1 Bir Cuma Günü


 

Bu gün Cuma, müminlerin bir araya geldiği, birbirlerini kucakladığı, hatırların sorulduğu, dünya gurbetinden gerçek vatana göç edenlere rahmetlerin okunduğu, yakınlarına taziye ve sabırların temenni edildiği, hastalara şifalar dilenildiği gün.

Camiler tıklım tıklım. Bahçeleri dopdolu, sokaklarda münferit seccadeler, karton kutular üzerinde gençler. Yeşillikler içinde, muştu veren, sanki tehlikelere şemsiye olmuş kurşuni kubbelerin yanında, göklere yükselen narin minarelerden hüzme hüzme gönüllere yol alan sala sesleri.

Güvercinler, günün farklı olduğunun, her günkünden daha fazla yem saçılacağının idrakinde. Çünkü bu gün Cuma.

Bir güz yağmurunun yüreklere ferahlık veren duruluğu, ıslanan bedenlere havanın soğukluğunu unutturmuş. Kimse “ıslanmayayım”, ya da “üşümeyeyim” endişesinde değil. Zira caminin içi dolmadan, bahçesi cemaatle dolmuş.

Şadırvandan, su yerine huzur akmakta adeta. Ak güvercinler, abdest alanların yanı başında. Ürkmeden, korkmadan, dokunduğunuzda kaçmadan. Öyle bir uhrevi hava var ki, üzüntü ve sıkıntıları gizli bir el söküp götürmüş adeta.

 

Ömer’in her Cuma kalbinde kelebekler uçuşurdu. Yüreği bu saatlerde buruk ve ince olurdu. Camiye girmeden, avludaki hasırların üzerine diz çöktü, cep telefonunu sessize aldıktan sonra, başını hafifçe eğerek kalp yastığına koydu, kırık ve hüzünlü bir duygu ile dinlemeye başladı.

Vaaz eden Hocaefendinin sesinden, yürekleri ferahlatan dalga dalga huzur yayılmakta. Üslubu tatlı ve sıcak. Tehdit etmeyen, korkutmayan, ötelemeyen, uzaklaştırmayan, ithamda bulunmayan ve yargılamayan bir ses.

İnsan ilişkilerinde mahir olduğu belli. Sözleri fesahatin ve belagatin incelikleriyle donanımlı: “Kimseyle münakaşa etmeyelim, gıybet yapmayalım, kibirlenmeyelim. Temiz olalım, temiz giyinelim, etrafımızı temiz tutalım, güzel ve uygun kokular sürünelim, temizlik imanın yarısıdır. Fakirlere, düşkünlere, onurlarını kırmadan etmeden, övünmeden, gizlice yardım edelim...”

Bu konuşmalar ne kadar sürdü bilinmez, fakat kimse rencide olmuyordu kesinlikle. İslam’ın; hoş gören, yargılamayan, aksine kucaklayan, değer veren, mutlu eden altın ibrişimlerle bezenmiş, ruhlara gönderilen davetiyesiydi bunlar.

Ömer; “değerli cemaat namazdan sonra cep telefonlarınızı açmayı unutmayınız” söylemi ile kendine geldi. Bu hali, uyuklama değildi kesinlikle, duyduklarını, düşünce fabrikasında işleyerek kalbinin derinliklerine işlemekle meşguldü. Vaazın sözlerine tebessüm etti: “Önemli bir hususu unutmadan, kırmadan ve kızmadan tebliğ edebilmek. Ne güzel bir üslup” diye düşündü.

Müezzinin “Es salah…” demesi ile cemaat kalkarak saf tuttu. Dört rekât namazdan sonra ezan okundu. Beyaz cübbe içinde, temiz ve titiz giyimli, narin, endamlı bir imam efendi, zarif jestlerle, sessizce dualar okuyarak minbere çıktı.

Sonra bir ayet-i kerime okudu, aynı mealde bir hadis-i şeriften sonra, okuduklarının manalarını kısaca açıkladı. Komşu haklarına vurgu yaptı. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadis-i şerifi ile hutbesini tamamladı. Duruşunda tatlı bir vakar, hareketlerinde kibarlık, hitabetinde kalplere seslenen anlamlı bir huşu ve ihlas vardı.

O anda, bir kelebek uçsa duyulur, bir karınca gezse, kulaklar rahatsız olurdu belki. Yürekler şeffaf, gönüller kırgın, kalpler olabildiğince incelmişti. Kim bilir, gizli kapıların açıldığı, duaların kabul olduğu an, o andı belki de.

Hutbenin ardından aynı hoca efendi iki rekât Cuma namazı kıldırdı. Kıraati tecvit esaslarına uygun, ses tonu ve tilaveti, duru, natürel, içten ve etkileyici idi. Yürekler mesut, dingin, zihinler hoş bir huzur deryasında yıkandı durdu namaz süresince.

Ve “esselâmu …” hitabıyla selamlar verildi, namaz tamamlandı.
Bu namazdan sonra cemaatin bir kısmı dağıldı, kalanlar münferit kılmaya devam ettiler. Nihayetinde müezzinin; “Ala Resulüne Salavat” demesi ile cemaat da namazlarını tamamlamış oldu. Birlikte tespihler çekilerek dualar edildi.

Münacat kapılarının aralandığı o anda, kalpler teslimiyetin hazzını yudum yudum içtiler. Kimler neler diledi, neler oldu bilinmez. Lakin Yüce Mevla’nın merhametinin ve ihsanının bol bol saçıldığı zamanlardan biriydi şüphesiz. İsteyen elbette kavuşurdu.

 

İşte bir Cuma yine huzur içinde ifa edilmişti. Ömer, ellerini yüzüne sürdükten sonra kalktı. Hafiften yağmur çiseliyordu. Ilıktan öte, azıcık üşüten bir hava vardı.

Son cemaat, çıkışları kalabalıklaştırmıştı. Kimi ayakkabısını, kimi de şemsiyesini bulmaya çalışıyordu. Bazıları da cep telefonlarını açmanın gayreti içindeydi.

O ara Ömer’in gözüne kapıdaki dilenciler ilişti. Çok merhametli olmasına rağmen dilencilikten pek hoşlanmazdı. O’na göre, fakir, haysiyetli ve onurlu olmalı, mahcubiyetini arsızlığa dönüştürmemeliydi. Dilenerek ar damarını yırtmak yerine, rencide edilmeden yapılan yardımları, utanmadan alabilmeliydi.

Burada sosyal devletin de sorumluluğu büyüktü elbette. Gerçek fakirleri, insanların merhametini sömüren açık gözlerden ayırmalı, durumlarına göre sorunlarını çözmeliydi elbette.

Bu düşünceler içinde cami avlusundan çıkarken, dış kapıda, yardım isteyen bir bayan dikkatini çekti. Kucağında yarı çıplak bir bebekle yağmur altında ıslanmaktaydılar. Bayanın soğuktan moraran elleri bomboştu.

Ömer bir anda sallandığını hissetti. Gözleri karardı, başı döndü. Yüreğinin başına bir sızı oturmuştu. Eliyle duvara tutundu.

“Bu nedir Ya Rabbim! Gördüklerim doğru mudur? Bir insan kadınlık ve annelik haysiyetini para için ayaklar altına atabilir mi?” diye düşündü. Bir çıkış bulamıyordu.

Ömer biraz kendisini toparladıktan sonra, gitmekle gitmemek arasında vicdanını yoklamaya başladı. Bir yanı; “ bu bir düzenbaz, kendisini ve çocuğunu suiistimal ederek, vicdanları sömürmeye çalışıyor, sakın para verme” diyor, diğer yanı ; “insanları yargılama, ne olduğunu nerden biliyorsun, ya gerçekten muhtaçsa, mutlaka yardım etmelisin” diye zorluyordu.

Az önceki vaazı hatırladı: “ Fakirlere, düşkünlere …” Sonra da hutbede ki; “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” sözlerini.

“Ne yapmalıyım” diye dudağını ısırıp durmaya başladı. Sonunda kararını vermişti. Gerisin geri dönerek şadırvanda oturdu. Az sonra da caminin diğer kapısından çıkarak iş yerine geldi. O bayanı tekrar görmeye merhameti el vermemişti.

 

Ömer hali vakti yerinde olan, 30-40 kişilik bir personelle kendisine ait bir holdingi idare eden genç bir girişimciydi. Odasına geçtikten sonra, görevli personel kapıyı tıklattı: “Efendim yemeğinizi getireyim mi? Şu anda hazır” diye tebessümle sordu.

Ömer’in iş yerindeki ilişkileri, sevgi ve saygı ortamında yürürdü. Çalışanlar  çekinmez, çok severlerdi. Bu yüzden rahat, fakat laubali de değillerdi. Görevlinin tebessümü ondandı.

Ömer’ de bu gülümsemelere iltifatta bulunurdu elbette. Fakat şu anda yüreğinin burukluğu yüzüne yansımaktaydı. Cami çıkışında gördüklerini unutamamıştı. Sıkıntısını belli etmeyerek görevliye; “ iyi olur, hazırsa yiyebilirim “ dedi.

Yemekler iş yerinde yapılmaktaydı. Yöneticisinden temizlikçisine kadar herkes aynı yemekleri paylaşırdı. Bazen Ömer ‘de yemekhaneye iner çalışanlara katılırdı. Kimi de ofisinde yerdi.

Az sonra görevli tepsiyle odaya girdi. Üç çeşit yemek ve mevsim meyveleri vardı. Toplantı masasına bıraktıktan sonra; “başka arzunuz var mı efendim” dedi. Ömer’ in “teşekkür ederim yok” cevabından sonra “afiyet olsun” diyerek odadan çıktı.

Ömer, iç kısımdaki lavaboda ellerini yıkadıktan sonra yemek masasına oturdu. O anda yemeklerin her biri Ömer’e kırgın tavırla bakar gibi geldi. Yüreği kabardı, gözleri nemlendi: “Acaba doğru muydu” diye bebekle annesinin dramatik halleri göz bebeklerine oturdu. Gerisin geri kalktı, çalışma masasına geçti, başını ellerinin arasına alarak düşünmeye başladı.

O sırada telefon çaldı, heyecanla açtı, beklediği kişiydi arayan. “ Hocam buyurun, inşallah hayırlı haberdir verecekleriniz” diye dikkat kesildi.

Arayan Cuma namazını kıldığı caminin imamıydı. Uzun uzun konuştular. Ömer sık sık “başını salladı, zaman zaman hayretini dile getirdi. Sonunda da; “Allah sizden razı olsun hocam” dedi. Dilek ve temennilerle telefonu kapadı.

Ömer cami kapısında gördüklerinden sonra, geri dönerek cemaatin dağılmasını beklemiş, caminin hocasından durumu öğrenmesini rica etmişti.

Hoca efendinin araştırması sonucunda, bayanın işsiz, uygunsuz biriyle evlendiğini, kocasının kendisini terk ettiğini, bayanın onurlu biri olduğunu, sefalet hayatına dayanamadığından, sadece camilerde dilendiğini öğrenmiş, bu bilgileri telefonla Ömer’e ulaştırmıştı.

Aradan üç gün geçmişti. Ömer, bayan bir personel almıştı. Temizlik işlerinde çalışacaktı. Bina sorumlusunu çağırarak, kucağındaki bebekle yanında duran bayanı gösterdi: “ Bayana işini tarif edin ve öğrenene kadar da yardımcı olun. Çocuğu, bizim kreşte kalacak iş süresince.” diye tembihledi. Sonra da muhasebeye, ilk maaşını peşin vermelerini söyledi.


Herkes çıktıktan sonra mutlulukla koltuğuna oturdu. Büyük bir yük omuzlarından kalkmış gibiydi. Şükürler olsun sana Ya Rabbim diye hamt etti.





 

( Bir Cuma Günü başlıklı yazı KARAM-41 tarafından 14.11.2014 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.