Efendim bendeniz Midhat Canıtezgil gele gele geldim yetmiş sekiz yaşına. Bu
yaşıma gelmişim de nasıl gelmişim bir de bana sorun... Sormasanız da ben yine
de söyleyeyim. Üç tane askeri darbe, on dokuz tane sel felaketi, yedi tane hortum,
beş altı tane insan denen dürzülerin yaptığı hortum. Üç dört tane yer
depremi... Bir kaç tane de yüreğimizi titreten kızların yaptığı depremler,
verdiği hasarlar... Velhasılı gördük geçirdik işte bir şeyler...
Emekli olalı da epey oldu... Emekli olduktan sonra da azıcık çalıştım, sonra
sıkıldım bıraktım. Devam etsem belki ikinciye de emekli olurdum. Yok baba, yok
belli yaştan sonra emir almak da çekilmiyor, emir vermekte zor geliyor. Takarım
fötr şapkamı, yaz kış, bahar, sonbahar demeden, sokaklarda özgürce dolaşırım.
Fötr şapka deyip geçmeyin, şapkam benim her şeyim, canım, cicim, bir tanem o
benim. Mahalle de sokaktan geçerken, şapkamın altında ben varsam bir başka
bakıyor mahalleliler, şapkam benim üstümde değilse, daha bir başka bakıyor.
Bazen içerliyorum haytalara ''Şapkanın altında da ben aynı ben, şapkam olmadı
mı başımda yine ben, ikisi farklı değil ki.'' diye geçiriyorum aklımdan...
Çok da temiz tutarım şapkamı diyeyim yani. Rüzgarın bol olduğu havalarda dışarı
da çıkmam, çıkarsam da kafama takmam. O da takmadım diye darılır mı bana acaba?
Hayır onun yerine bere taksam, küser hem de vallahi billahi! Eğer ki ben
çıktıktan sonra rüzgara yakalandı isem, hemen başımdan çıkartır, elimde sıkı
sıkı tutarım ki uçup da gitmesin. Meraklıdır benim şapkam biraz rüzgarda
havalanıp, dolanıp da birilerine hava basmaya... Bilmez miyim ben şapkamı?
Eve yorgun argın geldiğim zaman, ayakkabılarımı çıkartıp da koltuğa kendimi bir
atarım, oradan da şapkamın gideceği yer mutlaka koridorda duran askılıktır.... Frizbi
gibi bir sallarım, şak diye orada ki çıkıntılardan birine takılır. Hanım da
kızar bana ''A benim kocam onu gelip de elin ile assan ya'' der. Desin dursun
ben hiç aldırmam, hiç tereddüt etmem... Zaman zaman hele de yaz aylarında hanım
memlekete gider yakınlarını, hısım akrabayı görmeye... Tabi bendeniz de ev de
yalnız, bir başıma... Çocuklar ta seneler önce evlendi gittiler... Ne yapılır
bu durumda? Ya duvarlar ile konuşacaksın, ya muhabbet kuşu ile ya da şapka
ile... Muhabbet kuşu tembelin teki aylardır tek kelime etmiyor, duvarlar desen
tık yok. Ben de hemen şapkaya müracaat ediyorum. Dinler de ha, gıkını bile
çıkarmaz ben konuşurken, Allah var çok saygılıdır. O öyle asılı dururken, önce
mutfakta bir yalnızlık kahvesi yaparım kendime, kahve bitince peşine de bir çay
demlerim bolca, sonra sayar dökerim kızdıklarıma... Artık o konuşmalarımdan
küfürlerimden kim payını alırsa... Başta ki kalantorlara, hakkımızı hukukumuzu
çiğneyenlere, yalan söyleyen bizi aldatan siyasetçilere verip veriştiririm. Ne
ola ki bir itiraz etse, etmez, hayatta gıkı çıkmaz. İşte biraz da ondan
seviyorum ben bu fötr şapkayı...
Bazen mahalle kahvesinin önünden geçerken fötrü elimle kaldırıp selamlarım
bahçe de okey ve tavla oynayanları, onlarda selamımı alırlar... Otobüse ve dolmuşa
bindiğim zaman bile çıkartmam çoğu kere lakin geçenlerde şehirler arası bir
seyahatte, her nasılsa indim otobüsten, biraz gittim tüh, nerede şapkam? Hemen
döndüm beş dakika içinde, baktım otobüste yok. Bastım yazıhanelerine, baktım
orada duruyor. Görevliye döndüm ''Çocuğum o şapka benim olacaktı.'' dedim. Adam
ne dese bana ''Nereden bilelim senin olduğunu amca?'' Haklı kendince o da
''Evladım iç tarafında üç dişi kırık bir de tarak var, lastik ile tutturulmuş,
bakarsan görürsün orada.'' dedim, mırın kırın edip ona da baktı ''Hmmm varmış
evet al bakalım amca.'' dedi...
Hayır, o değil manevi değeri de var fötr şapkamın. O zamanlar dedemin dedesinin
dedesine dönemin padişahı bu şapkayı hediye etmiş. Dönemim Transilvanya
Kralının padişaha hediye diye gönderdiği yirmi sekiz şapkadan birisi imiş bu
şapka... Şahım padişahım da o zaman sarık ile dolaşanların değişik bir şey
kafalarına takmaları için saray çalışanları ve vezirleri ile tebdili kıyafet
halkın arasına karışmış ve kimi gördüyse, gözüne kim ilişti ise onun kafasına
oturtuvermiş, kimisi ''Aman Allah'ım başımıza taş yağacak sarık çıkarılıp da bu
giyilir mi?'' diye feveran etmiş. Kimi de almış başına giymiş, azıcık hoşuna da
gitmiş, hoşuna gidenlerden biri de işte benim dedemin dedesinin dedesi Himmet Ağa,
Ondan oğlu Ziver beye, ondan da torunu Sabati'ye öyle gele gele bana kadar
geldi...
Geçenlerde yolda giderken iki tane zirzop yolum kesti, ellerinde de ufak
çakılar ''Hey babalık ya paranı ya da canını vereceksin.'' diye atladılar
önüme... Ben de ''Aman evlatlarım canım evlatlarım üç kuruş emekli maaşım var
zaten ay sonunu zor getiriyorum, yapmayın, etmeyin.'' dediysem de dinletemedim.
Hâlâ gözümün içine bakıp ''Ya paranı ya canını amca.'' deyip dururlar...
Birinin gözüne şapkam ilişti her nasılsa döndü öbürüne ''Amcanın şapkası da
güzelmiş kaç para eder ki acaba?'' deyince, ben hemen ceplerimi boşalttım
''Aman oğlum alın alın cebim de ne kadar para varsa alın da şapkama dokunmayın
yeter ki'' dedim. Güldüler her ikisi de... Verdim emekli maaşımı şapka ben de
kaldı... Onu bir alsalardı yanmıştım ben yanmıştım. Hanım memlekete gidince kim
ile sohbet ederim, vestiyere hangi şapkayı fırlatırım da frizbi gibi oraya da
takılınca heyooo diye sevinç çığlıkları atarım... Allah razı olsun hırsızlardan
şapkamı bana bıraktılar da beni dertten tasadan kurtardılar...