Kalpler silahla değil, sevgi ve yüksek gönüllülükle yenilirler.

                                                                        Baruch Spinoza


 


Yatılı Sağırlar Okulu’nda etüt öğretmenliği yapıyordum. Grubumdaki öğrencileri akşam yemeğine aldım.

Yemekten sonra öğrenciler bir miktar dinlenerek bazıları çay içiyor, masa tenisi oynuyordu. Kimileri de dersliklerinde kitap okuyor, bir şeyler yazıyorlardı. Ben de diğer etüt öğretmenlerimizle birlikte öğretmenler odasında çay içerek sohbet ediyordum.

O sırada bir öğrenci içeriye girerek heyecanlı şekilde, yarı konuşma yarı işaretle bir şeyler anlatmaya başladı. Ters bir durum olduğunu anlamıştık.

İşaretle ve aynı zamanda konuşarak; “Ne oldu?” diye sordum.

Eliyle “gelin” işareti yapıp koşarak çıktı. Biz de arkasından çıktık. Koridorda bazı öğrenciler belirli belirsiz konuşarak telaşla bağırıyorlardı. Öğrencileri takip ettik.

Yaklaştığımızda, birinci sınıflardan Ferhat adındaki öğrencimin, dersliğin ortasında sırtüstü yattığını gördüm. Hemen eğildim kollarından tutarak hafifçe sarstım. Her hangi bir tepkide bulunmadı. Eğilip nefesini dinledim. Nefes alıp veriyordu.

Çocuklara dönerek; “Düştü mü?” dedim.

Çocuklar; “hayır” şeklinde başlarını salladılar.

Bazıları yemek işareti yapıyordu. Durum aşağı yukarı anlaşılmıştı. Yemek zehirlenmesi ihtimali vardı. Hemen okulun minibüsü çalıştırıldı. Ferhat’ı alarak hızla yakınımızdaki çocuk hastanesine götürmek üzere yola çıktık.

Araçta benle, okulun hizmetlilerinden birisi vardı. Hasta hanenin acil kısmına yanaştık. Ferhat’ta hala herhangi bir kıpırdama yoktu. Fakat nefes alıp veriyordu.

Hizmetliye; “Koş bir ambulans iste” dedim.

Hizmetli az sonra geri geldi: “Hocam ambulansta yok, kimse de yok” dedi.

Durum kritikti, hemen Ferhat’ı sırtıma aldım. İçeriye girdik. Gerçekten de acil serviste hiç kimse yoktu. Ambulans bulamadık.

 Hastanenin içinde, sırtımda Ferhat rastgele ilerlemeye başladık. Hizmetli kılıklı bir bayan önümüze çıktı. “Doktor yok mu?” diye bağırdım.

“Var, herhalde yukarıda odasında” dedi.

Ben, şoför ve bizim hizmetli, hem yürüyor hem de “doktor” diye bağırıyoruz.

O arada Ferhat kusmasın mı? Öğürmesiyle birlikte her tarafım kusmuk içinde kaldı. Hatta bir kısmının da boynumdan sırtıma doğru aktığını hissetim. Benim buna aldırdığım yok. Yeter ki Ferhat iyileşsin.

Biz bu halde epey gürültü yapmış olacağız ki, yukarı katta hayli meraklı kişi odalardan dışarı çıktı. Bunlar, yatar hasta yakınları olmalıydı.

Bu arada beyaz önlüklü bir genç önümüze çıkarak; “Ne bağırıyorsunuz, burası Dingo’nun ahırı mı? İçeride bir yığın hasta yatıyor. Hepsini rahatsız ettiniz.” diyerek önümüzü kesti.

Hemen söze girdim: “Doktor bey çocuk…çocuk zehirlendi galiba…”

İlgi ve müdahale beklerken O bağırarak sözüne devam etti: “Zehirlendiyse ne olmuş, bana güvenerek mi zehirlendi?”

Benim sıkıntıdan ve yükten alnımdan terler boşalıyor. Adamın tındığı yok. Üstelikte azar işitiyoruz. O anda üzüntüm sinire dönüştü.

 Gayri ihtiyari bağırmaya başladım: “Allahın cezası, şu halimizi görmüyor musun? Çocuk ölmek üzere. Önce bir müdahale et sonra da ne söyleyeceksen söyle.”

Böyle bir tepki beklememiş olacak ki birdenbire şaşırdı. Bu sefer hayretle bakmaya başladı. Adam sanki donmuştu.

Tekrar bağırdım: “Doktor musun kazık mısın be adam, bize bir şeyler söyle, bir şeyler yap.”

Uykudan uyanır gibi; “Getirin şu müdahale odasına yatırın” dedi.

Hemen gösterdiği odaya girerek Ferhat’ı üzerimden atar gibi sedyeye bıraktım. Yüzünü görmem gerekiyordu. Sırtımda olduğu için bakamamıştım. Çocuk solan bir gül gibi sesiz bir yığındı adeta. Gayri ihtiyari gözlerim doldu.

Ferhat’ın elini tutarak ağlamaya başladım. Üzüntü öfke ve acıma duygularıyla ne yapacağımı şaşırtmıştım. Ellerim dolaşarak yakasını açmaya çalıştım. Adeta doktor sandığım şahsı elinden tutarak zorla müdahale etmesini isteyecektim.

Fakat o kadar soğuk ve ilgisiz duruyordu ki, hırsımdan deli olacak gibiydim: “Hadi doktor çabuk edin” dedim.

Doktor sandığımız şahıs hayretle beni süzmekten vazgeçerek: “Nasıl zehirlenmiş, ilaç mı?” dedi.

“Yok, galiba yemekten” dedim.

“Tamam bir bakalım” diyerek Ferhat’ı kendine göre tetkik etmeye başladı. Sonra da; “Kustuğuna göre korkacak bir şey yok.” Sonra da bana bakarak üzerimi gösterip; “Galiba yediklerini de tamamen çıkarmış” dedi.

Bir kaç işlemden sonra Ferhat yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Ferhat’ın bu durumunu gördükçe tedirginliğimi üzerimden atmaya, rahatlamaya başladım. Az sonra da normale döndü.

Bu arada da ilgili şahısın nöbetçi doktor olduğunu, o anda odasında uyuduğunu, kendi ağzından öğrenmiş olduk. Ortam yumuşadıkça karşılıklı konuşmalar da olumlu şekilde ilerliyordu.

Doktor bana dönerek; “Çocuğun babası mısınız?”  dedi.

-Hayır öğretmeniyim” dedim.

O anda doktorun sanki dudakları uçukladı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Gayri ihtiyari konuşmaya başladı: “Yanlış duymadım galiba, siz bu çocuğun öğretmeni misiniz?”

“Evet” dedim.

“Peki bu üzerinizin batmış durumu, gösterdiğiniz ilgi, telaş neyin nesiydi? Üstelik elin çocuğu için bana bağırdınız, hakaret ettiniz. Anlayamıyorum.”

Doğru, anlamakta güçlük çekiyordu. Oysa çocuk hastanesi doktoruydu. Anlaşılan, bir öğretmende olan sevgi O’nda yoktu. Olsaydı görevini böyle yapmaz, bu şekilde hayret etmezdi.

Bu çocuk benim öğrencim. Yatılı olarak okuyor. Babası bana emanet etti. Artık benim oğlum oldu. Babasının gözü arkada kalmamalı. Merhametin ve sevginin eli olmaz.” şeklinde açıklama yaptım.

Konuşmalarımı dinleyen doktor,  Ferhat’ın elini tutan bana dönerek üzgün bir tavırla; “Hocam yaptığım davranışlardan dolayı çok mahcubum. Sizin düşünce ve yaptıklarınızın önünde saygıyla eğiliyorum. Ben aynı zamanda bir babayım. Sizde olan sevgi ve özveriyi ben kendi çocuğuma bile gösterememiştim. Bana insanlık dersi verdiniz. Bu akşam benim için dönüm noktası. Galiba bundan sonra yaşantım farklı olacak.” diye duygularını belirtti.

Sonucun böyle olumlu bağlanmasına sevinmiştim. Ne de olsa emeği geçmişti ve hatalarından dolayı pişmandı.

“Hakkınızı helal edin, yine de çok yardımınız oldu. Sevmekten kimseye zarar gelmez, hele de çocukları” diye cevap verdim.

“Ödeştik” diyerek tebessüm etti, el sıkıştık.

Hastaneden çıkarken Ferhat’la şakalaştık. Kendisine çok korktuğumu söyledim. O’da elbiselerimi göstererek “bunlar ne olacak” şeklinde işaretle sordu.

Gülümsedim; “Sen kurtuldun ya gerisi kolay” dedim.

Gece saat 00.30 civarında eve geldim. Pejmürde bir halim vardı ve çok yorgundum.

Eşim; “Yine ne oldu” dedi.

“Bir şey yok, her şey yolunda. Berbatım, yorgunum ve mutluyum” şeklinde cevap verdim.

O, “hiçbir şey anlamadım” şeklinde başını salladı, haklıydı. Ancak gecenin bu saatinde bu moralle bir şey anlatılamazdı. Olanları sonra anlatacaktım zaten.

Artık biraz uyumak lazımdı. Yarın üniversitede sınavım vardı zira.




( Öğretmenin Dünyası başlıklı yazı KARAM-41 tarafından 6.11.2014 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.