- Sendeki de özlem mi?
diye sordum ben o yâre bir gün. Beni anlamazlıktan geldi ama o da soruma
soruyla cevap verdi: 'Bendekini ne
sandın ya! Asıl benimkisi özlem! İnsan değer verdiği insanları özler. Onları
her an için yanı başında ister.' diye.
-Yok
canım daha neler? diye yanıtladım ve devam ettim: 'Göğün sancısını hissediyorum içimde ve yerin? Hem herkesi, seni
özlediğim gibi özlemiyorum ki! Enerjimi ve yoğunluğumu bir tek sana ayırıyorum.
Bütün özlemlerim sana anlayacağın.'
Beni ciddiye almaya başladı birden
ve bunun açıklamasını ister gibi gözlerimin en derinine bakarak: 'Nasıl oluyor peki?' diye sordu.
-
Yağmur öncesi dolar ya bulutlar; simsiyah olur, kabarır da kabarır ve birden
döker ya gözyaşlarını, sırılsıklam eder her yeri. Ben de sana öylesine
doluyorum. Hani bulutları şöyle alsan eline ve ıslak bir bezi sıkar gibi sıksan
var ya bir damla dahi yağmur kalmayacasına... İşte özlemlerim de aynen öyle damla damla dökülür yüreğimden. Ya da yerin
altında kaynayan bir mağma gibi kaynar da kaynar yüreğim ve ansızın fırsatını
ve yolunu buldu mu taşları, kayaları delip geçerek yeryüzüne fışkırır. İşte
sana dolunca içten içe büyüyen bir mağma gibi oluyorum.
Kara mı kara gözlerini açtı iri iri.
Şaşkındı sanki, uzun uzun baktı bana. Konuşmadı. Ellerini bir o yana bir bu yana
koydu. Tedirgindi. Belki de huzursuzdu. Ya da benim onunla ilgili
hissettiklerimin derinliğinin bu kadar olduğunu hissetmemişti. Ve kendisinin bu
denli özleneceğini anlayamıyordu. Hiç özlenmemiş ve sevilmemiş gibi baktı bir
an.
-
Şey! dedi. Getiremedi gerisini. Sesi zor çıkıyordu. 'Şey, ben özlemek ve özlenmek nedir tatmadım hiç bu yaşa kadar. Bu
yüzden anlamakta zorlanıyorum söylediklerini ve hissettiklerini.'
-
Sus! dedim. 'Kardelenleri
bilir misin sen? Hani beyaz örtünün altında güneşe uzanan kar çiçeklerini. Sırf
sevdiğini görmek için incecik ve nazik endamıyla karın altında bir isyancı gibi
ayaklanıp gün yüzüne çıkan kardelenleri...Yalnızlığın ve karanlığın en dibinde
ikamet eden ruhum, sırf senin aydınlığına ulaşmak adına yalnızlığı bir paçavra
gibi karanlığı da bir kar örtüsü gibi başından savurup atıyor. Kardelenin
güneşe uzanan öyküsü aslında benim sana olan özlemimden başka bir şey değildir.
Özlem dediğim şey dağ kadar bir yük,
okyanus gibi. Bu özlemi çekmek ise
mecburi hizmettir bana.'
Tam
bir şok halindeydi.
Mona Lisa tablosu gibi duruyordu.
Ağlıyor muydu, gülüyor muydu
anlayamıyordu insan.
Hüzünlü müydü, mutlu muydu belli
değildi.
-
Bana karşı bu kadar ilgili ve
sevgili olduğunu bilmiyordum. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilmiyorum.
Onun
bu kadar çaresiz kalacağını, kurşun yemiş gibi duracağını beklemiyordum. Ve
bana bu kadar dikkat kesileceğini ummuyordum.
-
Bilme! Ama ben yağmur olup düştüm saçlarına. Rüzgar olup değdim tenine. Çiçek
olup koktum burnuna. Ses olup geldim kulağına. Ve bir öpücük olup kondum
dudaklarına. Sen bunların farkında değildin. Avucunda kalbe giden damar oldum.
Kirpiklerinde salınan gözyaşı... Bir düş oldum uykunda. Hayal oldum zihninde,
fikir oldum peşinde koştuğun, his oldum ellerinin titrediği, ayaklarının yerden
kesildiği...
-
Ama ben... Ben bunları bilmiyordum. Ne diyeceğini
bilemiyordu. Çok şey vardı belki de söyleyeceği ama o an... Dili tutulmuştu.
Gözleri donmuştu. Kılı bile kıpırdamıyordu. Tarumar olmuş gibiydi içten içe.
Bir gemi batıyordu sanki gözlerinde. Bir can, idam ediliyordu saçlarının
telinde. Uçurumda tuttuğu eli bırakıyordu adeta. Dibi olmayan bir uçurumdan
düşüyordu belki de.
Bir insan özlenemez miydi? Sevilemez
miydi? Başkası onu özlememişse ve sevmemişse bana neydi? Ben onu çölde yağmura,
kıtlıkta ekmeğe, savaşta da barışa olan özlem gibi özlüyordum.
-
Göğün sancısıdır yüreğimde hissettiğim. Bulutun yağmura sancıması gibi
yüreğimde aşkına sancır. dedim ona. Ve bunu ona ifade edişim de irinli bir
yaranın cerahatle deşilmesi gibi içimi rahatlatmış ve içimdeki zehri dışarı
akıtmıştı.
Ağlıyordu.
Ağlıyordum.
Ağlıyorduk.
Teklikten çıkmıştık, birlikten
ayrılmıştık; biz olmuştuk.