savurun dilimdeki isyanları
kulağıma ilişen ney sesi vururken fikirlerimi yoksulluğundan
kırın
dökün kalbimin kalan son umutlarınıda
yakın Gazze’de yaktığınız çocuk gibi
gözlerinden
suya hasret dilinden
oyuncak özleyen ellerinden
ve sabah ezanı eza giyen yetimliğinden sinsice
günahı mıydı dersiniz dalındaki dikenler gülün
canı yandıkça gerçeklerin sığındığı hayaller mi suçlu
az önce yorulan ruhum mu
yoksa az sonra düşecek yağmur mu gözlerime
nefes bile almazdık halbuki
karşı dağa konan yabancıl kuşlar ürkmesin diye
pusula özürlü yollar çaldı yarınları
çocuklar annesiz
anneler çocuksuz artık
susmadan yüzyıl hay/kırsak da
duymayacak sağır sultanlar ahdımızı kendi dünyalarında
onun içindi tuttuğum tüm fallar
kelebek kanadına iliştirdiğim uçuk dualar
biliyorum ismim lekeli
katran akıyor baş harfinden
cümleler kâğıdıma dizilmiş kurşun
ya da
kurşuna dizilmiş kağıt cümlelerimde ruhumun âhvali
ya da
ya da...
yazdıklarım bir kurgu olsa
yine annem çay demlese
babam ata özlemi tüten bardağına iki şeker atsa
gözleri büyük bir aşkla karışsa mazinin demine
yağmasa kar elma dağına bu sene de
vurulmasa bir kuş annesini beklerken özü kurumuş o dalda
ah
ahh
kurumuş dal gibiyim...
ne vardı vakitli yağmış olsaydı yağmurda
içseydim kana kana yapraklarımdan
istanbul öksüz kalmazdı o zaman
marmara can vermezdi serin sularında s’onsuzluğun
firkât kelimesi türemezdi vuslatlarımda
ahh
içimde bir istanbul sızısı ki sorma
içimden bir değil bin şehir geçiyor aslında
insanlar yalnızlığa koşuyor her güneş batışında
yollar çiğniyor üzerine basan ayakları
omuzlarda yine ağrı dağı, kozan dağı, erciyes dağı...
şaşırma!
Mayıs sonrası*