyorlardı?
Mustafa Kemal’den ölüm emrini alan koca bir alay, aslanlar gibi saldırarak,
tamamen yok olabiliyordu.
Mustafa Kemal, kumandanlara çok net bir cevap veriyordu: “Bire kadar hepimiz
ölerek, düşmanı mutlaka denize dökmek lazımdır. İçimizde ve askerlerimizde,
Balkan Harbi’nin utancını bir daha görmektense ölmeyecek yoktur. Böyleleri
varsa onları kendi ellerimizle kurşuna dizelim...”
Mustafa Kemal’in kumandanlar toplantısındaki bu sözleri herkesi derinden
etkiledi. Toplantının ertesi günü 1 Mayıs 1915’te taarruza geçilecekti. Yarbay
Mustafa Kemal Bey’in komutasında kendi 19. Tümeninden başka Saroz bölgesinden
intikal eden 5. Tümen ile birlikte toplam 18 bin kişilik bir kuvvet oluşmuştu.
Arıburnu Cephesi’nde ilk Türk taarruzu 1 Mayıs 1915 günü sabahı saat 05.15 de
15 dakikalık bir hazırlık ateşi ile başladı. Yoğun makineli tüfek ateşi altında
taarruzun hızı öğleye doğru düştü. Yedekte tutulan kuvvetlerin de savaşa
sürülmesi ile Türk tarafı saat 16.00’da taarruzu yeniledi. Gece yarısından
sonra, Mustafa Kemal, bir hücum emri daha verdi. Artık yalnız süngüler
konuşuyordu. Ortada hat mat kalmamıştı. İki taraf kucak kucağa, boğaz
boğazıydılar. Gerçekten de askerler kahramanca dövüşmekte, ölümüne
savaşıyorlardı. Ertesi sabah 24 saat süren saldırı durdurularak, birliklerimiz
savunmaya geçirildi.
Akşamki taarruz sırasında; Hüseyin Çavuş sırtına aldığı süngü darbesi ile
yaralanmıştı. Çarpışma anında, çizmesine kadar akıp gelen sıvının kan olduğunun
farkına varamamıştı. Sargıyeri’ne gittiğinde yaralılarla karşılaştı. Eli, kolu,
bacağı kopmuş yaralıları görünce; kendi acısını unutuverdi. Doktorlar ümitsiz
olanlarla ilgilenemiyor, ameliyatları yetiştirmekte yetersiz kalıyorlardı.
Açılan yaralar çok çabuk enfeksiyon kaptığından, zorunlu olmadıkça ameliyat yapılmıyordu.
Yaralıların çoğu iç kanama ve şoktan ölüyorlardı.
Hüseyin Çavuş’un yarasına tampon yapılarak, dikiş için sıraya alındı. Çadırın
alaca karanlığında gözü, takım arkadaşlarından Adanalı Selim’e takıldı. Titrek
kandil ışığının vurduğu esmer suratı beyaza kesilmiş, nur gibi parlıyordu.
Gözlerini boşluğa dikmiş, cennetin müjdesini verecek meleği bekliyordu.
Düşmanın sahra topundan çıkan bir mermi sol kolunu alıp götürmüştü. Tedavi
çadırına getirilene kadar çok kan kaybetmişti. O zamanki şartlarda kan verme
henüz yapılamadığından diğer ağır yaralılar gibi vuslat saatini bekliyordu. Kan
kaybından şoka giren yaralılara, damardan tuzlu su veriliyordu. Acılarını
dindirmek için dillerinin altına bir morfin tableti konuyordu. Sıhhiyeler
yeterli morfini temin edemiyorlardı.
Hüseyin Çavuş yaklaştı. Arkadaşının yanına çöktü. Sağlam olan sağ elini tuttu.
Yüreğinde kopan fırtına ve yangının etkisiyle bir sis perdesi gibi buğulanan
gözlerini, arkadaşının ölgün bakışlarına çevirdi. Ağlamamak için kendini zor
tutuyordu. Daha birkaç saat önce birlikte aslanlar gibi düşmana saldırmışlardı.
Ağlayamazdı; çünkü bu can bu bedende emanetti. Zamanı geldiğinde emanet
sahibine teslim edilecekti. Hem de en şerefli vazife olan vatan, namus, din
uğrunda ölerek verilecekti. Onlar ölmezse; geride kalan yetimlerin, gözü yaşlı
anaların, cephelerde yitirilen babaların acılarını kim dindirecekti? “Sizinle
savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın” (Bakara, 2/190) emrine uyup
Hak’ın rızasına kim erecekti?
Hüseyin Çavuş; “Bir isteğin var mı kardeşim?” sorusuna bir müddet sonra, “Su!”
cevabını verdi Selim. Çavuşu, matarasında kalan birkaç damla suyu dudaklarına
damlatmak için, başını hafif kaldırdı. İçirdikten sonra, Adanalı; “Sağ ol
Çavuşum. Hakkını helal et. Ayaklarımdaki çarıkları sen vermiştin. Aç
kaldığımda, çantandaki peksimetini benimle paylaşmıştın. Birazdan öleceğim.
Cebimde akşam birlikte yazdığımız mektup duruyor. Memleketime gönderirsen
sevinirim. Anam beni bu günler için doğurmadı mı? Canım feda olsun vatana…”
Sesi derinden ve titrek gelmeye başladı. Hüseyin Çavuş, Kur’an-ı Kerim’i
çıkardı; okumaya başladı. Kelime-i şahadet getiren arkadaşının başı yana
düşerken, ruhu kutlu diyarlara kanatlanmıştı…
“ Senin yavrun beşik ile belede,
Yadigârın galdı yavrum geride,
Bir gelin eğlenmez ıssız bir evde,
Yoksa yavrum seni vurdular m’ola,
Kefensiz gabire goydular m’ola…”
Mahşeri andıran cepheden bir mektup ulaşıyordu Adana’nın Hacılar Köyü’ne. Bomba
bir kez daha düşüyordu bir ananın yüreğine. Üç aylık bebeğe mi yansın, yoksa
eli böğürende kalan geline mi?...
Fatma Ana, kocasını Yemen’de, Selim’ini Çanakkale’de yitirmişti. Sıra son
yongasına gelmişti. Tıbbiye’de okuyan oğlu Halim’in cepheye gitmesine rıza
gösterecekti. Divit yerine mavzer, süngü; mürekkep yerine barut ve kan… Düşerse
bir can, dirilecekti bin can. Yeter ki ilişmesin Canana(Vatana) bu habis
çıban...
Mustafa Kemal 19 Mayıs 1915’e kadar saldırı ve savunma savaşları ile düşmanın
her gün artan kuvvetlerini yerinde durdurmayı başardı.
Padişaha vekâleten Osmanlı İmparatorluğu Orduları Başkomutanlığı’nı üstlenmiş
olan Enver Paşa, 11 Mayıs 1915 günü Mareşal Liman Von Sanders’i karargâhında
ziyaret etti. Enver Paşa, İstanbul’dan yola çıkmış olan, Kurmay Yarbay Hasan
(Askeri) Bey komutasındaki 2. Tümen’i de Kuzey Grubu Komutanı Esat Paşa’nın
emrine verdi. Arıburnu Cephesi’nde derhal taarruz edilerek, düşmanın denize
dökülmesini emretti.
Birleşik Donanma’nın ateşinden kaçınabilmek için ve daha da önemlisi baskın
tarzı olabilmesi için taarruz, 19 Mayıs 1915 sabahı değil; sabaha karşı 03.30’da
başlatılacaktı. Anzak Kolordusu cephesine, dört koldan saldırı öngörülmüştü.
Kuzeyden itibaren Mustafa Kemal Bey’in 19. Tümeni, Albay Hasan Basri (Somel)
Bey’in 5. Tümeni, Kurmay Yarbay Hasan (Askeri) Bey’in komutasındaki 2. Tümen ve
Albay Rüştü (Sakarya) Bey komutasındaki 16. Tümen taarruza katılacaktı.
Yeni Zelandalı ve Avustralyalı askerler, ilk günkü çıkarmadan sonra,
mevzilerini tahkim etme zamanı bulmuşlardı. Yeterince derin kazılan siperler ve
bağlantı hatları, binlerce kum torbasıyla desteklenmiş, sık aralıklarla
makineli tüfek yuvaları oluşturulmuştu.
“ Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!”
19 Mayıs 1915 Çarşamba sabahı 03.30’da başlayan Türk taarruzu, Anzak makineli
tüfekleri ve sahili projektörlerle aydınlatan Birleşik Donanma’nın topçu
ateşiyle etkisiz oluyordu. Sessiz sedasız ani bir süngü hücumu olarak
tasarlanan harekât, bando eşliğinde yapıldı. Adeta düşmana biz geliyoruz dendi.
İlk kademeler daha ilk adımlarında vuruldular. Taarruz sonunda, kendisinden çok
şey beklenen 2. Tümen, mevcudunun yarıya yakın kısmını kaybetmiş, bulunduğu
mevzileri bile savunmakta zorlanmıştı. Arıburnu cephesindeki taarruz saat
10.00’dan itibaren durdurulduğunda, Türk tarafının zayiatının 10.000’e yaklaştığı
anlaşılmıştı. Avustralya siperlerinin önünde sayılan şehitlerin sayısı 3.000’in
üzerindeydi. Anzak Kolordusu’nun kaybı ise sadece 600 kişiydi. General Birdwood
komutasındaki 17.000 asker, olası bir Türk taarruzundan haberdardı. 18 Mayıs
gece yarısından sonra bütün Anzak Kolordusu silah başı etmiş ve bu saldırıyı
karşılamaya hazırlanmıştı.
Daha birkaç gün önce İstanbul’dan apar topar getirilen, çoğu tahsilli gençler,
tıpkı Sarıkamış’taki gibi zamansız bir taarruz takıntısıyla kırdırılmıştı. Bu
genç ve askeri eğitimi çok az olan insanların hemen ileri hatlara sürülmesi
yersiz bir karardı. Gece savaşlarındaki bunca zayiata rağmen 2. Tümen
birlikleri 19 Mayıs günü gündüz savaşlarına da sokulmuş, kaybın daha da
artmasından öteye gidilememişti. Bölüklerin çoğu subaysız kalmıştı.
Galatasaray(Mekteb-i Sultani), İstanbul ve Vefa Liselerinden yaşları 16-17 yaş
arası gençler, sınıflarını bırakıp, cepheye koşmuşlardı. Hatta Dâr ul
Fünun’dan, Hukuk ve Tıbbiye’den talebeler de vardı.
1915 yılında İstanbul Tıp Fakültesi, bir yıl boyunca kapalı kalacak ve
yılsonunda hiç mezun veremeyecekti. İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinden
yaralanarak İstanbul’a getirilenler, Karaköy’deki okul binasında tedaviye
alınıyordu. Buranın hastane olarak kullanıldığını simgelemek ve savaşta hedef
olmamak için okul binası sarıya boyanmıştı. Savaşın en kanlı günlerinden olan
19 Mayıs 1915 günü İstanbul Erkek Lisesi’nin elliden fazla öğrencisi şehit
olunca, okuldaki arkadaşları okul binasının kapı ve pencerelerini, yası
simgelemek üzere siyaha boyadılar. (Şu anki İstanbul Spor’un sarı-siyah
renkleri bundan doğmuştur.) Diploma yerine şehitlik belgesi almışlardı.
Cephenin dramatik manzarasını gören Mustafa Kemal, “Biz mi bunlardan toprak
istiyoruz, yoksa onlar mı bizden?... Öyleyse neden biz hücum edip de
kırdırıyoruz askeri?... Onlar bize hücum etsinler, biz onları kıralım… Biz
kırılmayalım…” diyordu. Liman Von Sanders, geçte olsa hatasını kabul ediyordu.
İki cephenin arası şehit ve yaralılarla dolmuştu. Türk tarafı şehit ve
yaralılarını toplamak için izin istediyse de karşı taraf bunu kabul etmedi. Ne
zamanki sıcağın etkisiyle etrafı dayanılmaz kokular aldı, gemide kendisine
rapor gönderilen Hamilton, bir günlüğüne ateşkes imzaladı. Çünkü her tarafı
sinek kaplamış, salgın hastalıklar kapıya dayanmıştı. Rüzgâr kokuyu düşmana
taraf götürüyordu. 24 Mayıs’ta buğday başaklarının toprağa düşmesi gibi,
papatya, gelincik açmış yamaçlarda açılan çukurlara gömülüyordu binlerce körpe
beden. Öldükleri halde sımsıkı sarıldıkları silahlarını bırakmamışlardı.
Mayıs ayı sonlarında Anzak mevzileri sağlamlaştırıldı. Türkler de Anzak
çıkartma bölgesini derinlikli olarak siperler ağıyla kuşattı. Bu aşamadan
itibaren cephe kilitleniyordu. Siper savaşlarıyla 4 Haziran’a kadar durgun bir
dönem yaşandı.
Bu tarihten sonra Güney Cephesi’nde daha kanlı mücadeleler oluyordu. Düşmanın
25 Nisan günü Ertuğrul Koyu’na yaptığı çıkarmada, eşine az rastlanır bir
kahramanlık mücadelesi daha verilmişti. 26. Alaydan Ezineli Yahya Çavuş ve
arkadaşları, iki gün boyunca 3 alaylık düşman kuvvetine 68 kişiyle karşı
koymuş, sonunda hepsi şehit olmuştu. Düşmanın güneydeki hedefi Alçıtepe’ydi. 4
Haziran’da üçüncü kez Kirte Köyü’ne saldırdılar. İki gün iki gece süren
çatışmalarda düşmanın 9.000, bizim ise 7.000 askerimiz yitirildi. Bunu 21
Haziran Kerevizdere ve 28 Haziran Zığındere saldırıları izledi. Her iki
saldırıda da düşmana büyük kayıplar verdirildi.
Türkler açısından makineli tüfek yuvaları ve donanmanın örtü ateşi nedeniyle
taarruz etmek neredeyse olanaksızdı. Müttefiklerin bol topçu cephanesine karşın
Türk Ordusu’nun, Çanakkale Savaşları’nın bütününde yeterli topçu cephanesi
olmamıştı. Bu yüzden etkili bir hazırlık topçu ateşi de yapılamıyordu. Anzak
tarafının ise, Türk askerinin hâkim sırtlara yerleşmiş olması sebebiyle
başarılı bir taarruz olanağı yoktu.
Sömürgeci İngilizlerin inanılmaz topları, yüksekten keşif yapan balonları,
bomba atan ve yine keşif yapan yüzlerce tayyarelerine karşılık, elimizde
Almanların verdiği bozuk dört tane tayyare vardı. Bulgar cephanesinden
kaptığımız birkaç top ile Fatih zamanından kalma eski toplarla savaşıyorduk.
İstanbul’da “Yüzbaşı Piepen Topçu Cephanesi Fabrikası” kurulmuştu. Ürettiği
yirmi toptan ancak biri patlıyordu. Yine de komutanlar, boş mermileri manevra
topu gibi atıyor, askerlere psikolojik de olsa destek oluyorlardı. Piyadeler de
topçuların kendilerini desteklediklerini zannediyorlardı.
Şu an Avustralya’da, Gelibolu müzesinde sergilenen bir topumuza ait bilgiler
verilirken şöyle deniliyor: ’Ey ziyaretçi, önünden geçmekte olduğun top,
Türklerin 1. Dünya Savaşı’nda ne kadar zaruret içinde olduğunu gösterir. Çünkü
bu topu Türkler, Kafkasya Cephesi’nden Süveyş’e sürmüş, Süveyş’ten
Çanakkale’ye. Biz de bu topu Çanakkale’den Avustralya’ya getirdik!’...
Her alayımızda sadece bir makineli tüfek takımı vardı ve bu makineli tüfeklerin
geri çevirme mekanizmaları yoktu. İlk günlerde düşman öndeyken işe yararken,
sonraki günlerde bu makineli tüfeklerden de verim alınamadı.
6 Ağustos gecesi yine çıkarma yapmaya başladılar. Tüm yetki ve karar Mustafa
Kemal’deydi artık. 6 Ağustos’tan itibaren Arıburnu ve Anafartalar Cepheleri
ateş içindeydi. Savaş zirve noktasındaydı. Düşman denizden sürekli çıkarma
yapıyordu. 8 Ağustos’ta kumanda karışıklığı son haddine varmıştı. Her şeyden
önce Ordu kumandanı bir Alman’dı: Liman Von Sanders.
Bu durum Mustafa Kemal’i çok rahatsız etmekteydi. Durumun düzeltilmesi için
ordu karargâhına başvurarak, sevk ve idarenin bir elde olması gerektiğini
bildirdi. Bütün sorumluluğu alarak tüm kuvvetlerin emrine verilmesini
istiyordu. Bunun üzerine 8 Ağustos gecesi Anafartalar Grubu Komutanlığı’na
tayin edildi.
Anafartalar Grup Komutanı Kurmay Albay Mustafa Kemal, 9 Ağustos sabahı, 12.
Tümen’le 9. İngiliz Kolordusuna, 7. Tümen’le de Anzak Kolordusu’na karşı,
işbirliği yapmalarına engel olmak amacıyla, Damakçılık Bayırı yönünde saldırıya
geçti. Her iki tümenin saldırıları da başarılı oldu. İngiliz birlikleri, beklemedikleri
bu Türk taarruzu ile şaşkına dönmüş, ağır kayıplar vermişlerdi.
1. Anafartalar Muharebeleri olarak adlandırılan bu harekâttan sonra, 9 Ağustos
gecesi tüm cephelerde taarruza geçildi. Düşman ağır yaralar almış yenik duruma
düşmüştü. Fakat düşman Conkbayırı’nda kaldıkça her şey tehlikede demekti.
Kuzey cephesinde büyük bir taarruza kalkacak kuvvetlerimiz, Güney Cephesi’nden
takviye güç istemişlerdi. Güney Cephesi komutanı Vehip Paşa(Esat Paşa’nın
kardeşi), Güney Cephesi’nin sol yanında ihtiyatta olan 28 ve 41. Alaylardan
ibaret 4.Tümen’i yola çıkardı. 9 Ağustos gecesi saat 23:00’de taarruz
yapacakları alana sadece 28. Alay varabilmişti. 41. Alay henüz ortada yoktu.
Saldırı yapacak üç alay hazırdı.(23, 24, 28. Alaylar)
Hüseyin Çavuş’un şehit arkadaşı, Adanalı Selim’in kardeşi Halim; 28. Alay’la
birlikte savaşmaya gelmişti. Haydarpaşa’ki Darül fünûn-u Osmani Tıp Fakültesi
1. Sınıftaki birkaç arkadaşıyla birlikte gönüllü olarak cepheye koşmuştu.
Abisinden bayrağı devralıyordu. Çavuş rütbesinde, subay adayı olarak askere
alınmıştı. Yol yorgunu olmasına rağmen, abisinin mektuplarını yazan Hüseyin
Çavuş’u arayıp buldu. Zaten cephede birkaç geceden beridir kimse uyumuyordu.
Hüseyin Çavuş, 27. Alay sayıca tükendiğinden 24. Alay’ın emrine
verilmişti.
Karşılaşınca duygulu anlar yaşadılar. Hüseyin Çavuş, Selim’in kendisine uğur
getirir inancıyla verdiği muskayı boynundan çıkararak Halim’e verdi. Birbirine
sarılarak vedalaştılar. Sabahki saldırı için alaylarının bulunduğu mevkilere
gittiler. Taarruz planına göre 23. Alay Conkbayırı’na, Halim’in bulunduğu 28.
Alay ise buranın sol yanındaki Şahinsırt’a karşı cephe almıştı. Hüseyin
Çavuş’un yer aldığı 24. Alay da bu iki alayın önünde Avcı Hattı olarak savaş
düzeni alıyordu. Bu hattın düşman siperlerine uzaklığı 20-30 adım kadardı. Tüm
bu tertibatlar sessiz ve gizlilik içinde yapılıyordu. Kesinlikle düşmana tüfek
ve topla atış yapılmayacak, erler süngü takıp bekleyeceklerdi.
Mustafa Kemal’in taarruz emri bekleniyordu. 10 Ağustos Salı sabahı gecenin
karanlık perdesi tamamen kalkmıştı. Artık hücum anı idi. Saat 04.30’a
geliyordu. Birkaç dakika sonra, ortalık tamamen ağaracak ve düşman,
askerlerimizi görebilecekti. Düşmanın piyade ve mitralyöz ateşi başlarsa kara
ve deniz toplarının mermileri bu sıkı nizamda duran askerlerimiz üzerinde bir
defa patlarsa hücum imkânsız olacaktı.
Mustafa Kemal hücum safının önünde bir yere kadar giderek, oradan kırbacını
havaya kaldırdı. Bu, hücum işareti anlamına geliyordu.
Bütün askerler, subaylar, artık her şeyi unutmuş, nefeslerini tutarak,
verilecek işarete odaklanmışlardı. Süngüleri ve bir ayakları ileri uzatılmış
olan askerlerimiz; onların önünde tabancaları, kılıçları ellerinde
subaylarımız; kırbacın aşağı inmesiyle ok gibi ileri atıldılar. Birkaç saniye
sonra düşman siperleri içinde Allah! Allah! Sesleri, süngü seslerine
karışıyordu.
Bir kırbaç işaretiyle başlayan taarruz müthiş bir gürültü, etrafa dağılan kan
ve barut kokuları, gökten yağan ceset parçaları, İngilizce haykırışlara karışan
naralar, top ve kılıç sesleri, seken şarapnellerin çınlamaları ile tam dört
saat sürdü.
23 ve 24 üncü Alaylar Conkbayırı’nı tamamen düşmandan temizlediler. 28. Alay
Şahinsırt’ın en yüksek tepesini ele geçirdi. Bu da yetmez, Sarıtarla ve
Ağıldere mevkiinde, önüne denk gelen düşman kıtalarını hezimete uğrattı. Ancak,
Şahinsırt tamamen alınamamıştı. Yeni Zelandalıların bu sırtın boyun noktasına
yerleştirdikleri 12 adet makineli tüfeğin etkili atışları, daha ileri gitmemizi
engelliyordu. Bu makinelilerin namluları sapsarı kesilene kadar ateşe devam
edilmişti.
“Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.”
Halim, acemi olduğu halde süngüyle birkaç düşmanı haklayabilmişti. İçindeki
fırtına dinmek bilmiyordu. Hücuma kalkarken makinelilerden yağan birkaç
kurşunla yere devrilmişti. Yüzünde açan tebessüm dalgaları, muradına ermiş bir
insanın memnuniyet ifadesiydi. Sımsıkı sarılıp bırakmadığı Alman mavzeriyle,
henüz ateş bile edememişti. Tahtadan yapılmış tüfeklerle talimini tamamlamıştı.
Topu topu birkaç kere talimlerde kendisine atış yaptırılmıştı. Çoğu el yapımı
mermilerimiz bitmesin diye başka da mermi harcanmamıştı. Süngü hücumu sırasında
mermiler boş yere yakılmasın diye toplatılmıştı.
Halim ve eli kalem tutan arkadaşları, Şahinsırtı’na kanlarıyla var olma
destanını yazarken, “yaşatmak için ölmek” idealinin en mühim dersini
veriyorlardı. İki gün sonraki Ramazan Bayramı’na erişememişlerdi. Onlar,
fedakârlıklarıyla bir milleti yeniden diriltmenin kutlu sancaktarlığını
üstlenmişlerdi. Alemlerin Sultanı’na cennet komşusu olmaları, tüm bayramlara
değerdi.
Conkbayırı ele geçirildikten sonra bile düşman pes etmiyordu. Karadan sahra
topları ve denizden donanma topçularıyla askerimizin üzerine seri atışlar
yapıyorlardı. Gökyüzünden şarapnel ve demir parçaları yağıyordu. Koca gövdeli
donanma toplarının göğü yırtarak gönderdiği mermiler, toprağa hızla saplanıp
metrelerce ilerledikten sonra, müthiş bir gürültüyle patlıyordu. Bulunduğu
yerde kimi ve neyi denk getiriyorsa yukarı fırlatarak parçalıyor ve yeryüzünde
büyük, kanlı delikler bırakıyordu. Her yer şehitler ve yaralılarla doluydu.
Mustafa Kemal, muharebe meydanında cereyan eden durumu seyrederken, bir
şarapnel parçası göğsünün sağ tarafına çarptı. Cebinde bulunan, annesinin
hediye etmiş olduğu saati param parça etti. Vücuduna nüfus edemedi. Yalnız
derince bir kan lekesi bıraktı. Askerlerine hiç belli ettirmedi.
Öğleye kadar aralıksız süren bu kanlı ve çetin hengâme, Gelibolu topraklarına
dost ve düşman bedenlerini istifledi birer ikişer... Kimi tüfeğiyle birlikte
bedeninden ayrılan koluna üzüldü, kimi yarım kalan bacağına... Ama koşabilen ve
ateş edebilenler durmadılar hiç. İçlerinden Kur’an okuyarak, önüne, arkasına,
sağına soluna bakmadan koştular. Vurdular, vuruldular...
Saat 12.45’te Mustafa Kemal, cepheye şu emri veriyordu. “ Taarruzu kesiniz.
Conkbayırı ve Şahinsırt’ın batıya en hâkim noktası daima elde bulundurulacak
surette, kıtalarınızla işgal ettiğiniz hattı tahkim ediniz!”
10 Ağustos akşamı her iki taraf ölülerini gömmek için ateşi kestiler. Son dört
gün içinde İngilizlerin 25.000, Türklerin 17.000 kaybı olmuştu. Çanakkale
insanları bin bin öğütmeye devam ediyor, bir türlü doymak bilmiyordu.
Hüseyin Çavuş yaşıyordu. Eski takım arkadaşlarından sadece Dadaş Muzaffer
ayaktaydı. Hüseyin Çavuş’un vücuduna isabet eden şarapnel parçalarının yol
açtığı ufak tefek yaraları vardı. Daha önce aldığı süngü yarası enfeksiyon
kaptığı için tam iyileşmemişti. Sıtma tutuyordu. Dört günden beri devam eden
çarpışmalar yüzünden herkes gibi O da uyuyamamıştı. Boğazından doğru dürüst
yemek girmemişti. Beti benzi sararmış, o cıva gibi delikanlının gözleri
çukurlaşmıştı. Yine de haline şükrediyor, toplu olarak gömülen mezarların
başında “Yasin-i Şerif’ okuyordu. Halim’in vurulduğunu işitmiş, defnedilen
çukurların hangisinde yattığını bile bilmiyordu.
Cokbayırı Zaferi, dönüm noktası olmuştu. O günden sonra hiçbir düşman askeri,
Conkbayırı, Besimtepe ve Kocaçimen üstünden Çanakkale Boğazı sularını
seyredemedi.
Böylece, diğer bölgelerde olduğu gibi Anafartalar Bölgesi’nde de savaş,
boşaltmaya kadar, siper ve mevzi savaşına dönüşmüş oluyordu. Ağustos ve Eylül
aylarında taraflar lağım savaşına tutuştu. Düşman lağımcıları, yerin altından
otomatik kazıcılarla, motorlarla, bizim mevzilerin gizlice tam altına kadar
gelip dinamitliyorlardı. Mevzilerimiz, birkaç minare yüksekliğinde havaya
uçuyordu. Bizimkiler de cevap verince; Kanlısırt, Kırmızısırt, Şahinsırtı ve
Bombatepe’de lağım savaşları şiddetlendi.
“ Su uyur, düşman uyumaz.”
Savaş, kızıl kıyamet yüzünü yine gösteriyordu. Eylül’ün başlarıydı. Dolunayın
vurduğu tepelere muharebenin yorgunluğu çökmüş, cırcır böceklerinin seslerinden
başka bir şey duyulmuyordu. Bitkin bedenler ellerinde tüfek ve el bombaları
olduğu halde siperlerinde tavşan uykusuna dalmışlardı. Nöbetçilerin
dışındakiler istemeden de olsa kendinden geçiyor, en ufak bir gürültüde
çömeldikleri yerlerden fırlıyorlardı. Siperlerin nem ve küf kokan ağır kokusuna
üşüşen sivrisinekler gece olunca, karasineklerden nöbeti devralıyorlardı.
Bunlarla mücadele eden erat, istese de uyuyamıyordu. Sıtma, tifüs, kolera,
iskorbütten ölenlerin sayısı gittikçe artıyordu. Hüseyin Çavuş, dışarıdaki
harpten daha feci olarak, bedenine hükmeden sıtma illeti ile mücadele ediyordu.
Tüm zorluklara rağmen, dilinden zikri, kalbinden şükrü eksik etmiyordu.
Allah’ın sevdiği kullara hastalık ve musibet vereceğini, kulun elinde sabır ve
duadan başka yapacak bir şey olmadığını biliyordu. Önemli olan kendi değil,
Vatanın selametiydi.
Yunus Peygamber’i balığın ağzından, Eyyüb Peygamber’i kurtların
kemirmelerinden, Hazreti Yusuf’u kör kuyudan, İbrahim Halil’lûllah’ı Nebrut’un
ateşinden, Peygamber Efendimizi bir örümcek ağıyla müşriklerin elinden kurtaran
Râbb, bu aziz milleti, küffarın çizmesi altında ezdirmezdi.
“Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.”
Bu duygularla tefekküre dalan Hüseyin Çavuş, Bombatepe’deki siperde ateşler
içinde kıvrılarak kendinden geçmişti ki, yerden bir zelzele koptu. Toprakla
birlikte 60-70 kadar Türk askeri havalanmış, tekrar oldukları siperlere düşerek
üstleri toprakla örtülmüştü. Adeta diri diri toprağa gömülmüşlerdi. Düşman yine
boş durmamış, bileğini bükemediği rakibini sinsice tuzaklarla haklamaya
çalışıyordu.
Hüseyin Çavuş ve arkadaşları beş dakika toprağın altında kalmışlardı. Beş
dakikadan sonra ikinci bir patlama oldu. Bu seferki infilak, toprak altındaki
60 -70 askerden 30 kadarını tekrar havaya fırlatarak yeryüzüne çıkarttı. Yine
ilahi kudret tecelli etmişti. Vadesi dolmayan bu 30 insanın burunları bile
kanamadan, toprağın yüzüne çıkmışlardı.
Hüseyin Çavuş, yıllar sonra anılarında o anı şöyle anlatıyordu: “Patlamadan
önce ateşler içinde kıvranıyor ve Allah’a dua ediyordum. Bir ara dalmışım. Ne
olduğunu anlamadan rengârenk çiçeklerle bezenmiş, aydınlık bir bahçenin içine
düştüm. Rüya mıydı? Gerçek miydi? Hâlâ anlamış değilim. Şırıl şırıl akan sudan
içmek istedim. Fakat yerimden doğrulamıyordum. Sonra boyu uzun, beyaz tenli,
zayıf, yüzü nurlu, sakalı ak ve seyrek bir ihtiyar avuçlarıyla akan sudan
alarak bana içirdi. Tebessüm ederek; ‘Korkma evlat, burada misafirimsin.
Birazdan ayrılacağız. Adım Tayfur. Beyazid de derler bana. Bistam Köyü’ne yolun
düşerse beklerim.’ dedi. Patlamanın etkisiyle uyandığımda kendimi tozun
toprağın arasında bulmuştum. O yerden hiç çıkmak istememiştim.”
Dolunay olduğu için o gece toprağı kazarak, altında sağ kalan er olur
düşüncesiyle sabaha kadar çalıştılar. Fakat diğer arkadaşları şehit olmuştu.
Yaprak dökümü devam ediyordu. Hüseyin Çavuş’un en vefalı arkadaşlarından Dadaş
Muzaffer de benden buraya kadar deyip, Hakk’a yürümüştü.
Hüseyin Çavuş, düşmanı kendi silahlarıyla vurmak için tünel kazma çalışmalarına
bizzat katıldı. Çünkü O, bir madenciydi. Tünel nasıl kazılır, iyi biliyordu.
O’nun çabasıyla Zonguldak Maden Ocakları’nda çalışan arkadaşları cepheye
getirtildi. Avustralyalıların geliştirdiği lağım makineleri vardı. Yağız
delikanlılarımız ise bilek gücüyle istihkâmlarımıza yardım ederek tünel
kazıyorlardı. Kazmış oldukları birçok lağım patlatılarak, Eylül sonunda düşmana
kendi kayıplarımızdan daha fazla zayiat verdirildi.
Kış yaklaştıkça durum zorlaşıyordu. Kasım ayında başlayan yağmur ve kar
fırtınası, siperlerde birçok askerin boğulmasına sebep oldu. Bu felâkette
düşmanın da kaybı çoktu. Limanda birçok küçük gemi battı. Yeteri battaniyemiz
yoktu. Olanlar da ısıtmıyordu. Ayakkabısı olmayanlar kalın çaput, muşamba ne
buluyorsa ayağına doluyordu. Hedef olmamak için ateş bile yakılamıyordu.
Yemekler soğuk yeniliyordu. Sadece Suvla’da 5.000’den fazla kişi donmuş, 2.000
kadarı da boğulmuştu. Geride kalanların çoğunun el ve ayakları donduğundan
kangren olmuş ve kesilmişti. Bu durum düşmanın geri çekilmelerini
kolaylaştıracaktı.
Çanakkale’nin karadan da geçilmez olduğunu anlayan General Hamilton’un ikinci
planı da başarısız olmuş, hedefine ulaşmamıştı.
Tüm bu çarpışmalar ve karşılıklı saldırılar sırasında, Türkler mertçe, dürüstçe
ve kahramanca çarpıştı. İnsancıl meziyetlerini ve güçlü kişiliklerini
sergilediler. İster Seddülbahir’de, ister Suvla’da ya da, Anafartalar’da olsun
durum aynıydı. Kızılhaç çadırları ve hastane gemileri, yaralı taşıyan botlar,
ya da sedyeleri hedef alan atışlar yapılmadı.
Oysa karşımızdakiler barbarlıklarını sergiliyor, hasta ve yaralılarımızın
yattığı yerleri ve gemileri bombalıyorlardı. Qveen Elisabeth’in 15 inçlik
toplarından atılan mermiler ve yangın bombaları, Zığındere Sargıyeri’ndeki
20.000’e yakın yaralımızı şehit etmişti. Ayrıca 19-20 Mayıs ve 2 Temmuz
saldırılarında İngilizler zehirli gaz kullanmışlardı. Tepeler Türklerin elinde
olmasına, Alman subayların tekliflerine ve olumlu doğa koşullarına karşın;
düşmanın sürekli olarak çekindiği zehirli gaz kullanılmadı. Su kaynakları
zehirlenmedi, bu yöntemler hiçbir zaman mert ve dürüstçe bir tutum sayılmadı.
Savaş alanında ele geçen esirlere ve yaralı düşman askerlerine yapılan insancıl
muameleler, Anzakları ilkin gerçekten şaşırtıyordu. Çünkü daha önce kendilerine
anlatılan, hakkında belirli ön yargılar ve imajlar geliştirdikleri Türk askeri,
Gelibolu Yarımadası’nda çok farklı bir tutum sergilemekteydi. Ne kadar temiz
savaşçı olduklarını gösteriyorlardı.
“ 9 Ocak 1916…
Gelibolu’da ne it kalmıştı, ne de bit.
Tek şey kalmıştı düşmandan;
Kanlı çamurlara gömdükleri sahipsiz ümit…”
Neticede çıkarma sahaları, düşman tarafından boşaltılmaya karar verildi.
Tahliye harekâtı gizlice yapılıyordu. Karar verildiği sırada, Çanakkale’de
134.000 insan, 14.500 hayvan ve 393 top vardı. Bunların cepheden çekilmesi
kolay olmayacaktı. Türkler çekildiklerini anlarlarsa, çok kayıp verebilirlerdi.
Ancak düşündükleri gibi olmadı. Aralık ayının ortalarından itibaren her gece
karanlık bastıktan sonra, ufak tekneler Arıburnu’na ve Suvla’ya yanaşıyordu.
Önce hasta ve yaralılarla savaş esirlerini, sonra da piyade birliklerini
kademeli olarak çekiyorlardı.
Bir akşamüzeri sahilde yüzlerce at ve katırı öldürdüler. 5.000.000 tüfek
mermisi, 20.000 kutu konserve ve içki stoklarını denize döktüler. Yüzlerce ton
un çuvalının üstüne, asit dökerek imha ettiler.
Siperlerinden çıkan düşman askerleri, ayakkabılarına çuval sarıp sahile
iniyorlardı. Kimse sigara içmiyor ve konuşmuyordu. Ayak seslerini boğmak için
iskelelerin üzeri battaniye ile döşeniyordu.
Conkbayırı’ndaki siperlerimizin altına lağım kazarak tonlarca dinamit
yerleştirmişlerdi. Her yere mayın serpiştirilmişti. Kendi birliklerinin
yanlışlıkla mayınlara basmamaları için, siperlerden sahile kadar şeker, un, tuz
gibi gece fark edilen beyaz maddeler döküyorlardı. Hatlarımıza yakın siperlere
kendi kendine ateş eden makineli tüfek düzenekleri kurmuşlardı.
Kuzey cephesi 19-20 Aralık 1915’te boşaltılırken, birliklerimizin dikkatini
güney cephesine çevirmek için, 19 Aralık günü Seddülbahir Bölgesi’ne
saldırdılar. Burada çarpışmalar bir süre devam etti. Bu cephede müttefikler,
iki yanı denize dayalı donanmalarının kuvvetli desteğini aldıklarından, Türk
tarafı önemli bir taarruz hareketi yapamıyordu. Daha fazla tutunamayacağını
anlayan müttefikler, Güney Cephesi’ni de aynı yöntem ve taktiklerle, 8-9 Ocak
gecesi terk ediyordu.
Giderken döşedikleri mayınlardan patlamayanların, günümüzde hâla yeraltında
gömülü olduğu iddia edilmektedir.
“Asımın nesli diyordum, nesilmiş gerçek.
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.”
Diyen Akif ne kadar da haklıydı. Bizi de diğer sömürgeleri gibi kolaylıkla esir
alıp, burnumuza köle halkası takacaklarını sananlar, yedikleri Osmanlı tokadıyla
arkalarına bile bakmadan kaçıyorlardı.
Türk askeri, Çanakkale’yi geçirtmedi. İngilizlerin yanında İskoçyalılar,
İrlandalılar, Avusturyalılar, Yeni Zelandalılar, Gurksalar, Çığlar, Hindular,
Fransızlar, Senegalliler da bizimle savaşmıştı. İngiliz ve Fransızlar
sömürgeleri altındaki Müslüman askerleri kandırarak cepheye getirmişlerdi.
Onlara, Almanlara karşı Osmanlı’nın yanında savaşacaklarını söylemişlerdi.
Savaş başladıktan sonra, duydukları ezan seslerinden, oyuna geldiklerini
anlamışlardı. İsyan ettiklerinde ise, ya kurşuna dizilmişler; ya da İngilizler
tarafından geri hizmete alınmışlardı. Avustralya ve Yeni Zelandalı gençleri
ise; “Avrupa’yı Almanlardan
kurtarmak ve Avrupa’nın özgür kalmasını sağlamak.” propagandasıyla
toplamışlardı. Bu gençlere Mısır’da eğitim verilmiş, sonra da daha önce ismini
bile duymadıkları Gelibolu’ya getirilmişlerdi.
Savaş İngiltere’nin ve müttefiklerinin yenilgisiyle sonuçlandı. Bu itibar kaybı
İngiliz sömürgesi altında bulunan Müslüman ülkelere moral olmuş, baş kaldırmalarına
yol açmıştı.
Batılı müttefiklerini Rusya’ya ulaştıracak yol açılamadı. Dadaş Muzaffer,
çaresiz kalan Rus Çarı’nın pancar suratını görememişti; Fakat Çar’ı ihtilâldan
kurtaracak son ümit de Türklerin şanlı direnişi sayesinde ortadan
kalkmıştı.
Metrekareye 6000 merminin düştüğü savaşta, iki taraf için de büyük kayıplar
olmuştu. İtilâf devletleri, Çanakkale’ye önce 70.000 kişi göndermişlerdi.
Sonradan bu kuvvet 500.000 kişiye çıkarıldı. Bunun 400.000’i İngiliz, 79.000’i
Fransız Ordusu’ndandı. İngilizlerin kaybı, 115. 000’i ölü, yaralı, esir ve
memleketine gönderilen, 90.000’i hasta olmak üzere 205.000 idi. Fransızların
kaybı 47.000’di. Bizde ise şehit, yaralı ve hasta sayısı, 252.300’ü
bulmuştu.
İstanbul’daki Hilâl-i Ahmer Hastaneleri, hasta ve yaralılarla dolmuştu.
Yaralılara ilk müdahale Akbaş İskelesi’ne demirlenen Reşit Paşa Vapuru’nda
yapılıyordu. Sonra yine vapurlarla İstanbul’a getiriliyorlardı. Birçok erkek ve
kadın gönüllü hastabakıcı olmak için hastanelere akın etmekteydi.
Hüseyin Çavuş, tüm vücudu yara- bere, morluk ve çizikler içerisinde hastaneye
yatmıştı. Dışarıda Haliç rıhtımını döven ak köpüklerin sesi, odalarda inleyen
yaralılara hüzzam bir beste sunuyordu. O arslan yüreklere çarpan Çanakkale
ateşini, dindirmeye çalışıyordu. Kimi ateşli hastalar hâlâ cephedeymiş gibi
gece yarısı aniden yatağından doğruluyor, kâbus görüyorlardı. Sekiz ay boyunca
gözlerinin önünde ölen, parçalanan binlerce insanı hayal ettikçe, uykuları
kaçıyordu. Zaferin diyeti çok ağır olmuştu. Memlekette 15-40 yaş arası genç
nesil tükenme noktasına gelmişti. Neredeyse her haneden bir erkek şehit
verilmişti. Savaşın etkisiyle daha da fakirleşen insanımız, yine de basiret ve
inancından bir şey kaybetmiyordu. Sultanahmet, Eminönü, Süleymaniye ve diğer
tüm tepelerden göğe dalga dalga yayılan Ezan-ı Muhammedi, ruhları
okşuyordu.
Yaralıların ailelerine haber gönderildi. Hüseyin Çavuş’un anne ve babası
memleketlerinden kalkıp İstanbul’a geldiler. Çavuş, kendisini ziyaret eden
annesinin yüzüne, “Seni şehit anası yapamadım.’’ diyerek bakamıyordu. Bir ay
tedavi gördükten sonra memleketine döndü. Balkan utancının üzerine parlak bir
zafer yaşattıkları için, yüzü ak bir şekilde dolaşıyordu. Zafer sevinci iki yıl
sürmüştü. 1.Dünya harbi bittiğinde İttifak Devletleri safında yer aldığımızdan,
yenik sayılmıştık. Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra düşman gemileri elini
kolunu sallayarak İstanbul’a girmiş, Dolmabahçe Sarayı’nın önüne
demirlemişlerdi. Bu haber, göğsünü düşmana siper eden gazilerimizi çok
üzüyordu. Uğrunda nice ocakların söndüğü, sağ gidip yarım dönülen yerler,
istilâ edilmişti.
Çok geçmeyecek, Türk Milleti son bir fedakârlık daha yaparak topyekûn düşmanı
yurttan atacak Kurtuluş Savaşı’nı başlatacaktı. Anafartalar Kartalı olarak öne
çıkan Mustafa Kemal, bu sefer başkumandan olarak milletinin başına geçecekti.
Hüseyin Çavuş yine yerinde duramamış, cepheye koşmuştu. O, Dumlupınar’da
çarpışırken yine Mustafa Kemal’in neferiydi. Yunan’ı denize dökerken cephelerin
gülüydü.
1919-1923 yılları arası süren bağımsızlık mücadelesi kazanılmış, cumhuriyet
ilân edilmişti. Hüseyin Çavuş, İstiklâl Madalyası ile köyüne döndüğünde, annesi
Hak’ın rahmetine kavuşmuştu. Kurtuluş destanının son perdesini
görememişti.
Ekonomik, sosyal ve hukuk alanında sürekli kalkınan yeni Türkiye’de günler aylar
ve yıllar birbirini kovalıyordu. Hüseyin Çavuş’un biri kız, üç çocuğu olmuştu.
1950 yılında Hac vazifesini yerine getirmek için otobüsle yola çıktı. Kafile
giderken yol güzergâhındaki ziyaret yerlerine uğruyor, oraların manevi
atmosferini teneffüs ediyorlardı.
Halep’e gitmeden önce Hatay’ın Kırıkhan ilçesinde mola verdiler. Burada da
Allah dostu bir zatın yatıyor olduğu söylendi. Otobüs Alaybeyli Köyü’ne
ulaştıktan sonra, hacı adayları inip türbenin olduğu kaleye yürüme çıktılar.
Yol otobüsün geçmesine elverişli olmayıp dar ve uçurumlu bir yardan geçiyordu.
Ziyaretçiler tepeye ulaştıklarında kavurucu yaz sıcağının etkisiyle, avluda
bulunan şadırvanlı çeşmeye akın ettiler. Kana kana su içtiklerinde, Hüseyin
Çavuş’un aklına Çanakkale’de kendisine su veren zat geldi. Daha önce O’nu
sorgulamış, fakat Tayfur ya da Beyazıt adında birini tanıyan çıkmadığı gibi,
Bistam Köyü’nün İran’da olduğunu söyleyenler olmuştu. Hüseyin Çavuş türbenin
merdivenlerinden çıkıp giriş kapısına yaklaştı. İçeri girmeden kapıda asılı
duran hem Arapça, hem de Türkçe yazılmış kitabeyi okuyunca, kalbi duracak gibi
oldu. Kitabede burada yatan muhterem kişinin Beyazid-i Bistami Hazretleri, asıl
adının Tayfur, doğduğu köyün Bistam olduğu ve Miladi 800-875 yılları arasında
yaşadığı yazıyordu. Heyecanı büsbütün arttı. Türbenin kapısından içeri girdi.
Yerin altı oyularak yapılan doğal mescidin dar holünde ilerledi. Sağdaki
kapıdan içeri girince mescidin arka köşesindeki sandukayı gördü. Manevi
iklimden tüyleri diken diken oldu. Dışarıda kırk dereceyi bulan sıcağa rağmen
içerisi serindi ve misk kokuyordu. Çanakkale’de toprağın altında yaşadığı
ferahlık ve hazzın aynısını duyuyor, burada yatan Allah dostunun, rüyasında
gördüğü kişi olduğunu hissediyordu. Sandukanın başına gelerek Kur’an-ı Kerim okudu.
Daha sonra mescitte iki rekât namaz kılarak Allah’a şükür duası yaptı.
Çanakkale’de ve diğer cephelerde, en zor anlarında kendisi ve arkadaşlarını,
Allah dostlarının yalnız bırakmadığını bir kez daha anlamış oluyordu. Zira
cephede öyle olağan üstü olaylar olmuştu ki, savaştan yıllar sonra Anzaklar
bile gördüklerini itiraf ediyorlardı.
12 Ağustos 1915 Perşembe günü cephedeki eratın toplu olarak kıldığı Ramazan
Bayramı namazı sırasında, bulutlar yere inerek askerlerimizin üstünü kaplamış,
namaz bitene kadar düşmanın onları görmesini engellemişti. Yine 21 Ağustos
1915’te Bombatepe (60.Tepe)’yi eline geçirmek üzere iken, Anzakların 267
kişilik bir birliği, bulut içine girmiş ve yükselip giden bulutla birlikte
ortadan kaybolmuştu.
Hüseyin Çavuş, kafile arkadaşları ziyaret yerinden ayrıldığı halde; Ariflerin
Sultanı diye anılan bu veli insanın, yaydığı manevi atmosferden kopmak
istemiyordu.
Hac farizasını yerine getirdikten sonra, her yıl fırsat buldukça Çanakkale’ye
gider, şehit arkadaşlarına Kur’an-ı Kerim okur ve vefalı bir dost olduğunu
gösterirdi. Yiğit harmanının savrulduğu, dere dere yakut kanın aktığı, çelik
yağmurunun yağdığı yer-gök; şimdi lâl olmuştu. Bir damla yaş gibi Ege’ye
süzülen Gelibolu’ya baktıkça yüreği sızlar, yanaklarından süzülen yaşlar, anılarla
ağlaşırdı.
“ Tarihe girersin de, bilinmez nedir ismin,
Tarihi yaparsın, gene efsanedir ismin.
Yoktur yerin üstünde, omuzlarda cenazen
Yoktur yerin altında bakkıyyen bile bazen.
Kabrin, o da yok; varsa, kırık bir taşı yoktur
Naşın gibidir, gövdesi yoktur, başı yoktur.”
İngilizler 1926 yılında, Fransızlar 1930 yılında atalarına sahip çıkma
sorumluluğunun göstergesi olarak, Gelibolu Yarımadası’nda anıt ve mezarlıklar
yaptırmışlardı. Fakat asıl adına anıt yapılması gereken asil ruhlu
şehitlerimize yaraşır bir şehitliğin olmaması, Hacı Hüseyin’i derinden
yaralıyordu. Daha sonra 1954 yılında yapımına başlanan abide, bir türlü bitmek
bilmiyordu. Bir gazetemizin başlattığı kampanya ile halktan para toplandı.
Alicenap Anadolu halkı gerekli 900 TL yerine, 3.000.000 TL vererek tarihine ve
atasına olan düşkünlüğünü bir kez daha ortaya koyuyordu. Böylece 1960 yılında
39 m, 75 cm uzunluğunda, şehitlerimize yaraşır bir abide yapılmış oldu.
Kaçmaz soyadını alan Hacı Hüseyin, 1991 yılına gelindiğinde 107 yaşına
basmıştı. Başında kalpak, yüzünde nur; sakalı ak, asrın yükü sırtında hafiften
kambur. Mazisi pak mı pak, duyardı gurur. Elinde işlemeli Devrek bastonu,
asırlık çınar gibi ayaktaydı dimdik; yaşını bilmeyen sanırdı yetmişlik…
Hacı Hüseyin, 1991 yılında oğlu Turgut ile birlikte İngiltere’deki bir törene,
davetli olarak katıldı. Bütün Çanakkale gazilerine tekerlekli sandalye
verilmişti. O’na da vermek istediler, fakat O: “Biz galip devletin askeriyiz,
geride yürümeyiz” diyerek kabul etmedi. 107 yaşında iken elindeki bastonu bile
bıraktı. 50 yaş gençleşmiş gibi, 50 metre bastonsuz yürüdü. Geçiş törenini
tamamladı. Herkes O’nu alkışlıyordu. İngiltere’de büyük saygı görmüştü. Ancak o
saygıyı ülkesinde görememenin burukluğunu yaşıyordu.
12 Aralık 1992’de Çanakkale’ye davet edildi. 57. Alay için yapılan şehitliğin
açılışına katılmak için oğlu Turgut ve torunu Eylül ile birlikte törenin
yapılacağı alana gitti. Hayattaki en yaşlı Çanakkale Gazisi ile torununu el ele
görenler, duygulandılar. Çanakkale’de savaşan fedakâr bir nesil ile günümüz
neslini bir arada gösteren bu manzara, çok anlamlı bulunmuştu. Bu yüzden ertesi
yıl şehitliğe ‘En Yaşlı Gazi Anıtı’ dikildi. 57. Alay Şehitliğine girildiğinde,
kapının hemen sağ iç kısmında; Hüseyin Kaçmaz Dede’nin kız torununun elinden
tutmuş vaziyetteki heykeli, ziyaretçilere çok şey anlatmaktadır.
18 Mart 1994 günü bizim de davetimizi kırmayarak okulumuzdaki Çanakkale Zaferi
ve Şehitleri Anma Programı’na katıldı. Oturmadan, ayakta yarım saat öğrencilere
hitap etti. Ara sıra kesikleşen sesinden, bedeni burada olsa da içinde taşıdığı
ruhun hâlâ cephelerde dolaştığını hissedebiliyorduk. Ömrünün on bir yılını
çalan kan ve barut kokan cepheler…
Çanakkale’nin en yaşlı tanığı, yeni nesle masal gibi gelen birikimlerini
aktarırken, zihinlerimize takılıp kalan şu sözleri vasiyet niteliği taşıyordu:
“ Biz Çanakkale’de, Dumlupınar’da bayrağı nasıl düşürmediysek, siz de okuyup
çok çalışarak bilim ve teknolojide en yükseğe dikeceksiniz. Zayıf düştüğünüz
an, şu an dost gibi görünen sözde medeniler, dişlerini bileyip husumetle
saldırırlar. Geçmişinize ve kültürünüze sahip çıkın. Dıştan yıkamayınca sizi
içten birbirinize düşürerek zayıflatmaya çalışacaklardır. Bunu yapamazlarsa,
kültürünüzü yozlaştırarak sizi özünüzden koparacaklar ve kendilerine benzetmek
için boş durmayacaklardır. Osmanlı böyle yıkıldı. Uyanık olun yavrularım!...” O
seçkin insanı ilk ve son görüşümüz olacaktı. Altı aylık bir ömrü kaldığını
nereden bilecektik?
Şu an ne kadar haklı olduğunu görüyor ve yaşıyoruz Hüseyin Dede. O zamanlar
omuz omuza verip savaşan insanlarımızın torunları, etnik ve mezhep ayrımcılığı
ile kutuplaştırılıyor, araya nifak tohumları sokularak birbirine kırdırılmaya
çalışılmıyor mu?
Son Gazi’miz, Çanakkale’de 1994 yılında çıkan orman yangınlarına çok üzülmüştü.
“Arkadaşlarımın yorganı yanıyor! ” diyerek kahroluyordu. Maaşının yarısını
buranın tekrar ağaçlandırılması için bağışladı. Bir süre sonra da fenalaştı.
Yorgun kalbi daha fazla dayanamadı. Tedavi gördüğü Gülhane Askeri Hastanesi’nde
10 Eylül 1994 günü aramızdan göçüp gitti. Bir gün sonra kendi köyü olan
Ereğli’nin Kestaneciler Köyü’ne devlet töreniyle defnedildi. O’nu ve tüm
şehitleri rahmetle anıyor, Rabbimizden geçmişte kalan acılara benzer acılarla
sabrımızı imtihan etmemesini diliyoruz.
Zonguldak Taşkömürü Maden Ocakları’ndan emekli oğlu Turgut Kaçmaz, il il
dolaşarak Çanakkale ile ilgili eline geçen fotoğraf ve eşyalarla sergi açmakta,
gençlere Çanakkale ruhunu ve babasının hatıralarını nakletmektedir.
Muhittin Alaca
18 Mart 2009