Mahalleye yeni taşınan komşuları seyretmek, nedense hoş geliyor herkese... Evimizin tam karşısındaki apartmanın, bir yıldır boş duran bir dairesine, nihayet yeni kiracılar geldi bugün...

İlk dikkatimi çeken; yerleşilmiş olduğunu düşündürecek şekilde, yerleştirilmiş eşyalardı. Eşyalar eve geleli iki gün olmuş, hatta evin hanımı tarafından eşyaların tozları alınmaya başlanmış olmasına rağmen, evin pencerelerinde hâlâ perde olmayışıydı.

Bu çok dikkatimi çekmişti. ''Kol kırılır yen içinde'' anlayışında olan Türk aile yapısı gereği, şimdiye kadar hiç görmediğim bir şeydi.

Evin küçük bir balkonu vardı. Altı-yedi yaşlarında bir kız çocuğu balkondan, yabancı ve meraklı gözlerle biraz da çekinerek etrafa bakıyordu.

Balkonlarımız karşılıklı olduğu için evin içini ve balkonlarını görüyordum.

İki gün, üç gün hâlâ pencerelerde ne tül, ne de kalın perde...

Bu evin hanımı hakkında ilk olumsuz puanımı vermiştim. Öyle ya; bize şimdiye kadar ailemiz, özellikle de annemiz tarafından öğretilen, değil yeni taşınılan bir eve, eski evimizde bile; yıllardır kardeş gibi olduğumuz komşularımızın olduğu eski evde bile, içeride ışıkları yakmadan önce veya ışıklar yanar-yanmaz; kalın perdeleri çekmekti! Fakat bu komşu, karşı apartman dairesinin yeni kiracısı; bırakın kalın perdeyi, tül perde bile takmıyordu.

''Komşumuz biraz tuhaf galiba'' diye geçti içimden.

Esmer, zayıf, uzun saçlı, altı-yedi yaşlarında görünen küçük kızı gâh balkondan gâh perdesiz pencerelerin camlarından belki de eski evlerinden ve arkadaşlarından ayrılmanın üzüntü ve öfkesiyle bakıyordu etrafa...

Nihayet bir hafta sonra yeni komşumuz evine perdeleri takmıştı.

Nedendir bilmem; o, perdesiz evin içinde gezinirken sanki beni görüyorlarmış gibi ben utanıyordum. O nasıl rahat edebilmişti hâlâ anlamış değilim.

Küçük kızlarının, balkondan; yabancı, çekingen, biraz da öfkeli bakışları sık-sık benim bakışlarımla karşılaşmaya başlamıştı.

Bir süre sonra, balkona çıkar-çıkmaz, bakışlarımın küçük kızı aradığını fark ettim.

Yine balkondaydı.

Karşısında bir arkadaşı varmış gibi konuşuyor, kendi konuşması bitince karşı tarafa geçip, onun yerine konuşuyordu ve böylece oyun oynuyordu.

Tek kişilik bir oyun sergileyen, sahne sanatçısı gibiydi...

Belli ki çok yalnızlık çekiyordu.

Beni görünce, görmemiş gibi yaparak, kaşlarının altından bana doğru baktığın da '' Merhaba'' dedim. Gülerek, içeriye doğru koştu. Sesini, bizim balkondan duyuyordum ama ne söylediği anlaşılmıyordu fakat çok heyecanlı ve yüksek sesle içeridekilerle konuşuyordu.

Tekrar dışarı çıktı. Bu kez, elimi hafifçe yukarıya kaldırarak, ona el salladım. Az önceki gülümsemesi, kahkahaya dönüştü.

''Anne!'' diye bağırarak tekrar içeriye koştu. Öyle mutlu olmuştu ki dayanamayıp tekrar çıkıyor, konuşmadan sadece gülerek tekrar içeriye giriyordu.

Mutfaktaki bulaşıkları toparlamak ve akşam yemeğini yapmak için içeri girdim.

O gece ne zaman balkona çıksam, küçük kızı ya balkonda ya da evlerinin penceresindeki tülü aralamış olarak bizim eve bakarken gördüm.

Gece neredeyse 24.00 olmuştu, küçük kız uyumamış, araladığı perdeden bana bakıyordu. İşte o zaman, onun ne kadar yalnızlık hissettiğini anladım.

Bir ''Merhaba'' bile onu mutlu etmeye hatta çok geç saate kadar uyumadan, ona selâm veren kişiye mutlu gözlerle bakmasına yetmişti.

Aradan birkaç gün geçti. Artık etrafa biraz daha alışmış ve biraz daha güvenle bakıyordu, yeni komşumuzun küçük kızı... Bütün gün tek başına balkonda duruyordu. Balkonda ip atlıyor bazen de karşısına hayali arkadaşlar koyarak yer değiştire-değiştire oynuyordu.

Ben de bu şehre taşınalı, 2 yıl olmuştu.

Adının Buse olduğunu sonradan öğrendiğim, yeni komşumuzun küçük kızından tek farkım; balkonda tek başına oyun oynamamamdı ama ikimizde yalnızdık ve ikimiz de balkonda tek başımıza oturuyorduk.

Daha sonraki günlerde Buse ile balkondan balkona konuşmaya başladık. İlk işi adımı sormak oldu. Araç trafiğine tek yönlü açık bir cadde olan; aramızdaki mesafe, araç sesinden, sesimi bir türlü ona duyurmuyordu.

Söylediğim halde, adımı duymuyor ''Anlamadım'' diyordu.

Ya konuşmayı uzatmak için ''Anlamadım'' numarası yaparak benimle konuşmak istiyor veya gerçekten anlamıyordu.

Sonunda çok yüksek sesle ''Buse, sen bana nine de'' dedim. Nihayet sesimi duymuş, söylediğimi anlamıştı.

Artık her sabah, caddemiz; beni görür-görmez, Buse'nin ''Günaydın nine'' sesiyle çınlıyordu. Buse artık hayali arkadaşıyla konuşmuyor, balkonda beni bekliyor, benimle konuşuyordu.

Her şeyi ama her şeyi soruyordu. Buse çocuktu ama ben elli yaşında bir insandım. Sokağı andıran, bu işlek dar caddemizde; Buse'nin her sorusuna yanıt vermem mümkün değildi.

Öyle özel sorular soruyordu ki yanıt versem tüm cadde esnafı ve yakın komşularımız özel hayatımız hakkında bilgi sahibi olacaktı. Bazen Buse'nin ahret sorularından kurtulmak için ona mahsusçuktan küsüyordum, ama o mu benim, ben mi onun yalnızlığını paylaşmıştım tartışılır! Galiba ikimizde yalnızdık.

Ben, bu şehirde yabancı olmanın yalnızlığını, Buse bu mahalle ve eve yeni taşınmış olmanın yalnızlığını çekiyordu.

Mahsusçuktan küstüğüm Buse'nin ne kadar üzüldüğünü görünce, dayanamıyor yine konuşuyordum.

Buse, ilköğretim 1. sınıf öğrencisiymiş. Öğleden sonraları yarım gün okula gidiyordu. Ben, çok geç yattığım için sabahları geç kalkıyordum. Oğlumu okula geçirdikten sonra tekrar yatıyor, saat:11.00 gibi tekrar kalkıyordum.

Her sabah, ya balkon ya da evlerinin penceresinden Buse'yi bizim balkona bakarken buluyordum. Meğer sabah saat 09.00 gibi kalkıyor, ben çıkıncaya kadar balkon veya pencerede benim çıkmamı bekliyormuş.

Beni görünce ''Günaydın nineciğim!'' deyip, içeri giriyor ve yemeğini yiyip, önlüğünü giydikten sonra, annesinin tarayıp, şekil verdiği saçlarını illâ bana gösteriyor sonra el sallayıp annesiyle birlikte okulun yolunu tutuyordu.

Günler günleri kovalamış, okullar yarıyıl tatiline girmişti. Oğlum gibi Buse de karnesini almıştı.

Buse'ye olan bu yakın ilgimi, oğlum kıskanmaya başlamıştı, ama ne olursa olsun, oğlumdan gizli de olsa Buse'ye bir karne hediyesi almak istiyordum. Oğluma tabi ki almıştım. Siparişi zaten çok önceden verdiği için hediye de sayılmazdı aslında... Siparişini yerine getirdim demek, daha doğru olur.

Emekli maaşı ile hem kendi evimize gelen faturaları ödemek hem de bu şehirde kira verip, fatura ödemek, epey ağır geliyordu. Kıt kanaat geçiniyorduk kısacası...

Ne olursa olsun; bu küçük arkadaşıma bir hediye alacaktım.

Pazara gittim. Oyuncak satan tezgâhta fiyatları görünce almak istediğim bez bebeği alamayacağım için çok üzüldüm. Çocukluğumda hep; büyük, oyuncak bir bebeğim olsun istemiştim. Belki de bu nedenle; hangi kız çocuğuna oyuncak hediye alsam, hep büyük bir bebek alıyordum.

Bu bez bebek o kadar güzeldi ki aslında Buse'ye mi, kendime mi almak istiyordum bilmiyorum fakat çok pahalıydı.

Biraz içim burkularak, oyuncakçı tezgâhından ayrıldım. Tam pazarın çıkışına gelmiştim ki ''Ne alırsan 2 Lira'' yazan bir tezgâhta; biraz kirlenmiş, fakat az önce almak isteyip de pahalı olduğu için alamadığım bebeğin, aynısını gördüm. Buse bebeği aldığın da benim kadar sevinir miydi, bilmiyorum?

Hemen bebeğe doğru yöneldim ve benden önce başka biri elini uzatıp alacakmış gibi; telaşla, bez bebeği kaparcasına aldım ve 2 Lirayı verip, satıcının poşete koyduğu bez bebekle koşarcasına evin yolunu tuttum.

O kadar mutluydum ki Buse'nin ne kadar mutlu olacağını, kendi mutluluğumdan tahmin edebiliyordum.

Eve gelir-gelmez bez bebeği çamaşır makinesinin içine koydum ve biraz deterjan koyarak yıkadım. Çamaşır ipine astığım da; Buse bebeği gördü. Bir süre sessizce baktıktan sonra beklediğim soru geldi:

''Nine! Bebek kimin?'' dedi Buse...

''Benim'' dedim. ''Kızım çok uzakta, ben de kızımın yerine onu seviyorum.''

''Hı'' dedi. Biraz hayal kırıklığıyla...

''Adı ne?'' dedi.

''Gül'' dedim.

Buse, bebekten gözlerini alamıyordu.

Aradan iki gün geçti. Yarıyıl tatili nedeniyle kendi evimize gitmek için oğlumla valizleri hazırladık o gece...

Bez bebeğe kıyamıyordum. Çocukluk hayalimdi o benim... Ama vicdanım da elvermiyordu. Ben onu Buse'ye karne hediyesi olarak almayı istemiş ve sonunda, inanamadığım kadar değerinden ucuz bir fiyata bulmuş ve almıştım.

Ertesi gün valizleri alıp, oğlumla otogara gitmek için evden çıkarken, bez bebeği güzel bir poşete koydum. Apartman kapısından çıktığımız da, tahmin ettiğim gibi, Buse'yi balkonda gördüm. Elimizdeki valizleri görünce;

''Nine!'' diye bağırdı ama gözleri doldu.

''Sepeti camdan aşağıya sarkıt Buse'' dedim.

Koşarak içeriye girdi ve pencereden, annesinin yardımı ile sepeti sarkıttı. Bez bebeği sepete koydum ve Buse'ye elimle öpücük işareti yaparak, otogara gidecek minibüs durağına doğru yürüdük.

Arkamızdan neler mi olmuş? Tahmin edersiniz... Önce bir sevinç çığlığı kopmuş ve Buse'nin ''Gülüüüüüm! Benim! Benim oldu! Ninem bana verdi...'' sesiyle cadde adeta inlemiş!

( Buse - Sebahat Mayda Yavuz başlıklı yazı Semay tarafından 14.10.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu