1
Dr. Safa’nın iki haftalık bir tatili
vardı. Tatilin bir kısmını hızlı trenle giderek Kyoto’da ve çevresinde geçirmek
istiyordu. Babasının otuz yıl öncesine ait İngilizce olarak yazıştığı, o Japon kadını
arayıp bulmak için vakti olacaktı. Bunu çok istiyordu. Diğer yandan aramanın ne
faydası olacaktı onu da bilmiyordu. Her şeye rağmen bu konuda kararlıydı.
İsteğine kavuşabilmek için, fedakârlık yapmaya, bir bedel ödemeye hazırdı.
İçinden bir ses, “bir çıkış yolu
mutlaka vardır,” diyordu. O kadının ismini Fecabook gibi birçok sitede aramış
ama onun ismine bir türlü rastlayamamıştı. Aslında bu biraz da Tokyo’dan bir
kaçış, bir uzaklaşma da sayılabilirdi. Kafasını dinlemek, stres atmak ve kısa
bir macera yaşamak gibi bir şeydi.
Duyguları iradesine galip gelmişti. Hem
neyi değiştirecekti ki? Ama her şeye rağmen gidecek ve arayacaktı.“Bulamasam da
Japonya’nın farklı yerlerini görmüş ve gezmiş olurum,” diye düşündüğü oluyordu.
“Belki şansım yaver gider de fazla
zorluk çekmem. Oradan oraya dolanıp durmam,” diyerek kendine şans diliyordu.
Aslında şans denilen şeye pek de inanmazdı. Bu birazda dil alışkanlığı gibi bir
şeydi. Şansın biraz daha fazla çalışmak, daha da çalışmak olduğuna inanırdı.
O kadını bulacağına dair içinde kuvvetli
bir his vardı. Her olay, her durumun ilgili yasası gereği, eylemlerle açığa çıkıyordu.
Fiziki yasaların yanında ruhsal yasalarda hiç şaşmadan hüküm sürdüğünü gayet
iyi bilirdi. Dünya yaşamı; bir seçimler dizisi değil miydi?
İnsanlar; ya kalbin, ya da egonun
tercihlerinden birine uymuyor muydu? Kalbinin sesine kulak veren insan, acıları
çekmeden öğrenirken, egonun sesine uyan bir takım acılardan sonra öğrenmiyor
muydu? Şans diye bilinen şey, ruhi yasalar gereği tanınan bir fırsattan başka
bir şey miydi sanki?
Kalp ki, bir ilahi lütuftur kıymetini
bilene… Yanılmaz rehberdir sesini dinleyene… Allah’ı anarak tatmin olmuş kalbin
sesi gür, kararı kesin ve nettir. Belki
bu sadece bir maceradan başka bir şey değildi. İnsanın yaşamında bazen macera
bile yaşaması gerekebiliyordu.
Adam akıllı elinde ne bir belge, ne de
bir bilgi vardı. Elinde sadece kadının ismi ve otuz yıl öncesine ait farklı
tarihlerde, farklı iki adres vardı. Biri Tokyo’ya, diğeri de Kyoto’ya aitti… Ki
o adresler de otuz yıl öncesine aitlerdi…
Geçen zamanın sararmış yaprakları
arasında kalmış, unutulup gitmiş bir hatırayı yeniden canlandırmak istiyordu.
Bir tarafı kurumuş, zamanın karşısında dik duramamış bir fidanı yeniden
canlandırmak gibi bir şeydi peşinde koştukları… Bir anıyı yeşertme umudu ve
düşüncesi içinde düşmüştü yollara… Elinde sadece otuza yakın mektup sureti ve o
kadının on yedi yaşında çekilmiş bir gençlik fotoğrafı vardı. O şehirde yaşayıp
yaşamadığını bile bilmiyordu.
Babasının gençlik yıllarında uzun bir
süre mektuplaştığı o kadını bulmayı, onu yakından tanımayı çok istiyordu. Mektuplar
daha çok duygusallıktan öte, iki gencin kendi ülkelerini ve kendi kültürlerini
birbirine aktardığı konuları içeriyordu. Her şeye rağmen o mektuplarda, bir
samimiyet ve nezaket de hiç eksik değildi.
O genç kızlığını çok gerilerde
bırakmış, orta yaşlarını yaşayan bir kadın olmalıydı artık… Yaşıyor muydu yoksa
ölmüş müydü onu da bilmiyordu. Yaşıyorsa elbette evlenmiş, çolçocuğa da
kavuşmuş olmalıydı. Adresi yerinde duruyor muydu? Aradan geçen otuz yılda kim
bilir, kimler gelip kimler geçmişti? Kim nereden bilecekti?
Tamamen bir bulmaca gibiydi. Veya iğne
ile kuyu kazmak gibi bir şey olmalıydı. Oturdukları ev kendilerinin mi yoksa
kira mıydı? Onu da bilmiyordu. Kira ise, kim bilir kaç defa yer değiştirmişlerdi.
Kendilerinin ise orayı satıp daha farklı ve daha güzel bir yere göçmüş
olamazlar mıydı?
O genç kız ki, şimdi kırk yedi
yaşlarında olgun bir hanımefendi olmalıydı. Ölmüş olabilir miydi? Bu ihtimali
düşünmek bile istemedi… Hayat bu; bazen insanı çok genç yaşta, bazen baharında
ölümün kollarına terk edip gitmiyor muydu?
Mutlaka evlenmiş ve çocukları da
olmuştu. “Çocukları olmuş ise en azından biri benim yaşlarımda olmalı” diyordu.
Çünkü mektuplarından birinde, ta o yıllarda çıkmaya başladığı bir gençten
bahsediyordu. Her ne kadar detaydan bahsetmese de, açık bir bilgi vermese de… O
gün için birinin olduğunu ansıtmıştı ya!
Hayat sınavında elindekileri ile yetinmesini
bilmiş, huzurlu olmanın yollarını öğrenebilmiş miydi? Mutluluk, mutluluğu arzu
edenlerin ve bu yolda gayret edenlerin hakkı değil miydi? Bir ömür eşlerin el
ele, yürek yüreğe vermesi ile gerçekleşmiyor muydu?
Bir başına kimin soluğu yeter ki mutlu
olmaya? Tartışmaların, kavgaların ve kaprislerin esiri olmadan, seviyeyi, saygıyı
ve sevgiyi korumayı bilmek gerekmez miydi?
Bir emek verilmeden, bir çaba
harcamadan hiçbir şey kendiliğinden oluyor muydu? Anlayışın, dinleyişin ve
hoşgörünün yerine, salt bir inat uğruna bir yaşamı yürütmek mümkün müydü?
Herkesin sevgiye, saygıya ve hoşgörüye
ihtiyacı varken, bunca olumlu enerjiyi boşa harcamak akıl karı mıydı?
O Japon kadının ismi Hitomi’ydi. Hitomi ilk yazdığı mektupta on yedi
yaşında olduğunu ve koleje gittiğini yazmıştı. Ama mektupta kolejin adından bile
hiç bahsetmemişti. Hitomi de binlerce koleje giden kızlardan sadece biriydi. Japonya’nın
sıradan ve basit bir köyünde dünyaya gelse de, hayatın onu nereye
sürüklediğini, nasıl yaşadığını, nerede yaşadığını kestirmek gerçekten güçtü…
Zamanı onu bulmaya yetecek miydi?
...
Devamı Var
...
Ant-140515