O ev ki, her girdiğimde, beni derinden etkileyen, maziye döndüren, etrafta dolaşan küçük Safa ve ailesiyle konuştukça,onları gördükçe ağlayacak gibi olmama sebep olan havasıyla yine sarmıştı bütün varlığımı. Ama o günün farkı vardı. Benim zaman tüneline girmemi engelleyecek, o ana aitliğini bana sürekli hatırlatan bir emare vardı yanımda. Girişteki küçük antrenin açıldığı Amerikan mutfaklı küçük salonda renkleri biraz solmuş, fazlasıyla tozlu o yeşil kadife oturma takımlarını gösterdim Simya’ya. “Çok tarihi bir takımdır” dedim “Taa anneannemin gençliğinden. Ama ben halâ yaşatmaya çalışıyorum.” Simya, bu küçük salondan büyülenmiş gibiydi. O iri gözleri merakla daha da iri bakıyor ve uzun kirpikleri de hızla açılıp kapanıyordu. Uzak doğuyu karış karış gezmiş, Japonya’da, Hong Kong’da, Tayvan’da güzel ve renkli günler geçirmiş, gençliğimin her türlü nimetinden faydalanmış ben, neden bu gözü açılmamış ama isyankar duruşlu kızın karşısında şaşkınlaşıyor, doğal oluyor, ve böyle oldukça korkup neden patronluğumun arkasına sığınıp daha gizemli, daha ağır kanlı hale gelmeye çalışıyordum? “Ne kadar güzelmiş bu ev. Hep eski eşyalar var. Hiç bozulmamış değil mi?”  dedi usulca. “Bozdurmadım çünkü.”dedim. “Anneannemindi bu ev, o öldükten sonra bütün hisseleri topladım. Bu ev benim tek evim küçük hanim. Belki çok zengin görünüyorum ama gerçekten bu evin borçlarını ödüyorum.” Ben aptaldım, böyle zırvaladığım için o an tiksindim kendimden. Sırası mıydı, saçma sapan bir konu açmanın. Kız bana “ev kimin?” mi demişti? Mecbur bu cümleden sonra, gergin bir görüntüde olmam gerekliydi, ondan karşıt bir cevap alma olasılığı için. Biraz durakladı, güldü. “Ayol durun, ben “ev kimin?” diye sormadım ki!” demez mi? O gülüşe dolu dizgin bir sempatiyle nasıl katıldım bilemezsiniz, nasıl rahatlamıştım. Sonra, Simya yüzünü, ellerini yıkamak istediğini söyleyerek tuvalete gitmişti. Belli ki, makyajlar tazelenecekti. Kendimi uzun yeşil somyanın üzerine, elimdeki anahtarı da kenarları aşınmış cam sehpanın üstüne attım. Kendi kendime gülümsedim. Ben de o arada,  gömleğime bastırarak gözlüklerimi temizledim. Salonda her köşeye baktım, baktım, baktım. Neredeyse, bir aydır buraya gelmediğimi fark ettim. İşlerden fırsat mı kalmıştı!  Sonra, Gümüş Abla’nın, Simya’yı arkadan arkaya süzüşü aklıma geldi. En son,  siparişlerimizi aldığında kapıyı kapatırken, göz göze geldiğimde, inceden bir tebessüm buldum yüzünde. Bu memnuniyet gülümsemesinden daha çok, gençliğimin zaaflarına verilen bir selam gibiydi. Şimdi, ne yaptığımızı düşünüyordu ki Simya ile? Nasıl bir hayal gücü vardı? Yine kendi kendime gülümsedim. Ben ki bütün bu zannedilenlerin dibini köşesini yaşadım çekik gözlülerin ülkesinde, böyle saklanmadan, kaçmadan, aleni. Ben bunları düşünürken, Simya geldi, karşımdaki tekli koltuğa oturdu. Belli ki, evi gezdirmemi bekliyordu. “Gezdireyim mi odaları?” dedim. Bu devrik cümle kurma alışkanlığım lise yıllarına dayanıyordu. Lisedeki edebiyat hocamızın baskın devrik cümle ve kelime oyunları yapma özelliklerinden etkilenmiş ve sonraki hayatım boyunca, mutlaka yazılarımda, konuşmalarımda bu şekilde kullanmıştım Türkçe’yi. Tabii ki kabul etti Simya’cığım, önde ben arkada o, önce alt katı dolaştık. Alt katta iki de küçük oda vardı. Biri anneannemin odasıydı, diğerin de ise ben ve Cüneyt Abi kalırdık, o zamanlar çift katlı ranza vardı odada. Altta ben yatardım, iki kere düşüp, birinde kolumu çatlattığım, diğerinde başımı şiddetli bir şekilde çarptığım için anneannem beni alttaki yatağa almıştı. O zamanlar buna çok bozulmuştum. Cüneyt Ağabeyim ile aramda 11 yaş vardı ve ben daha ilkokula henüz başlamışken o kolejden mezun olmuştu. Dolayısı ile yazlıktaki o odada uyurken ranzadan düşmeyecek kadar yetişkindi. Acı bir gülümseme oturdu yüzüme, geçmişe gittikçe hafızam. Şimdi o eski demir ranza yerine büyük bir çekyat koyulmuştu. Seneler seneleri kovalamış ve o ilkokuldaki masum Safa yerine, hayatın her türlü yolundan geçmiş ve genç yaşında patronculuk oynamak zorunda kalan arada kalmış bir garip Safa gelmişti. Ben o odanın kapı girişine yaslanmış bir elim cebimde, bir elim karnımın üstünde, gözlerim bir noktaya dalmış gitmişken, Sol koluma değen bir sıcaklık ile kendime geldim. “Çocukluğunuzu anlatıyordunuz, birden sustunuz..” diyiverdi benim taçsız kraliçem. Sonra odaya doğru önüme geçti. Başını biraz eğdi ve yere bakan gözlerime eğildi gözleri. “Üzülmeye mi geldiniz buraya” Tam ona cevap verecektim ki, Mahide yengem aradı beni yarın akşamki yemeğe beraber gidelim diyordu, dayım İngiltere’deki toplantıya gidiyor olacaktı, ona olumlu yanıt verdim. Sonra tam onunla görüşmeyi bitirdiğimde, fabrikadan muhasebe müdürümüz Tuncay Abi, tedarikçiye yarın yapılacak bilmem kaç liralık ödemenin ötelenip ötelenemeyeceğini soruyordu, onu ikna etmeye çalıştım.  Sonunda iki etapta ödememizin bizimi için daha uygun olduğunu, bunun tedarikçiye kabul ettirilmesi için, yarın topun bende olduğu sonucunu çıkardık. En nihayetinde de babam aradı. Nerede olduğumu soruyordu, arkadaşlarla takıldığımı söyledim. Yarın sabah toplantıdan sonra, Sanayi Odasındaki toplantıyı hatırlattı. Onunla odada buluşacaktık. Ona da laf yetiştirdikten sonra, artık konuşmaktan ve gerilmekten yorgun bir halde tam telefonu kapamıştım ki, ısmarladığımız yiyecekler geldi. Oralarda ev yemeği yapan birkaç restoran vardı. Ben orada sipariş verdiğimde, Gümüş Abla istediğim lezzete göre, nereden ısmarlamam gerektiğini biliyor ve her şeyi ayarlıyordu. Sefertasları ile gelen sıcak yemekler ile birlikte dondurmalı ev baklavası, sulu bir karpuz ve buz gibi limonata gelmişti. Kapıdaki çocuğa bol da bahşiş bırakarak gönderdim. Mutfağa geçtik beraber. Son yarım saatten beri telefonla görüştüğüm için kırgın gibiydi Simya. “E, Simya  hiç sesin çıkmıyor, patronunla birlikte yemek yiyorsun ve bir evde yalnızız.” Ne patavatsızım diye düşünürken saniyesinde cevap gelmişti bile. “Ne yapmamı bekliyorsunuz? Siz alışmışsınız yabancıların muamelesine” demez mi? Mutfak tezgahında yan yana durmuş birimiz yemekleri tabaklara servis ederken, diğerimiz de içecekleri bardaklara boşaltıyordu. Ondan bu çıkışı duyunca, elimdeki tabağı tezgaha bıraktım. Nedense bu cümle birden kızdırmıştı beni. Suratımın birden düştüğünü görmesin diye mutfağın köşesinde duran o eski teybi açtım, içinde Emel Sayın’ın “Gücendim Sana” kaseti vardı, bastım “Play” tuşuna.

Yıllar sonra bir gün adım anılmış
hatırlamamışsın gücendim sana
demek ki maziden bir şey kalmamış
kimdi o demişsin gücendim sana

gücendim sana gücendim sana
kırıldım bir tanem gücendim sana

sana kin tutamam laf söyleyemem
nasıl unutursun nasıl diyemem
benim ki yalnızca küçük bir sitem
kırıldım bir tanem gücendim sana

yıllardır varlığın tek tesellimdi
senin mutluluğun sanki benimdi
tanınmaz bilinmez mi olduk şimdi
kimdi o demişsin gücendim sana

 

Bir yandan evi dolduran hoş bir melodi çalıyor, bir yandan ben konuşmaya başlıyordum. “Aşk olsun, gücendim sana Simya, çok mu vefasız, çok mu hovarda görünüyorum oradan?”  “Hayır, öyle bir sordunuz ki, ya sizden korkmam gerektiğini söyleyecektim, ya da ne yapmam lazımdı?” Yine kızgınlık nöbetlerim geliyordu. Beni  bozan ya da köşeye sıkıştıran ya da aptalca olduğunu düşündüğüm cevaplar karşısında yaptığımı yapıyordum, yani geriliyordum. Gözlerim takılı kaldı Simya’da ve “Tamam Simya, gittikçe batıyorsun, Sus Allah aşkına!” deyiverdim. Elimdeki iki servis tabağını masaya koydum geri kalanını zaten o halletmişti. Masa çok güzeldi ama tadımız kaçıktı artık. Sessizce başladık lokmalarımızı yemeye. Tabaklarımızda, biraz patlıcan bayıldı, biraz bulgur pilavı ve biftek ızgara vardı, Yanında da bol salata almıştık. Bir an birbirimize değdi bakışlarımız.Resmen gözlerimizle kovalamaca oynuyorduk. Ben önüme eğsem de başımı, onun bana bakışlarını hissedebiliyordum. O yemeğiyle ilgilendiği sırada ise ben bütün arzularımla ona odaklanırken yakalıyordum kendimi. O arada bir anda işle ilgili konuşmaya başladı. Benden onay beklenen ve acil birkaç konunun bende olduğunu hatırlatıyordu. Biraz sıkılmıştım, ben onu tanımak istiyordum ve benim en mahrem yaşam alanımı görmüştü. Ama o ısrarla  gitgeller ile uğraşmaya çalışıyordu benle. Ben onunla bir arkadaşlık tesis etmek istiyordum, o da bunun karşılığında beni süründürmek…
( Bir Buruk Genclik Hikayesi 7 başlıklı yazı canayhanim tarafından 18.12.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.