TÜM ŞEHİTLERİMİZİN ANISINA…

BODUR MEHMET

90 lı yılların ortalarıydı.
Ortalığın karmaşık olduğu, sebepsiz kavgaların yaşandığı bir devran dönüyordu.
Aydın civarında, küçük bir köyde; Bodur Mehmet lakaplı bir genç vardı.
Namındaki bodurluğu, hem boyundan, hem de soyadından geliyordu.
Kısa boylu, sevecen, iyi huylu, çevresi tarafından sevilen; bir o kadar da, kocaman yüreği olan bir gençti.
Anne-babası, tam yedi yıl beklemişlerdi çocuklarının olmasını. Başka da çocukları olmadı. Biricik Mehmet’leri vardı ve üzerine titriyorlardı. İyi yetiştirmişlerdi, insanları sevmeyi saymayı, daha çocukluğunda öğretmişlerdi. Tüm köylünün yardımına koşardı Bodur Mehmet, yorulmak bilmez, üstlendiği işleri bitirmeden mola bile vermezdi. Bir de türkü dolardı diline, hem çalışır, hem çığırırdı.
“Zeynebim Zeynebim, allı Zeynebim,
Üç köyün içinde, şanlı Zeynebim.”
Köyün güzel kızlarındandı Zeynep. Salına salına yürüyüşü, işvesi, edası, çakmak çakmak gözleri; yakardı bizim Bodur’un yüreğini. Öyle, uzaktan uzağa bakar, Zeynep’i görmek için köyün çeşmesine gider, ama bir türlü açılamazdı kıza. Hani, kızında gönlü vardı aslında. O’da Mehmet’e bakar, içten içe severdi de; bir yandan da Bodur’dan beklerdi açılmasını.
Köyün çoğu genci aynı yaşlardaydı. Askerlik yoklamaları, üçerli beşerli geldi. Mehmet’te vardı içlerinde. Köyün Bodur Mehmet’i; Vatana, Mehmetçik olacaktı. Tüm köyü bir heyecan, bir sevinç kaplamıştı. Kimi çocuğunu, kimi yeğenini, kimi de torununu askere uğurlayacaktı. Yoklamalar yapıldı, muayeneler yapıldı, bir bir yerleri belli oldu. Mehmet ile beraber, üç arkadaşının daha acemilik yeri Isparta-Eğridir’e çıkmıştı.
Köyde bir şenlik havası, yemek davetleri, akraba gezmeleri, eş-dost ziyaretleri yapıldı. Davullu zurnalı, Aydın Zeybekleri oynanıldı.
Günleri geldi çattı. Cefakar analarının gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Vatan’a, asker göndermenin gururu, bir buçuk yıllık ayrılığın hüznü sarmıştı yüreklerini.
Köy meydanında toplanıldı. Birer birer eller öpüldü, harçlıklar alındı, helallikler verildi. Köyün taşımasını yapan minibüse doluştular. Arkalarından sular serpildi, dualar edildi.
Hazır askerler, Vatanın Askerleri olmuştu. Birliklere teslim olundu, kıyafetler alındı, koğuşlar gösterildi.
Bedeni büyük, pantolon paçaları uzun kıyafetlerinin içinde, ilk tekmilini verdi Bodur Mehmet.
“Mehmet Bodur-AYDIN, emret komutanım.”
Eğitimlerde, sporda, atışlarda, üstün başarılar gösterdi Mehmet. Çakı gibi asker olmuştu. Teslim oluşunun beşinci günü, ilk mektubunu yazdı ailesine. “Canım annem, canım babam” diyerek başladı; “köydekilere selam söyleyin” yazıp, “hakkınızı helal edin” diyerek bitirdi mektubunu.
Bir ay sonra yemin töreni oldu. Bundan iki ay sonrada acemiliğini bitirip, on günlük izine geldi köye. Elinde küçük çantası, kısacık saçları, yüzünde de buruk bir sevinçle, anne babasının elini öptü, köylüsüyle selamlaştı. Özlemişti annesinin yemeklerini. Doğruca eve gittiler. Sofra hazırdı zaten. Mehmet’in sevdiği yemekler yapılmış, tatlılar hazırlanmıştı. Bağdaş kurup oturdu yere. Yemeğe başlamışlardı ama, gözleri dalıp gidiyordu. Kaşığı, bir dolu, bir boş götürüyordu ağzına. Babasının dikkatini çekti. Ama bir şey sormadı babası, yemeğin bitmesini bekledi. Annesi ise, oğlunun gelmesinin sevinciyle, “hadi oğlum şundan da al, bak senin için hazırladım” diyor, köyde olan biten muhabbetlerden bahsediyor, Mehmet’in dalgınlığını fark etmiyordu.
Yemek bitti, tatlılar yendi. “Şükür” deyip kalktılar sofradan. Babası Mehmet’in omzundan tutup, “hanım; biz baba oğul, şöyle bir köyü gezelim. Mehmet’im köyünü özlemiştir.” deyip, çıkardı Mehmet’i dışarıya. Biraz yürüdükten sonra,
“Hayırdır oğlum, neyin var senin? Geldiğinden beri bir durgunluk, bir üzüntü var üstünde. Hayır ola!” diye sordu.
“Baba” dedi Bodur Mehmet.
“Sakın yanlış anlama beni. Kendi adıma zerre kadar korkum yok. Başım dimdik, göğsümü gere gere gideceğim. Ama, sen ve anam merakta kalacaksınız diye üzülmekteyim.” dedi.
“Usta Birliğim, Van’ın Ulubeyli Karakoluna çıktı.”
Türkiye’nin en yüksek karakoluydu Ulubeyli Karakolu. Van’ın Bitlis sınırında, heybetli dağların en tepesindeydi.
“Hayırlısı Allah’tan” dedi babası.
“Sağ sağlim gider, sağ sağlim dönersin İnşallah.”
İçi rahatlamıştı Bodur’un. Gururla, ailesinin dualarıyla ve Vatan aşkıyla gidip, hayırlısıyla dönecekti nasipse.
“Ben biraz köyü gezeyim baba. Arkadaşları filan göreyim” diyerek babasından müsaade istedi. Ve soluğu, köy çeşmesinin yanında aldı.
Bir türlü konuşamadığı, için için yandığı Zeynep’ini görecekti. Çeşme başında bekliyordu Zeynep. Sanki biliyordu Bodur’un geleceğini.
Zeynep’i görünce, yüreği titredi bizimkinin. Yüzü kızardı. Bir fırtına esti o anda garip gönlünde. Dili tutulmuştu sanki. Konuşmak istiyordu, ama “merhaba Zeynep” bile diyemedi. Elindeki testiyi doldurdu Zeynep. Sonra Mehmet’e yaklaştı. O’nun her adımında, yüreği kanat çırptı Bodur’un. Çünkü, o yörenin eski bir örfüydü bu olay. Bir kız, bir erkeğe testisini uzatıp su içirirse, “sende gönlüm var” manasına geliyordu. Ve, uzattı testisini Zeynep. O çakır gözleri, Bodur’un gözlerine bakıyordu. Bodur’ u, bir şaşkınlık, bir heyecan ve tarifsiz bir titreme almıştı çoktan. Alıp testiyi Zeynep’in elinden, çakır gözlerine bakarak, kana kana içti suyu.
Ve bu sevda çeşmesinin önünde, gönüller alınıp verilmişti.

*****

Su gibi geçiyordu zaman. Sayılı gündü sonuçta. On günlük izni bitip, usta birliğine teslim olmuştu Mehmet.
Daha ilk günüydü. Kışlasının ufacık penceresinden baktı dışarı doğru. Her yer alabildiğine dağdı. Gözün alabildiğine dağ.
Küçük bir karakoldu kışlası. Ama, tam tehçisat donanıma sahipti. Ve, o amansız dağların en tepesinde, sıkça taciz ateşine maruz kalan, ufacık bir kaleydi. Burada korkuya yer yoktu, burada gözyaşı dökmek yasaktı ve burada; Vatan Millet aşkıyla yanmak vardı.
Yürekleri kocaman, cesaretleri övgüye değer 18 asker arkadaşı; 18 kader arkadaşı; 18 can yoldaşıyla birlikte, Vatan bekçisi olmuştu Bodur Mehmet.
Sıcak kanlılığı, sempatik tavırları ve dilinden düşürmediği Zeynep türküsüyle, komutanları ve arkadaşları tarafından kısa zamanda çok sevildi. Bütün arkadaşları ile arası iyiydi. Zaten, hepsi ayrı ayrı yerlerden; ama hepsi, aynı amaç uğruna gelmişlerdi. Vatanı namusları bilmeye ve gerektiğinde, gözlerini kırpmadan bu uğurda ölmeye, and içmişlerdi.
İki nöbetçi kulesi vardı karakolun. Her gün iki saat nöbet denk geliyordu. Ayrıca, karakolun konumundan dolayı ve olası bir saldırıya acil müdahale amacıyla, her gece beş asker, sabaha kadar hazır kıta olarak karakol içinde nöbet bekliyorlardı.
Hazır kıta olduklarında, soba başında oturup çay demliyorlar, sırayla evlerini arıyorlar; kimi bir köşeye çekilip mektup yazıyor; kimi, yarinin resmine bakıp iç çekiyordu.
Karakolun bulunduğu dağa “Hasret Dağı” adını vermişlerdi. Ortak çile aynıydı. Hasretin, yüreklere kor ateş gibi düştüğü bu Hasret Dağında; hasretle gün sayılıyordu.

*****
Ramazan ayı yaklaşmıştı. Mehmet’te bir heyecan; ilk defa evden ayrı olarak, bu Mübarek Ayı karşılıyordu. Arkadaşlarından üçü, Bodur’un devresiydi. Onlarda aynı heyecan ve meraktaydılar. Acaba, bayramda izine gidebilecek miydiler?
Bayrama bir hafta kala, sabah içtimasında komutanları elinde bir liste ile geldi.
“Gözünüz aydın arkadaşlar. Az sonra adını okuyacağım arkadaşlar bayram iznine gidecekler. Alay’dan bir komando timi, bir aylığına buraya geçici göreve gelecek. Bu sebeple, size izin çıktı. Hadi bakalım, hazırlığa başlayın.” diyerek, Mehmet’inde içinde olduğu on bir askerin adını okudu.
Hemen koğuşa koştular. Sevinçle birbirlerine sarıldılar. Sivil elbiseleri çıkarıp yıkadılar, ütülediler. Ütü yapmayı beceremeyenlerde arkadaşlarından yardım istediler. Birbirlerine ihtiyaçlarını sordular. Herkes, yöresine özgü bir yiyeceği dönüşte getireceğini söz verdi.
Ertesi gün, sivil bir minibüs geldi karakola. İzne gidecek olan askerler hiç uyumamışlardı zaten. Sabahın beşinde giymişlerdi sivilleri. Komutanlarıyla ve kalan arkadaşlarıyla vedalaşıp yola çıktılar. Araç, onları Muş’a kadar götürecekti. Oradan da, uçakla yola devam edilecekti.
Muş’a geldiler. Fakat, yoğun kar yağışından dolayı uçak seferleri ertelenmişti. Buradan, geceyi geçirmek için Hasköy Karakolu’na gittiler. Bu karakolda, üç komando timi görevliydi. Her tim kendi içinde on beşer kişiden oluşuyordu. Başlarında da, bir tim komutanı ve bir tim komutan yardımcısı bulunuyordu. Bu timler, İzmir Yeni Foça’da acemiliklerini yapmış, özel eğitim ve talimler sayesinde çok iyi yetişmiş komando timleriydiler. Ve, Muş dağlarının kartallarıydılar.
Mehmet’in de içinde bulunduğu kafile birliğe geldiğinde, Hasköy komandoları göreve çıkmak için hazırlanıyorlardı. Bir mezra girişinde görüntü alınmıştı ve acil baskın için harekete geçmişlerdi. En önde Bölük Komutanı, ardından da diğer komutanları ve askerleri, “Ya Allah” diyerek araçlara bindiler ve yola çıktılar. Birlikte sadece, geri hizmet askerleri ve gelen kafile kalmıştı.
Bir gece önceden uykusuz oldukları için, kafiledeki askerlerin çoğu akşam yemeklerini yeyip, erkenden yattılar. İki birliğin yeni tanışan askerleri de, birbirleriyle muhabbete daldılar. Gece 23.00 civarında Mehmet ailesini aramak için gruptan ayrıldı. Evini aradı, uzun uzun çalan telefon sonrası, annesi uykulu bir sesle telefonu açtı:
- Alo..
- Anacığım, uyandırdım mı?
- Yok oğlum, yenice içim geçmiş,
- Sesini duyayım dedim ana. Akşam üzeri konuşmuştuk, ama yinede bir arayayım dedim.
- Bir sorun yok ya oğul?
- Yok anacığım, bir sorun yok Allah’a şükür.
- Bende şimdi seni rüyamda görüyordum oğlum,
- Hayır olsun ana, nasıl görüyordun?
- Hayır olsun oğlum. Kocaman bir merasim yeri vardı. Gözün alabildiği her yer asker doluydu. Kürsü gibi bir yer vardı, oraya sen çıktın. Sen çıkınca; uzun boylu, heybetli, babayiğit, başları fesli yedi komutanın geldi. Her biri, sana kocaman birer madalya taktı. Bütün erat seni alkışlıyordu. Senin de, gözlerin parıl parıl parlıyordu. Sonra telefonun sesine uyandım..
- Hayır olsun İnşallah anacığım. Rabbim hayıra çıkarsın.
- İnşallah oğul.
- Dur bak, baban da kalktı. O’da bir sesini duysun.
- Mehmet’im, nasılsın oğlum?
- İyiyim baba, bir sesinizi duyayım dedim.
- İyi etmişsin oğul. Yarın kaçta çıkacaksın?
- Bir aksilik olmazsa, öğleden sonra üçte uçağa bineceğiz baba.
- İnşallah oğlum.
- Oldu babacığım, hadi kapatıyorum. Ellerinizden öperim.
- Bizde gözlerinden öpüyoruz oğul. Kendine dikkat et. Allah’a emanet ol. Yarın binmeden aramaya çalış emi.
- Tamam baba, hadi iyi geceler.
- Sana da, oğlum…
Telefonu kapattıktan sonra, annesi gördüğü düşünü babasına anlattı. Duydukları karşısında şaşıran babası, “Hayır olsun hanım” dedi ve yutkundu. Eşinin gördüğü bu rüyadan dolayı içi ürperdi. Ama, eşine korkusunu belli etmemeye çalıştı. “Hadi artık bizde yatalım” dedi ve odasına gitti.
Ailesinin sesini duymanın sevinciyle, Bodur’da arkadaşlarının yanlarına gitti. Arkadaşları, gece yatmama kararı almışlardı. Ve, yeni bir çay demleyip, çay ve muhabbet eşliğinde sabahı beklemeye başladılar. Televizyonun önüne de bir masa çektiler ve bir radyo kanalında müzik dinleyerek muhabbetlerine devam ettiler. Bildikleri türkülere eşlik ederek, birbirlerine bakarak gülüştüler. Saatte epey ilerlemişti. Bir ara, Mehmet’in kulağı radyoda çalan müziğe takıldı. Çeşme başında, çakır gözlerine bakarak testisinden su içtiği yarinin türküsü çalıyordu.
“Zeynebim Zeynebim, allı Zeynebim,
Üç köyün içinde, şanlı Zeynebim.”
Televizyonun sesini biraz açtı ve kendisi de türküye eşlik etmeye başladı. Tam bu sırada, gazinonun kapısından, nöbetçi subay içeri girdi.
- Çabuk toparlanın çocuklar, göreve çıkan arkadaşlarımız pusuya düşmüş. Mezra giriş ve çıkışlarında mayın döşeliymiş. Maalesef çok kaybımız varmış. Şimdi telsizden haber geldi. Birlik iki dağdan ateş arasında kalmış. Hemen desteğe çıkıyoruz.
Komutan tam sözü bitirmişti ki, çay ocağı tarafından büyük bir patlama sesi duydular. Önce çay ocağının tüpü patladı sandılar. Ardından bir patlamada, binanın yatakhane katından duyuldu. Yer gök sallanıyordu. “Baskın” diye bağırdı komutan. “Hemen yere yatın.” Büyük bir panik almıştı askerleri. Her taraftan mermi sesi geliyordu. Gazinonun camları bir bir yere iniyordu. “Hemen üst kattaki silahlığa çıkın” diye bağırdı komutan. Elinde tabancası, pencere kenarından ateşe karşılık veriyordu. Birkaç asker sürünerek koridora kadar ilerledi. Sonrası merdivendi, koşarak yukarı doğru yöneldiler. O an, komutanın bir bağırışı daha duyuldu:
- Allah, dedi.
Silahlık, yatakhane kapısının yanındaydı. Yatakhaneden alevler yükselmiş ve kapı dışına kadar geliyordu. Yer gök, mermi sesiyle inliyordu. Sanki dışarıdan, ışıl ışıl mermi yağmuru geliyordu….

*****

Sabah, yenice kahvaltı hazırlamıştı Bodur’un annesi. Babası da, elini yüzünü yıkayıp sofraya oturdu. Bir yandan kahvaltı yapıyorlar, bir yandan da Mehmet’lerinden bahsediyorlardı. Çaylar ikinci kez dolmamıştı ki, kapının sert çalınışıyla irkildiler. Gelen, birkaç ev ilerideki komşularıydı:
- Çabuk televizyonu açın.. Muş’ta karakol basılmış, şehit askerlerin adlarını söylediler. Yanlış duymadıysam, Mehmet’te vardı içlerinde. Çabuk..
Elindeki demlik; elinden kayıp gitti Zühre Ana’nın. Dudakları titriyor, gözlerinden yaş geliyordu. Ama, bu ağlamak değildi. Adeta, şok geçiriyordu. Halil Amca ise, üç-beş dakikalık dalgınlığın ardından, koşarak açtı televizyonu. Baskın haberi bitmişti. Dönüp karısına baktı. Zühre Ana yere diz çökmüş; bir eli alnında, diğer eliyle de dizini döverek ağlıyordu. Gelen komşusu ise, bir yandan ağlıyor, bir yandan duvarı yumrukluyordu. O sırada, Jandarma Karakol Komutanı ve muhtar kapıda belirdi. Halil Amca, koşarak Komutanın yanına geldi:
- Ne oluyor komutan? Şimdi komşu gelip söyledi. Baskın olmuş filan dedi. Ne oluyor komutan, Mehmet’ime bir şey mi oldu?
Muhtarın başı önündeydi ve ağlıyordu. Komutanında yanaklarında yaşlar süzülüyordu. Yutkuna yutkuna “Mehmet” dedi komutan.
- Başınız sağ olsun..
Zühre Ana, koşarak kapıya geldi:
- Ne diyorsun komutan? Mehmet’im, daha gece aradı. Bugün üçte, uçağa binip geleceğini söyledi. Ne başınız sağ olsunu?
“Ana” dedi komutan:
- Sabah, Muş İl Jandarma’dan aradılar. Gece, çok büyük bir çatışma yaşanmış. Muş civarında nam salmış komando timlerini, yalan bir ihbarla dağa çekmişler. Yol güzergahlarına mayın döşeyip, asker ve komutan ne varsa hepsini katletmişler. Aynı sıralarda da, karakolu basıp orayı da taramışlar, bombalamışlar ve taş üstünde taş bırakmamışlar. Acımız çok büyük ana, yetmiş dört Mehmetçiğimiz yere düşmüş.
Zühre Ana; “Ateş, yüreğe düştü komutan” dedi ve bayıldı. Halil Amca, muhtarın omzuna başını yaslamış, “Mehmet’im” diye diye ağlıyordu.

*****

İki gün sonra, bayrağa sarılı bir tabutla geldi Mehmet. Bütün köylü köy meydanında toplanmış, Bodur Mehmet’lerini karşılıyorlardı. Naaşı getiren araçla birlikte, Aydın’ın rütbeli komutanları da köye gelmişlerdi. Anne ve babaya, taziyede bulundular. Zühre Ana yarı baygın, zar-zor ayakta duruyordu. Halil Amca ise, önünde duran tabuta bakarak; bir yandan ağlıyor, bir yandan da, “VATAN SAĞOLSUN” diyordu. Kalabalığın sessizliğini, “tabuta açın” diye bir nara bozdu. “Tabuta açın, son bir kez göreyim evladımı. Son kez saçını okşayayım, son defa yanağını öpeyim, ne olur açın; son defa bir göreyim” diye yalvardı Zühre Ana.
Karakol komutanı yanına gelip, sakinleştirmeye çalıştı. Bir yandan da Halil Amca’ya bakıp, kısık bir sesle:
- Görmese daha iyi amca, dedi.
“Açın” dedi Halil Amca. “Açın, evladımızı son defa görelim.”
Komutan, Halil Amca’ya yaklaştı. “Amcacığım” dedi:
- Mehmet’i, bir karakol baskınında kaybettik. Durumu pek iyi değil. Vücuduna, yedi tane mermi isabet etmiş, dedi.
Bunu duyan baba, hemen dönüp karısına baktı. Yutkunarak, “yedi mermi” dedi. Zühre Ana’da, “yedi madalya” diyerek karşılık verdi.
O an ikisinin de aklına, Mehmet’in vurulduğu gece, annesinin gördüğü rüya geldi. Görkemli bir törende, Mehmet’e takılan yedi madalya. Yedi ayrı komutanın, Mehmet’e taktıkları yedi ayrı madalya.
“Mehmet’im” diye bağırdı annesi:
- Mehmet’im. Bodur oğlum benim. İki gün önce sen gelecektin. Gelip, elimizi öpecektin. Kaderde, senin tabutunu öpmek mi varmış oğlum? Güzel oğlum benim, kahraman oğlum. Van dağlarında aslanlar gibi beklerken, Muş dağlarında kanatların mı kırılacaktı? Eline bayram harçlığı verecekken, tenine toprak mı serecektik oğlum? O küçücük bedenine; yedi mermiyi, nasıl sığdırdı o kahpe düşman? Senin doğmanı tam yedi sene beklemiştik; yedi mermiyle toprağa mı verecektik oğlum? Ben senin dönüş gününü beklerken, askerliğini bitirdiğin günleri hayal edip, evleneceğin günlerini düşlerken; sen, yedi kurşunla yere mi düşecektin oğlum? Oğlum.. Mehmet’im.. Aslanım..
Bu ağıtla, meydanda ki bütün köylü hıçkırıklara boğulmuştu. Komutanlar başlarını öne eğip, şapkalarının siperleriyle göz yaşlarını saklamaya çalışıyorlardı. Zeynep’te meydandaydı ve çoktan bayılıp yere düşmüştü. Bir tek Mehmet hanesine değil, tüm köye ateş düşmüştü. O çok sevdikleri Mehmet’leri yoktu artık. Sanki, köyün çeşmesi bile göz yaşı döküyordu. Yürekler titriyordu. Sadece gözler değil; gönüller de ağlıyordu.
Ve; orada bulunan herkesin dilinden, aynı cümle dökülüyordu.
VATAN SAĞOLSUN.. VATAN SAĞOLSUN.. VATAN SAĞOLSUN

ZEKİ YÜCEEL/ DUYDUĞUM SESSİZLİK- MART2007
( Bodur Mehmet başlıklı yazı zeki-yuceel tarafından 16.05.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.