HASAN’IN POŞULUYA HELVA DÜRÜMÜ !

             Katırlar saman dolu çeten arabasını ağır ağır Kervansaray dağına doğru çekerken “yavaş yürümesinler” diye ara sıra Ali’nin inciklerine hafiften vuruşlu kamçısına maruz kalıyorlardı.

             Ali gözünü budaktan esirgemeyen çok çalışkan birisiydi. Harmandan kalkalı on gün kadar olmuştu. Tohumluğu, unluğu, bulgurluğu, hayvanların kışın yiyecekleri yem ve samanı ayırmıştı. Samanın ahırdaki hayvanlara yetecek kadarını samanlığa attıktan sonra fazlasını avlunun bir tarafına “isteyen olursa satar evin ihtiyaçlarını karşılamış olurum” diye ayırmıştı.

             Bir akşam yemeğinden sonra anası Zaade kadın; “oğlum şimdi gayfiye felan gitme, zabanan erkenden galk, havludaki samanı çitiye yüklediğin gibi doğru şaarin yolunu boyla, evin bi sürü ihtiyaçlar var, çoluğun çocuğun üstü başı da çok eskidi”.

             Ali şehre doğru yol alırken İn denilen yere geldiğinde doğan güneşin ilk ışıklarıyla ortalık ağarmaya başlamıştı. Sağ tarafında kimlerden kaldığı belli olmayan çok eski harap olmuş mezarlar vardı, bunları görünce “samanı satıp köye dönerken boş gitmeyim bari, mezerin daşlarını arabaya yükler İreşit emmimin Hasanın havlusuna yıkar hiç olmazsa ondan on on beş lira alırım” düşüncesiyle gözleri ışıl ışıldı.

            Mehmet berberlik yaparak evlerinin geçimine katkıda bulunurdu. Köyde ettiği tıraşlar haricinde fırsatını bulursa başka köylere de tıraş etmeye giderdi.  Gittiği köyün birisinde Zaade kızla karşılaşır. Aralarında  zamanla gizliden gizliye bir sevgi oluşur. Aradan bir müddet geçtikten sonra Mehmet’in ailesi Zaadenin köyüne dünür giderler. Dünürcüleri kırmayan kız babası birazcık başlığa razı gelerek seven iki gencin nişanlanmasına, cehiz gibi hazırlıkların tamamlandığı günde de hemen  evlenmelerine razı olur.

             Zahide gelin iyi bir tandır ustasıdır. Gelin geldikten bir müddet sonra evlerine bir tandır yapınca bu meziyeti ortaya çıkar. Belirli bir ücret karşılığı köyün tandırlarını yaparak evin geçimine maddi katkıda bulunur. Zamanla Mehmet’in babası evde horanta çoğalınca onların evlerini ayırır.

             Evliliklerinden bir müddet sonra Ali adını verdikleri bir çocukları olur. Gerek Mehmet’in tıraştan getirdiği, gerekse Zaade gelinin tandırdan aldıklar ücretlerle gül gibi geçinip giderler.

             Ali dokuz ya da on yaşlarındayken arkadaşlarıyla çiğdeme giderler. Hava önceleri parçalı bulutlu iken birden bozar, çok şiddetli yağmur yağmaya başlar. Arkadaşlarıyla eve kaçışırlarken Ali onların çok gerisinde kalır, hava düzeldikten sonra aramaya çıkanlar onun ölüsüyle karşılaşırlar.

             Karı koca üzülüp ağlasalar da “Allahtan gelene ne denir ki”diyerek kendilerini teselli ettiler. Aradan iki yıl geçtikten sonra doğan çocuklarına Ali adını verdiler. Ali’den başka iki kız çocukları daha olduktan sonra berber Mehmet ince hastalıktan ölür.

             Evin geçimi Zaade kadının üstüne binmiştir. Ali yıllar sonra serpilip gelişir, yaşı gelince akranları gibi Ağ Taşlı yerden uğurlanarak askere gider. Askerlik bitimi Zaade kadın Ali’nin hemen başını bağlar.

              Köylerde geçim genelde çiftçilik ve hayvancılık üzerinedir. Zaade kadın oğluna el alem öküz ve atlarla çiftçilik yaparken her kimden akıl aldıysa “onlardan daha güçlü” diye iki katır satın alır.

             Yıllar art arda habersizce geçerken ne de olsa artık o da yaşlanmış, hadi deyince eli ve ayağı onun her dediğini yapmakta zorlanıyor,  bu yüzden eskisi gibi tandır yapamıyor, haliyle evin geçimi sadece çiftçiliğe kalmış oluyordu.

             Ali zamanla kendisini geliştirmiş güçlü katırlarıyla köylüye at arabasıyla taşımacılık, çiftçilik gibi işlerinde yardımcı oluyordu. Atı, öküzü olmayanlarla tarla ortakçılığı yaparak evinin geçimine yardımcı olurken kendisinden korkan katırlar o daha kamçıyı havaya kaldırmadan hemen şaha kalkıyorlardı.

             Çalışırken çok terlediğinden dolayı başına bez sarardı, bu yüzden zamanla adı lakap takmada işinin ehli olan köylülerince önce Poşulu, katırlarından dolayı da sonradan Katırcı Ali oldu.........................................

             Şehirle köyleri arasındaki yol çok bozuktu, bundan dolayı Katırcı Ali zahmetli bir yolculuktan sonra ancak oraya ulaşabildi. Cacabey cami meydanına çeten arabasını çekip müşteri beklemeye başladı.

             Bir iki bakıcıdan sonra gelen alıcıya iyi bir para karşılığı samanını satıp ücretini peşin aldı. Samanları yabasıyla adamın samanlığına boşalttı.

              Bir sokak çeşmesinde üstünün samanlarını çırptıktan sonra elini, yüzünü iyice yıkayıp çarşının yolunu tuttu. Anasının dedikleri siparişleri fazlasıyla alarak karnını doyurduktan bir müddet sonra yola çıktı. İn’den yüklediği Taşları Hasan'ın avlusuna boşaltırken Katırcı Ali’nin açlıktan eli ayağı titriyordu.

             Güdük İreşit’in Hasan askerden geldikten bir müddet geçtikten sonra evinin sokak kısmındaki samanlığı ufak yollu tadilattan geçirdikten sonra bir kahvehane açmıştı.

             Henüz köyü ve çevre köylerde doğru dürüst kahvehane olmadığı için başı müşteriden yana hiç eksik kalmıyordu. Geceleri de “lüksün ışığı dışarı sızıp muhtar ve bekçi fark etmesin” diye iki pencerenin kapaklarını  sıkıca kapatarak kumar oynayanlara kolaylık sağlıyor, karnı acıkanlara da yufka ekmek arası helva veya isteyene çay ocağının közünde patlatılmış yumurtalı dürüm satıyordu.

             Ali hem getirdiği taşın parasını almak hem de bir iki bardak çay içmek bahanesiyle ikindi vaktini geçkin vakitte kahveye girip boş bir sandalyeye ilişti. Hasan onun geldiğini görmüştü, bir bardak çay doldurup yanına vardı, çayı uzatırken de “Hayırdır emmi oğlu, pek yorgun görünüyorsun, boon kime çalıştın” diye sordu. Bardağından bir yudum çay höpürdeddikten sonra Ali; “sorma Hasan, anam adamı evde heç yatırır mı, şaare gidip saman sattım, geleken de İn’den sana daş getirip havluna dizdim, gelmişleyin de gayfeden bi bardak çay içeyim diye yanına uğradım”

             Katırcı çayını içerken Hasan “ula Poşulu, insan şaare gidecani bana haber itmez mi, gayfenin birez asikleri vardı, her neyse olan olmuş, şimdi mutlaka senin garnın da açtır, sen dimesen de ben bilirim. Gadiriye (hanımı) anası gilde yuka ekmek idiyo, git getir de sana havla dürüyüm.”

             Aradan on dakika geçmişti ki Ali kahveden içeri girip elindeki iki yufka ekmeğini Hasan’a uzattığında çok şakacı bir yapıya sahip olan emmi oğlunun ona hazırladığı plan gereği gözleri ışıl ışıldı.

             Hasan'ın hazırladığı dürümü iştahla ısıran Ali’nin keyfine diyecek yoktu. Ömründe çok helva ekmek dürümü yese de şimdiye kadar içi bu kadar helva dolu bir dürümü yemek kısmet olmamıştı.

             Ağız tadından dört köşe olan Ali Hasan’ın avlusunda bıraktığı aç ve susuz katırları, kendisini evde bekleyenleri unutmuş durmadan yediği dürüm için emmi oğluna duaların birini bırakıp öbürüne başlıyordu.

             Dürümü ikinci kez ısırdığında sevinçten sanki göklerde uçuyordu, üçüncü ısırdığında helvanın tadı biraz azalsa da ondan sonraki ısırdığı lokmalar yavan ekmekti. Dürüme dikkatlice  bakınca içinin boş olduğunu anladı. 'Acaba Hasan ekmeğe helva koyarken bir müşterisi çay istedi de ona hizmet ederken ekmeğin tamamına helva koymayı mı unuttu' düşüncesiyle “emmi oğlu dürüm yavan” demeye utanıp öylece dürümü yiyerek bitirmeye karar verdi.

             Elindeki koca dürümü katıksız olduğundan hiç bitmeyecek gibi gözünde büyüttükçe büyütüyor, ne yapacağına, onu nasıl yiyeceğine  bir türlü karar veremiyordu.

              Çay içerek dürümü bitirmeyi akıl edince Hasan’a parmak işareti yaparak bir çay istedi. Hasan’ın “bakalım Ali ne yapacak” diye gözleri zaten merakla onun üzerindeydi.

             Hasan mahsustan birisiyle konuşuyor gibi yaparak çay vermeyi geciktirmeye çalışırken ondan çay getirmesini bekleyen Poşulu Ali’de “çevreye ayıp olmasın” diye dürümü azar azar ısırarak ağzında ıslatıp yutuyordu. Bir müddet sonra ağız tadının değiştiğini, dürümü ısırdıkça daha da tatlanmaya başladığını fark etmekte gecikmedi. Söylediği çayı unutmuş dürümün tadını çıkarmaya gayret ediyordu.

             Dürümü yemeye kendisini öyle kaptırmıştı ki yanı başında elinde çay bardağıyla gülümseyerek dikilen Hasan’ın farkında bile değildi. Az sonra dürümünü bitirdiğinde Hasan ve çay bardağını fark edebildi.

             Meğer Hasan Ali’yi ekmeğe gönderdiğinde “bakalım sonu ne olacak” düşüncesiyle dürümün içine konacak helvanın yarısını ön kısmına yarısını da son kısmına koymayı akıl etmişti.

             Durumu sonradan anlayan Ali bir yandan kahkahalara boğulurken bir yanda da “aman Hasan, bu iş sonradan duyulur da ‘Hasan'ın Poşuluya dürdüğü dürüm gibi’ diye köylünün diline sakız oluruz, aman bunu kimse duymasın” derken durumu bilenlerin gülüşmeleri sokakta çınlıyordu.

ERDOĞAN ÇALIŞKAN GERÇEK YAŞANMIŞ HİKAYELERDEN 09 01 2021 KIRŞEHİR

Ali amcayı fırsat buldukça sizlerle paylaşıp tanıştıracağım. Sayfamdaki Etem amcanın yeğenidir.

Not, kahveci Hasan babamdır.        

 

 

( Hasanın Poşuluya Helva Dürümü başlıklı yazı İpciERDOĞAN tarafından 10.01.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.