1 Hoşgörünün Kanatları Yahut Mevlana

Makale / Toplumsal Makaleler

Eklenme Tarihi : 29.05.2009
Okunma Sayısı : 1837
Yorum Sayısı : 0
HOŞGÖRÜNÜN KANATLARI YAHUT MEVLÂNA

M.NİHAT MALKOÇ

Gönül erleri maddeden ölseler de manen gönüllerde yaşarlar. Çünkü onların davası Allah’ın davasıdır. İlayi kelimetullah davası için nefes alan bu ulu zatlar, dünyayı bir durak olarak görmüşlerdir. Gerçekte dünya cennet hayatını kazanmak ve manevi mertebe elde etmek için bir mekteptir. Bu mektepte ham ruhlar manevi ilimlerin ziyasıyla olgunlaştırılır. Mevlana, ölümü şeb-i arus yani düğün gecesi olarak görecek kadar büyük bir Hak dostudur. Onun şu veciz sözü hayata ve ölüme bakış açısını göstermektedir: “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir”

Büyük Türk mutasavvıfı ve düşünürü Mevlana Celâleddin-i Rumî, 1207 senesinde dünyaya gelmişti. Bu yıl bu büyük halk ve Hak dostu 800. yaşına bastı. Bu nedenle 2007 yılı UNESCO tarafından Dünya Mevlana Yılı olarak ilan edildi. Bu çerçevede başta Türkiye olmak üzere dünyanın değişik yerlerinde bu büyük mutasavvıfın hayatı ve düşünce dünyası kitlelere anlatılıyor. Fakat ne yazık ki Türkiye’de Mevlana’nın ismine layık görkemli programlar yapılmadı. Mevlana gibi büyük bir değer, derya misali ilim ve aşk adamı başka ülkelerde olsa sabah akşam dünyanın öbür ucundakilere adını ezberlettirirlerdi. Değerlerine sırtını dönerek bize yabancı olan Batılı değerleri baş tacı eden Türkiye yine yanlış yapıyor. İranlılar, eserlerini Farsça yazan Mevlana’yı kendilerinden sayıyorlar. Türkmenistan’da kaldığım süre içerisinde bunu yakinen gördüm. Yurt dışında, Türkmenistan’da pek çok kişi Mevlana’nın Acem olduğunu sanıyor. İran böyle bir yanlış bilgiyi insanların aklına sokarak zihinleri bulandırıyor. Türkiye buna karşı hiçbir tanıtım atağında bulunmuyor.

Mesnevi’yi ve onun şairi Mevlana’yı yeterince tanımıyoruz. Mesnevi Farsça yazılmışsa da pek çok şair ve yazar tarafından dilimize çevrilmiştir. Her ne kadar orijinalinden okunduğunda alınan hazzı alamazsak da tercümesinden de pekâlâ manevi lezzet alabilirsiniz. Ben Mesnevi deryasına her dalışımda ruhumda bir serinlik ve huzur hissetmişimdir. Günümüz gençleri Mesnevi’yi ve Mevlana’yı sadece isim olarak biliyorlar. Oysa bu eserde dile getirilen hissiyat, ruhlarımızın yitiği, manevi dermanıdır.

Mevlana dikkatlice okunduğunda çok büyük sırlara vakıf olunur. Onun düşünceleri soyutlamalarla ve emsallerle ifade edilmiştir. Kendisinden etkilenen çok geniş bir kitle vardır. Pek çok şair ve yazar Mevlana’nın nurlu fikirlerinden istifade ederek eserlerini güçlendirmişlerdir. Mesnevi’deki duygular halkın manevi çeşmesine dönüşmüştür. Bu çeşmeden içilen her damla, çölleşen ruhlarımızı vahaya çevirmiştir. Ünlü Mevlevî Divan şairi Şeyh Gâlib’in kendi eserleri hakkında “Esrârın Mesnevî’den aldım - Çaldımsa da mîrî malı çaldım” demesi Mevlana’nın millete mal olduğuna, ortak bir değer olarak görüldüğüne işarettir. Bu millet, onun yolundan giderek sevgi ve hoşgörü burçlarına bayrak dikecektir.

Bugün büyük buhranlar anaforunda kaybolup giden insanlık, Mevlana’nın manevi reçetesiyle uçurumlardan düzlüğe çıkacaktır. Son zamanlarda özellikle Batılılar bunu fark etmiş, Mevlana’ya alaka duymaya başlamışlardır. Onun sevgi ve hoşgörü manifestosunu insanlığın gönüllerine nakşetmenin mücadelesi içerisine girmişlerdir. Bu gidişle Avrupa’da ve ABD’de insanlık adına güzel olan ne varsa kısa zamanda kapitalizmin çarklarında dağılıp gidecektir. Bizdeki gidişat da bundan çok farklı ve ehven değildir.

Dini ve insanî değerleri öğüten ve yok eden materyalizm değirmeni günün birinde insanın ruhundaki manevi boşluğu doldurmaktan aciz kalacak, insanlık gayya çukurlarında debelenerek hayatını zindana dönüştürecektir. Sosyal ve maddi refah mutlu olmak için yeterli olamayacaktır. Zira ruhlar ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşurlar. İngiliz Doğu bilimci Prof. Dr. Arthur J. Arberry “Mevlâna, yedi yüz yıl evvel dünyayı büyük bir kargaşalıktan kurtarmıştır. Günümüzde Avrupa’yı kurtaracak tek şey de onun eserleridir.” diyerek bu büyük gönül insanının hakkını ve büyüklüğünü teslim etmiştir. Onlar bu gerçekleri görürken bizim insanlarımız nedense kurtuluşu batılı değerlerde aramaktadırlar.

Tasavvuf, Doğu ülkelerinin ruhunun gıdasıdır. Bu görüş etrafında zengin bir edebiyat oluşturulmuştur. Tasavvuf edebiyatının mümtaz simalarının başında da Mevlâna Celâleddin-i Rumî gelmektedir. O, Anadolu’nun kısa zamanda İslâmlaşmasında çok büyük rol oynamıştır. Asıl adı Muhammed Celâleddin olan bu büyük Allah dostunun mahlası Rûmî’dir. Celâleddin Rumi, 30 Eylül 1207’de Belh’te doğdu. Tarihî kaynaklara göre annesi Mümine Hatun, Harzemşahlar’dan Alâeddin Muhammed’in kızıdır. Rumî’nin babası, devrinin ünlü bilginlerinden biri olan ve Sultanu’l Ulema diye anılan Hüseyin oğlu Bahaeddin Veled’dir. O, baba tarafından Hz. Ebu Bekir’e, anne tarafından da Hz. Ali’ye dayanır. Zamanın en büyük bilginlerinden Seyyid Burhaneddin tarafından 4–5 yaşına kadar eğitilmiştir.

Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled büyük bir âlimdi. Zamanında şöhreti dört bir tarafta duyulmuştu. Bu nedenle çevresindeki insanlar onun ilmini kıskanıyordu. Bu yüzden de fitne ve fesat çıkarıyorlardı. O da bunları engellemek için doğduğu yerden ayrılarak sırasıyla Bağdat, Mekke, Medine’den Malatya’ya, oradan da Akşehir’e yerleşti. Zamanın hükümdarı Alâeddin Keykubad, bu büyük veliyi huzuruna davet ederek kendisine büyük bir sevgi, ilgi ve tazim gösterdi. Artık son durağı olan Konya’daydı Mevlâna…

Konya’da ilmini geliştirip zenginleştirdi. Vaazlar verdi, talebeler okuttu, fetvalar yazdı. Onun hayatının dönüm noktası Şems-i Tebrizî’yle tanışması olmuştur. Onunla iki can bir yürek oldular. Tebrizî’nin manevî kemalâtından nasibini aldı. Makamlar ve mertebeler aşarak maneviyatın zirvesine taht kurdu. Şems’le yekvücut olmuşlardı. Bu durum çevresindekileri de bir hayli kıskandırıyordu. Fakat bu, gönülden gönüle uzanan bir sevgi köprüsünden başka bir şey değildi. Mevlâna Hazretleri bunu bakın nasıl ifade ediyor: “Ben ve Şems, iki ayrı varlık değiliz. O bir güneşse ben bir zerreyim; o bir denizse ben bir damlayım. Zerrenin varlığı güneştendir, damlanın ıslaklığı denizdendir. Öyle ise arada ne fark vardır.”

Kendisine halife olarak tayin ettiği Hüsameddin Çelebi, Mesnevi’nin yazılmasında Mevlâna Hazretleri’ne çok önemli manevî katkılarda bulunmuştur. Elimizden düşürmediğimiz Mesnevi’yi biraz da bu büyük zata borçluyuz. O vesile olmasaydı belki de bu şaheser doğmayacaktı. Mevlana’nın en önemli eserleri Mesnevi (25700 beyit), Divan-ı Kebir (30–40 bin beyit arası), Mektubat (147 mektup), Mecalis-i Seba, Fihi Ma-Fih’tir. Bunların dışında da eserleri vardır. Fakat Mesnevi, O’nun baş eseridir. Altı ciltlik bu kıymetli eser, adeta bir kuyumcu titizliğiyle pırlanta kıymetindeki sözlerle işlenmiştir. Ondaki kıssalar hikmet incileriyle doludur. Her biri bizi maneviyat ve hakikat denizine daldırmaktadır. Her Türk gencinin bu eseri okuması ve üzerinde düşünmesi gerekir. Kanaatimce bir faninin yazabileceği en müstesna eserdir. Mevlâna, bu kıymetli eseriyle ilgili olarak şöyle diyor:

“Mesnevimiz, Vahdet dükkânıdır. Onda Vahid’den, yani Hakk’tan başka ne görürsen, o puttur... Bu kitap, masal diyene masaldır. Bu kitapta hâlini gören ise er kişidir. Mesnevi, Nil ırmağının suyuna benzer. Kıptîye kan görünür amma Musa’ya âb-ı hayat...”

Bilindiği gibi Mevlâna Celaleddin-i Rumî eserlerini, o zamanın edebiyat ve sanat dili olan Farsçayla yazmıştır. Aynı yüzyılda yaşayan Yunus Emre ise şiirlerini her şeye rağmen berrak bir Türkçeyle yazmıştır. Bu yüzden Mevlâna, değişik kesimler tarafından çok eleştirilmiştir. Hatta Türk olmadığı bile söylenmiştir. Bizdekiler onu dışlayınca İranlılar onu kendilerinden saymışlardır. Farsça yazması İranlılar için sözde delil olmuştur.

Hadiseleri değerlendirirken onların yaşandığı asrın sosyal ve tarihî özelliklerini göz ardı etmemeliyiz. Aksi hâlde yanılırız; isabetli yorumlarda bulunamayız. İşte Mevlâna’nın zamanını da bu açıdan değerlendirip iyi etüt etmek zorundayız. O dönemde Farsça yazmak hem modaydı, hem de bir yönüyle belki zorunluluktu. Türkçenin pabucu çoktan dama atılmıştı. Türkçe konuşmak cehaletle eşdeğer görülüyordu. Meselelere zamanın penceresinden bakmak bizi daha gerçekçi ve sağlıklı neticelere götürür. Kim ne derse desin Mevlana, Türk-İslam kültürünün mühim bir parçasıdır. O’nun, Mesnevi’sini Farsça yazması Türk olmadığını, bizim kültürümüzle beslenmediğini göstermez. Şekil başka, içerik başkadır. Mesnevi’yi okuyanlar bu kanaatimizi paylaşacaklardır. Nitekim bununla ilgili olarak şöyle der Mevlana:

“Yabancı değil, sizin köyün halkından
Bir dostum, semtinizde bir yer arayan!
Düşman da görünse çehrem, olamam düşman,
Acemce söylesem de Türküm aslen.”

Sevgi ve hoşgörü deyince akla gelen en mühim sima Mevlâna’dır. Hoşgörüyü bayraklaştıran bir isimdir o…O, insanı öncelikle kul olarak ele alarak yüceltmiştir. Buna bir de Allah’ın dünyadaki halifesi olma hususiyeti eklenince kıymeti kat kat artmıştır insanın. Onun içindir ki insanı sırf hatalarından ötürü bir kalemde silmek mümkün değildir. İnsanlar hata işlemeye meyilli yaratılmıştır. Bizler hatalara değil, güzelliklere bakıp öylece değerlendirmelerde bulunmalıyız. Bataklığa bulaşan insanlara gülmek, kızmak yerine; onları o çamur içerisinden çekip çıkarmalıyız. Tebliğ bunun için önemli bir vazifedir.

Mevlana’yı hümanist olarak gösterip onun Hakk’a kulluğunu ve manevi önderliğini görmezlikten gelen kesimler vardır. Oysa O, batılı anlamda anlaşıldığı şekliyle hümanist bir mütefekkir değildir. Çünkü Batılılar insanı bütün değerlerin fevkinde görerek onu adeta putlaştırıyorlar. Zaten Mevlâna ömrü boyunca putlarla ve putçuluk zihniyetiyle mücadele etmiştir. İnsan; dünyanın efendisi olsa da, Hakk’ın kuludur. Dünyaya geliş nedenimizi düşünmek ve ona göre yaşamak mecburiyetindeyiz. Mevlana hoşgörü hususunda geniş ufukludur. Hataya düşen kişileri bir kalemde silip atmaz. Onun inanç hususundaki hoşgörüsünü yansıtan şu ifadeler altın yaldızla yazılmaya değerdir:

“Gel, gel yine gel… Her kim olursan yine gel.
Kâfir, ya mecusi, puta tapan yine gel.
Yoktur kapımızda hiç ümitsizlik bil.
Yüz kere tövbeni bozsan da yine gel.”

Mevlana’nın engin hoşgörüsü değişik kesimlerce suiistimal edilmiştir. Onun inancını ve imanını sorgulayanlar çıkmıştır. Oysa o ‘Ne olursan ol, yine gel’ derken kişinin geçmişinin onun elini kolunu bağlamayacağını ifade etmektedir. Fakat kişi İslama gelince değişmek zorundadır. Bir Mecusi İslamiyeti seçmişse artık Mecusiliğini bir kenara bırakmalıdır. Bir kalpte tevhitle teslis bir arada olamaz. Mevlana ‘gel’ derken ‘geçmişteki hatalarını sil de gel, anadan doğmuşçasına saf bir halde gel’ demek istiyor. Bizim inancımızda son nefese kadar hakikatleri kabul etme, İslamla şereflenme ihtimali vardır. Buna kimse engel olamaz.

Ruhların hamlığı manevi ilimlerle ve tasavvufî öğretilerle giderilir. Mevlana’yı okumak ve anlamak bu yolda mesafe almamızı sağlar. İrfanî ve hikemi eserlerle içimizdeki tortuları izale edebiliriz. Özellikle Mesnevi-i Şerif’in ilk 18 beyti bize gerekli yol haritası olabilir. Bu beyitlerde ilahi hakikatler ney motifi etrafında soyut kavramlarla anlatılmaktadır.

Mevlâna’yı anlatmak için ciltler dolusu kitaplar yazılsa yine de kâfi değildir. Onun tasavvufi derinliğini anlatmak ancak kelimelere sihirli anlamlar yüklemekle mümkündür. O, İslam’ı derinliğine yaşamış, tasavvufun ufuklarını gönül ehline ardına kadar açmıştır. Mevlana maneviyat göğünün sönmeyen yıldızlarından biri olarak kalacaktır. Mesnevi, maneviyat yolcularına bir ışıldak vazifesi görecektir. Onun için biz yazımızı ne kadar uzatsak da onu hakkıyla ifade etmekte aciz kalırız. Bu büyük mütefekkiri, gerçek Allah dostunu, 800. doğum yıldönümünde rahmetle anarken, büyük bir sabır ve emekle hazırladığı Mesnevi’sinden aldığım birkaç nurlu vecizeyi sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Bilgi, mal, mevki ve hüküm kötü kişilerin elinde fitnedir.”… “Şu üç sözden artık değil bütün ömrüm, şu üç söz: Hamdım, Piştim, Yandım.”… “Bir buğday tanesine binlerce harman sığmada... Bir canım ama yüz bin bedenim var.”… “Bilgisiz, kötü buyruklar veren bir padişah oldu mu, bütün ova yılanlarla, akreplerle dolar.”

Ülkemiz medeniyetlerin beşiğidir. Zengin kültür değerlerimizle dünyanın gıpta ettiği bir milletiz. Türkiye, Osmanlı’dan ve daha evvelki Türk devletlerinden devraldığı manevi değerlerini yarınlara taşımalıdır; bunları bugünkü modern kıymet hükümleriyle birleştirerek güçlendirmelidir. Bu köklü medeniyet hazineleri hoyratça tüketilmemelidir. 2007 Uluslararası Mevlana Yılı’nın hayırlara vesile olmasını ve hakkıyla değerlendirilmesini dilerim.

( Hoşgörünün Kanatları Yahut Mevlana başlıklı yazı M.Nihat Malkoç tarafından 29.05.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.