Şimdi nasıl söyleyeyim ki ona, “İhtiyacım var varlığını hissetmeye”
diye. “Küçük de olsa bir işaret vermene oralarda bir yerde olduğuna dair…” Çalmıyor
lanet olası işte! Kim icat ettiyse etmez olaydı! Cep telefonu diye bir şey
yokken, telefon ayna olmazdı aşklara şimdiki gibi. Bir yerlerde uslu uslu
durur, peşinden koşturup durmazdı ayrılmaz bir parçanmış gibi. Çaldığını
duymaman çalmadığı anlamına gelmezdi yani. Belki de sevgilin arıyordu şimdi.
Sen şimdi evden bu kadar uzakta bunca iş peşinde koşturuyor olmasan hemen
açacaktın onu, âşık olduğun o sesin ılık bir nefes gibi kulaklarını okşayışına bırakacaktın
kendini. Öyle olmayacağını kim ispat edebilirdi ki?! Evdekilerin siparişlerini
teker teker poşetlere doldurup, biraz şehir ve gökyüzü çekerken içine, evi
üzerinden iyice bir silkip hayata dâhil olurken, çantandaki o boyutu küçük ama
işlevi çok büyük tehlikeli cihazın susup durması şehrin tüm seslerini
bastıracak kadar gürültü çıkarmazdı o zaman böyle. “Neden aramadı” deyip
durmaz, böylece de hem kendine, hem de aramasını beklediğin kişiye nefes alacak
bol bol alan bırakırdın.
Ben de kardeşim gibi mi yapsam acaba? Hayatımdan tamamen çıkarıp atsam
mı bu dünyayı daraltıp uzak yakın diye bir ayrım bırakmayan, insanı hep aynı
çemberin içine dahil etmeye çalışan bencil şeyi?!
O zaman bir şeyin susması bu kadar ölümcül olmaz. Mesela tıpkı şu
duvarda oturan
genç kızın suskunluğu gibi huzurlu, doğal bir niteliğe bürünür. “Tek başına
oturan bir kız konuşmaz ki zaten” der gibi kimsenin seni aramamasını da aynı doğal
tavırla karşılarsın. Eğer çantanda bir telefon yoksa, yani başka bir deyişle
telefonlar yaşantında gerçekten olmaları gereken, seni yönetemeyecekleri bir
yere çekildilerse, bir kulağın dünyanın en gürültülü suskunluğuna yönelmiş,
kaçırmazsın içinden süzülüp geçtiğin hayatın seslerini.
Sabırsızlık bu çağ insanının en başta gelen özelliği… Sanki tüm bu baş
döndürücü gelişmeler, bu teknoloji denen şeyin bu kadar semirip serpilmesi,
aşkı yaşamından çoktan çıkaracak kadar yaşlı ve kıskanç birinin âşıkları
birbirinden ayırmasına yönelik bir komplonun parçası… Çünkü iletişime yönelik
tüm bu gelişmeler, sürekli bir ilgi açlığı içinde kıvranan obur yaratıklara döndürüyor
biz kadınları. Suskun telefonlar kulaklarımızı tırmalıyor. Çünkü araması
beklenen kişi hep erkekler oluyor nedense… “Kaçan kadın, kovalayan erkek”
imgesi öylesine bir kazınmış ki beyinlerimize; bir şekilde dürtülme ihtiyacı
duyuyoruz önemsendiğimizi, tıpkı biz nasıl ki daima yaşantımızın merkezine
koyuyorsak onu, onun için de aynı durumun geçerli olduğunu anlamak için. Bizim
onu unutmamızı önleyecek kadar bol miktarda sahip olduğumuz boş zaman sanki onun
dünyasında da aynı oranda varmış gibi, bizi sevdiğini az çok belli edecek bir
ses vermesini bekliyoruz bize.
Çünkü o kadar çok dürtüp duran var ki bizi, ilgisini göstermek için…
Öyle çok akıl çelici, yoldan çıkarıcı tatlı söz, çarpan kalp biz buradayız diye
çırpınıyor ki, biz de ister istemez kendimizi gerçekte bulunmadığımız konumlara
oturtabiliyor, o ağzı iyi laf yapan gönül avcılarının avlanmak için en büyük
silahları olan tatlı sözlerine karşı koyamayıp, o “baş döndürücü, karşı
konulamaz kadın” imgesinin bizde vücut bulduğuna dair söylediklerine
gülümsemeden edemiyoruz bir türlü.
Kavramlar arasındaki sınırları belirsizleştiriyor iletişim ağları…
Ulaşmak, flörtleşmek bu kadar kolaylaşıp gizlenebilir hale gelince, eskiden bir
kadının alnına kapkara bir damga gibi yapışan tüm kirli şeyler gözden ıraklaşıp,
kendi evinin mahreminde çekirdek çitleyip film izlemekten çok da farkı
kalmayınca bir erkeğin güzel sözlerine maruz kalmak; nette arkadaşlarla oradan
buradan sohbet ederken, adamın birinin duygu dünyasında hüküm sürmekte olduğunu
haber almak şaşkınlıktan çok uzakta bir ifadeyle karşılık bulurken yüzünde… kadınlığın
onuru hiçbir zamanda olmadığı kadar şiddetli bir sarsıntıya uğrayıp zorlanmaya
başlıyor.
Erkeklere duygusal konularda toplumun tanıdığı sınırsız özgürlüğün bir
benzeri kadınlara da sunuluyor artık çünkü. Sanal dünya sağlıyor bu eşitliği… Toplumu
aradan çıkarıp karşı karşıya getiriyor kadınlarla erkekleri. Kınayan bakışların
ağırlığını duymadan, tıpkı bir erkek gibi sadece kendi seçimlerini esas alarak
karşı cinsin çekim alanında sürekli bir tercih yapma durumunda kalıyor bu yüzden
kadınlar, değerleriyle içgüdüleri arasında. Çünkü hiç bu kadar çok saldırıya
uğramamıştı kadınlığın sınırları. İffet, sadakat, annelik gibi kavramlar kadın
denen bütünün parçaları olmakta bu kadar zorlanmamış, hiç bu kadar şiddetle
sorgulanmamışlardı. Kadın olmakla dişi olmak bu kadar eşleşmemiş, hiç böyle bir
kalabalıkta utanmadan dolu dolu yaşamamıştı kadınlar cinsel kimliklerini.
Eskiden iffetli olmak çok daha kolaydı kadınlar için. Çünkü her şey onu
buna zorluyordu zaten. İffetsizlik yalnızlaşmak demekti. Kıyıda köşede bir
yerde gölgeleşmek, dışarıda kalmak… O zamanlar evinde, gözlerden uzakta hiç
tanımadığın erkeklerin iltifatlarına maruz kalmıyordun. İyi kötü her şey gün
ışığında, dürüstçe yaşanmak
durumundaydı. Çünkü dünyanın en büyük sırdaşı, 'bilgisayar' denen bu sihirli alet yoktu o zamanlar.
Günahlar şifrelenip saklanamıyordu böyle kapalı yerlerde.
Erkekleri dünyana buyur etmek için kalın bir çizgiyi aşman gerekiyordu,
bir daha asla geriye dönemeyeceğin kadar ayıran seni arkanda kalan dünyayla. Şuh
gülüşler atman; her hareketinle, tüm varlığınla çağırman gerekiyordu onları.
Çünkü bir köşede hanım hanımcık oturan bir kadına yaklaşamazdı bir erkek.
Ayaklarına pranga vuran bakışlar vardı çünkü. Kadınların doğasını ne kadar
bilse de, en ağırbaşlı kadının da derinlerinde bir yerdeki ‘dişi’nin güzel
sözlere karşı susuz bir toprağın suya duyduğuna benzer bir hasreti için için
duyduğuna adı kadar emin olsa da göze alamazdı şerefsiz damgası yemeyi. Bu
yüzden o hasretin altını çizecek kadar toplumu yaşamından çıkarmış; utanmayı,
çekinmeyi bir yana bırakmış kadınlara yönelebilirdi olsa olsa. Saçlarını sağa
sola savurup duran, kendisine yönelen bakışlardan kaçırmayan gözlerini… Dimdik
bakan karşısındaki erkeğin gözlerine… “Kapıyı ardına dek açtım, daha ne
duruyorsun” der gibi…
İşte o kadınlarla diğer kadınlar arasında ayrım bırakmadı sanal âlem.
Artık bir kadının şuh kahkahalar atmaması, gözlerini kaçırıp durması anlatmaya
yetmez oldu onun hangi taraftan olduğunu. Ara bölgeler oluşmaya başladı
sınırda. Ne çizginin o yanı, ne diğeri… İki tarafa da mensup olmayan kadınlar
peyda oldu. Sabahları komşusuna kahve içmeye gidip kocasının ilgisizliğinden
dert yanan… Ama bir yandan da aklı az önce nette sayfasına gelen mesajda… “Çok
güzelsiniz.” diyen… “Aklımı başımdan alıyorsunuz.”
Artık erkekler de kadınlar kadar korkuyorlar ihanete uğramaktan. Çünkü
artık toplum önceki gibi paravan olamıyor kadınlara. Kapalı kapıların ardında
büyük bir savaş hüküm sürüyor. Kocası işte, bütün gün koyu bir yalnızlığın
pençesinde bocalayan kadınların ruhuna ılık bir esinti gibi gelen hoş sözler
aracılığıyla dört bir koldan saldırıyor düşmanlar. Bilgisayar ekranında, duyduğu
hiçliğe derman olacak kadar onu var edecek bir kıpırtı bekliyor kimi kadınlar.
Tüm gün işten güçten başını alamayan eşlerinin göndermesinden umutlarını çoktan
kestikleri, değerli olduklarına dair küçücük bir işaret…
Eşinin çalışmasını istemeyen erkekler tarih olacak çok yakında. Esas ev
kadınlığı evlilikleri tehdit ediyor artık çünkü. Erkeklerin gözü arkada kalıyor
işe giderken. Çünkü eğer evde bir bilgisayar varsa, ev kadını olmak demek koca
bir dünya karşısında bir kadının yapayalnız kalması da demek aynı zamanda…
Üstelik dışarıdaki dünyadan çok daha özgür; ayıp, günah gibi kavramların
olmadığı, içgüdülere alabildiğine yol veren bir dünya… Yani iffet artık
toplumun dayattığı bir zorunluluk olmaktan çıktı, gönüllü bir tercih haline
geldi. Erkekleri de huzursuz eden bu zaten! Bu tercihin ne yönde olacağını ‘o kadın’dan
başka kimse bilemez çünkü. Bir kadın saatler boyunca bir ekranın başında,
hiçbir toplumsal baskı olmadan yuvasına ne kadar sahip çıkabilir; sadece
görünürde mi iffetli, yoksa gerçekten mi?.. Kimse bilemez.