1
AĞANIN
ASİL İTİ VE AMELYE
ÖYKÜ-ERHAN
PALABIYIK
Amik Ovası, kibrit
çalıp tutuşturulmuş firez tarlası gibi yanıyordu. Toprak, su her şey
buharlaşmış, Alaeddin’in sihirli lambasından çıkan sarıklı dev gibi yukarı
doğru yükseliyordu. Ova değil de sanki bir göldü. Gökyüzünü bir sis gibi
kaplayan nem, Barişe Dağı'na çarpıp Yenişehir Gölü'ne düşüyordu. Göl
kenarındaki sulfato ağaçları kafayı bulmuş adam gibi sarsılıyor, dallarını,
yapraklarını sallıyordu. Sıcaktan kömür karası olan insanları, birbirinden ayırt
etmek zordu. Arap’ı, Kürt’ü, Türkmen’i, Çerkez’i, hepsi tandırda yanan ekmek
gibi kapkara olmuşlardı. Pamuk toplayan kadınlar, çocuklar, sıcaktan
kavrulmamak için başlarını, yüzlerini, boyunlarını keyfiye ile sıkıca
sarmışlardı, ama için için yanıyorlardı. Tarlaların başındaki kuyular da olmasa
amelyeler tutuşacaklardı. “Keremin arpa tarlası gibi tutuşmuş” sözü, Amik
Ovası'nın insanları için söylenmişti sanki. Elleri nasırlaşmış, yüzleri kırış
kırış olmuş bu insanlar, hem doğayla, hem de ağalarla savaşıyorlardı.
Yüzyıllardır süre gelen, ezenlerle ezilenlerin savaşıydı bu. Kimin kazanıp
kimin kaybettiği belli olmayan bu savaşta, kimi zaman el açan el açtırıyor,
kimi zaman da el açtıran el açıyordu. Ağalar, yine çiftliklerinde keyif
çatıyor, yoksullar da yine ağaların tarlalarında ırgatlık ediyorlardı. Yeni
doğan bebeklerin, ana rahminde doğmayı bekleyen bebeklerin bile savaştıkları,
bir savaş meydanıydı Amik Ovası.
Yine böyle bir yaz gününde Hasan Ağa, çiftliğindeki
çamların arasına kurduğu hamağında, nargilesini fokurdatıp ağır ağır
sallanıyordu. Bir yandan da tarlasında pamuk toplayan amelyeleri gözetliyordu.
Çiftliğin her tarafı çam ağaçlarıyla çevriliydi ve adeta sonbahar gibi
esiyordu. Hasan Ağa, beyaz mintanının düğmelerini açmış, kıllı göğsü ortaya çıkmıştı.
Hamağın üstüne koyduğu ince döşek kaydıkça düzeltiyor, sallanmaya devam
ediyordu. Masmavi sularla dolu havuzun içindeki karabalıklar (yayın), sanki
havuzun sonunu bulup da özgürlüğüne kavuşmak ister gibi bir o yana, bir bu yana
hızla gidip geliyorlardı. Bazen öyle ani bir hareketle dönüyorlardı ki havuzun
içine bir adam atlamış gibi “clump!” diye sesler çıkarıyorlardı. Bıyıklarını
sıvazlayan birer delikanlı gibi gidip gidip geliyorlardı ta ki meze olup ağanın
sofrasına gelinceye kadar.
Amelyeler, çiftliğin ön tarafındaki tarlada, sıra
sıra olmuş pamuk topluyorlardı. Başlarında çavuş, çavuşun başında da ağanın
vekili duruyordu. Vekil Sadık, bağıra çağıra etrafa emirler yağdırıyordu.
Amelyeler, sanki pamuk toplamıyor da yüz metre koşusu yapıyormuş gibiydiler.
Elleri adeta mekanikleşmiş, seri bir şekilde hızlı hızlı pamuk topluyorlardı.
Sağ ve sol el sürekli işliyor, kar beyazı kozayı aldığı gibi önlüğe atıyor,
tıpkı bir patos makinesi kayışı gibi çalışıyorlardı. Kimi zaman ellerine pamuk
dikeni batıyor, bir başka dikeni iğne gibi kullanıp ellerindeki dikeni
çıkarıyorlardı. Önlükleri dolunca harala doldurulmak üzere götürülüp
dökülüyordu. Haralları doldurmak için genç amelyeler seçilirdi. Önce bir
amelye, ayaklarıyla basa basa haralı dolduruyor, pamuk haralı bir kale gibi
yükselince ikisi üçü bir olup basa basa, pamukları preslenmiş hale
getiriyorlardı. Önlüklerine tutturdukları kocaman çuvaldızlarla haralın ağzını
anında dikiyor ve çavuşu çağırıyorlardı. İki kişi, omuz kantarının iki ucuna
geçip haralı tartıyorlar ve naylonun (römork) üstüne atıyorlardı. Haral,
dinlenmeye çalışan ak sakallı bir ihtiyar gibi yan yatıp kalıyordu. Amelye
çavuşu, vekilin yanına gelip defterini çıkarıyor, elindeki kopya kalemine bir
“hoh!” yapıp kocaman bir çarpı atıyordu deftere. Amelyeler de yeniden pamuk
toplamak ve bir haral daha doldurmak için kelebek gibi uçarak gidiyorlardı.
Pamuk tarlasının içinde, gün boyu süren gizli bir heyecan ve sevinç vardı.
Toplanan her gram pamuk para demek, çay, şeker, ilaç demek, düğün, düdük, gelecek
demekti. Kimi kendine bir dam yaptırmayı, kimi de sözlüsüyle evlenmeyi hayal
eder dururdu. Amik Ovası'nın sıcağı, yerdeki taşı bile kav gibi tutuşturmuştu
ama amelyeler buna hiç aldırmıyor, makine gibi çalışıyorlardı.
Hasan Ağa, hamağının üstünde sütünü içmiş bir çocuk
gibi uyudu kaldı. Hasan Ağa, hep böyle uyur kalır, nargilesinin közü ağır ağır
söner giderdi. Altın işlemeli bu göz kamaştırıcı nargileyi, Halep'ten
getirtmişti. Nargilesinin güzelliğini göstermek için gelen misafirlere, mutlaka
bu nargileden ikram ederdi… Çam ağaçları sanki rüzgar üretiyor, bir o yana, bir
bu yana esip duruyordu. Ne hikmetse çiftliğin dışı cayır cayır yanarken, içi
küfül küfül esiyordu. Köylüler, amelyeler, çiftlikteki hayatı, zevki, sefayı
merak eder ancak korkudan yaklaşamazlardı. Ağanın adamları, çiftliği anlata
anlata bitiremezlerdi. Sanki adamların ağzından bal akıyor da amelyeler de onu
yalıyormuş gibi dinler dururlardı. Adamlar yalan bile söylese inanırlardı.
Ağalar, kolay kolay yanlarına bir köylüyü ya da amelyeyi çağırmazlar, ne
söyleyeceklerse vekilleri aracılığıyla söylerlerdi. Vekiller ağayı temsil eder,
ağa kadar da otoriter olurlardı. Çiftliklerin etrafında ne bir çit, ne de duvar
olmazdı. Çünkü zaten kimse buralara yanaşmaya cesaret edemezdi. Ağalar, çiftliklerin
dört bir tarafına davar itleri bağlarlardı. Bu itler, en küçük bir sese veya
harekete kulak kesilir, büyük bir gürültüyle havlarlardı. Ağaların itlerine
özel olarak bakılır, itina gösterilirdi. Bu çiftliklere girebilmek için asil
olmak, büyük adam olmak gerekirdi. Çiftliklerin giriş kapısına, kocaman
harflerle ağaların adları yazılırdı, Hasan ağa çiftliği, Mehmet ağa
çiftliği.Kemal ağa çiftliği, gibi. Nedense yoksulların kapısında hiç Yoksul
Ahmet, Ezilen Mehmet, Kimsesiz Kemal yazmazdı. Emekçilere verilen unvanlar
gariban, yoksul, cıbır, kimsesiz, köylü, ırgattı. Allah'ın adaletinin, Amik
Ovası'na yansıması böyle oluyordu herhal… Bu büyük kapılardan ağalar, beyler,
paşalar, valiler, kaymakamlar, böyyük gumandanlar girip çıkarlardı. Ağaların,
sırtçıların Halep'ten, Şam'dan getirdikleri eşyalarla donattıkları
konaklarında, Antakya'dan, Belen'den, İskenderun'dan, Halep'ten, Şam'dan,
İdlip'ten gelen büyük adamlar ağırlanırdı. Yenilenen, içilenin haddi hesabı
olmazdı. Burada bir gecede yenilen şeyleri, yılda yemezdi yoksullar. Renk renk
giyinmiş Arap hanımları, adeta tavus kuşuna benzerlerdi. Dışardan gelen
asillerin yanı sıra gelen yerli asiller, Türkçe’yi ve Arapça’yı tamamen unutur,
onlar gibi Fransızca konuşurlardı. Ne de olsa bu erkân, Fransız işbirlikçileriydiler.
Bir de Fransız komutan gelse, sen gör o zaman curcunayı. Arap müzisyenlerin
çaldıkları oyun havalarıyla, esrar içmiş gibi kendilerinden geçerdi gelenler.
Ağaların, beylerin, paşaların kullandıkları jeepler, faytonlar da pek
alımlıydı. Faytonlar bile altından, gümüşten yapılan işlemelerle süslüydü.
Ağaların, hem Amik Ovası'nda, hem de devletin nezrinde dokunulmazlıkları vardı.
Ne de olsa onlar, asil insanlardı. Onları anaları doğurmamış, altın, gümüş
tanrısı tarafından yaratılmışlardı. Ayaklarındaki mahmuzlu uzun çizmeler bile
asildi. O, yanlarından hiç eksik etmedikleri hezeryan sopaları o, şaklattıkları
kırbaçlar da asillere mahsustu elbette. Tanrılarının yeryüzündeki
temsilcileriydi bunlar. Devletin tüm ileri gelenleri, bir dediklerini iki etmezlerdi.
Tanrı buyruğu gibi derhal yerine getirilerdi. Yoksa yerlerden yer beğensindi
kendisine. Sen yerine getirmezsen, getirecek adam mı yoktu devlette? Gelsin
başkası Çiftliklerde kurulan alem sofralarında onlarca koyun kesilir, içkiler
içilir, meyveler yenilirdi. Amik Ovası'nda kimsenin adını bile bilmediği
yiyecekler, ağaların sofralarında bulunurdu. Etrafa yayılan eğlence sesleri,
yoksulun açlık seslerini bastırmak içindi adeta. Geceyi ikiye bölen mavzer
sesleri de yoksulları korkutur, sindirirdi. Amik Ovası kan kusarken ağalar,
ballarla böreklerle yetinmez, çevre köylerin güzel kızlarını da meze ederlerdi
sofralarında. Bakir genç kızlar, kuruyemişti sanki. Ne olacaktı ki? Bir gecede,
tuzsuz yoğurt gibi bozulacaklar mıydı sanki? Can korkusundan, kimseler sesini
çıkaramazdı. Çoğu köylü, namusları elden gitmesin diye ağalardan, çiftliklerden
çok uzaklara yerleşirler, hatta göç ederlerdi. Ağalar, Allah olmuştu adeta.
Köylüler, yüzyıllardır ağalara boyun eğmiş, diz
çökmüşlerdi. Zaten büyükleri de ağalara itaat etmeyi öğretmişti küçüklerine.
Ağaya itaat etmek, Allah'a itaat etmek kadar sevaptı. Önce Allah'a iman, sonra
ağaya itaat edeceksin. Ağaya itaat etmeyen, Allah'a iman etmemiş olur… Yazgılar
kömür karasıyla yazılmıştı, eğri büğrü, kapkara. Köylüler ve amelyelerin
ayaklarında prangalar yoktu ama boyunlarında, ağanın istediği zaman
çekebileceği gözle görülmeyen zincirleri vardı. Ağalar, o kadar da merhametsiz
değildi. Açlıktan gebermeyecekleri kadar çerle-çöple doyuruyorlar, üstlerini
örtüyorlardı. Kendi artıkları, köylülere yetip de artıyordu bile… Amik Ovası,
tanrı tarafından ağalara tapulanmıştı sanki. Tarlalarda, çiftliklerde, Afrin
Nehrinde, Asi Nehrinde, Sarısu'da, Karasu'da hatta hatta Amanos Dağı'nda bile
ağaların borusu ötüyordu. Dağlar taşlar, uçan kuşlar ağalardan sorulurdu. Amik
Ovası'nda öyle bir çark kurulmuştu ki yüzyıllardır durmadan dönüyor, bir türlü
kırılmıyordu. Zulüm ve sömürü çarkları yoksulları, kimsesizleri bir torba
buğday gibi öğütüp savuruyordu Amanos'un karlı eteklerine. Yoksullar, bir gün
bu çark kırılır da durur diye bekleşip duruyorlardı, sığırcık sürüleri gibi.
Ama boşuna bekleşiyorlardı. Sömürünün ve zulmün çarkı, çelikten, elmastan
yapılmıştı. Kırılması olanaksızdı. Ağalar, Amanos Dağı'nı bile zapt etmişlerdi.
Dağın eteğine kurdukları Belen Yaylası, zulmün kartal yuvasıydı. Amik'in
sıcağından korunmak için Belen’e gelirlerdi ağalar. Yoksulları ise ne Amik’in
sıcağından, ne de ağaların zulmünden koruyacak bir Amanos yaratılmamıştı henüz.
Ağalar, onbinlerce dönüm tarlayı ekip, biçip, har vurup harman savururken,
yoksullar da onlardan artık kalan birkaç dönüm tarlayı ekip biçmeyi nimet
sayıyorlardı. Ağaların ellerinin, eteklerinin artıkları ne bulunmaz bir
nimetti? Şükrediyordu yoksullar… Dualar Allah için değil de karınlarını doyuran
ağalar içindi. Allah, uzun ömürler versindi ağalara. Hatta onların ömründen
alsın, ağalara versindi. Bu kadar teslimiyetçi ve dağılgandı köylüler. Gaipten
gelecek sesi bekleyen bir yobaz gibiydiler. Sanki örgütlenmek, birlik
beraberlik içinde olmak için bir ses bekliyorlardı. Bu bekleyişleri kim bilir
daha kaç bin yıl sürecekti? Amik Gölü de ağalar tarafından parsellenmişti.
Gölden balık tutan köylüler, bunların yarısını haraç olarak çiftliklere vermek
zorundaydı. Yoksa bir kör kurşuna kurban gidebilirlerdi. Köylüler, Asi'den,
Afrin’den, Karasu'dan, Sarısu'dan getirdikleri suların kurtlarını temizleyip
içerken, ağalar da hamaklarında buz gibi rakılarını yudumlayıp sallanırlardı…
Birileri kundura giyerken diğerleri kara lastiğe razıydı. Yinede bu hallerinden
pek şikâyetçi değillerdi. Şikâyetçi olanların ise boğazları, ağaların elleriyle
sıkılmış ve bir torba ağzı gibi büzülüp bir köşeye atılmıştı. Ne biçim yaşam,
ne biçim kaderdi bu? Kimse bilmiyor, sormak da istemiyorlardı.
Reyhanlı caddelerinden gelip geçen ağaları
görenler, hemen ayağa kalkıp esas duruşa geçerler ve öyle put gibi durup
beklerlerdi. Kimi zaman ağalar, selam bile vermeden geçerler ancak köylüler,
sanki ağa selam vermiş gibi “Aleyküm selaaam ağam!” diyerek yüksek sesle selam
alırlardı. Ağa değil de Azrail ve adamları geçiyormuş gibi korkardı
Reyhanlılılar. Ağa geçerken ayağa kalkmayanlar ve selamını almayanlar, ağanın
atının nalları altında ezilerek cezalandırılırdı. Yedikleri kırbaçlarla, büğelek
sokmuş gibi böğürürlerdi. Şimdiye kadar kim ağaya saygıda kusur etmişse Amik
Ovası’nda barınamamış, çekip gitmişti. Ağaların atlarının nallarından çıkan
sesler bile bu yoksulları korkutmaya yeter de artardı.
Ağaların çiftlikleri, kurtarılmış bölgeleriydi.
Fransızlar, ovayı işgal etmişler, ağalar da onların işbirlikçileriydi.
Buralarda devletin, hükümetlerin hükmü geçmez ve işlemezdi. Tek geçerli olan,
ağaların koydukları kurallar ve kanunlardı. Zaten kanunlar da yoksullar için
değil miydi? Ağalar, ellerini kaldırsa, kullar tarafından emir sayılıp yerine
getirilmiyor muydu? Yabancıların ve misafirlerin yanında son derece kibar,
görgülü asil görünen bu ağaların, ağızları birer lağım gibiydi. Çiftliklerinde
akşama kadar: “Ulan, orospu dölü! Ulan, kara a…..ktan çıkmışlar!” diye ana
avrat söverlerdi. Bunların karıları da bir garipti. Kökenleri köylüydü ama bir
asil gibi davranmaya çalışırlardı. Kibar olmak için öyle çaba harcarlardı ki
bir amelyenin, pamuk toplarken gün boyu harcadığı enerjiyi harcar, yine de
beceremezlerdi. Soytarı gibi giyinirler, kimi zaman kibar, kimi zaman da Amikli
gibi konuşurlardı. Ne yapsalar hödüklüklerini gizleyemez, başarısız olurlardı.
Giyimleri, kuşamları, konuşmaları, herşeyleri suniydi. Yani iki kazısan,
bunların asilliklerinin altındaki köylülükleri ortaya çıkıverirdi… Her ağanın
bir eşkıyası ve yüzlerce sırtçısı olurdu. Agalar, bunları besler, gerektiğinde
de kullanırdı. Reyhanlı, Kuseyri, Yayladağı sınırlarında vurulup ölen binlerce
sırtçı, ağaların adamlarıydı. Çalıp çarpıp ağalara getiren ve Kürt dağında
saklananlar da ağaların eşkıyalarıydı. Ağalar, eşkıyalara at, silah ve bol
altın verir, gerektiğinde kullanırlardı.
Geceleri el ayak çekilince ağaların vekilleri,
itlerin uzun zincirlerini çözüp çiftliğin içine salarlardı. Çiftliğin etrafında
serbestçe dolaşan itler, ne bulurlarsa parçalayıp geçerlerdi. Kimi zaman
tarlalara salınmış malları, davarları parçalar, karınlarını doyurup dönerlerdi.
Malları için şikayetçi olanları ağa: “Çiftliğime girmişler” diyerek jandarmaya
ihbar ederdi. Ağaların zırhı, jandarmalardı. Jandarma da mal sahibini alır
götürür, falakaya yatırır ve ayaklarının altı kara lastiğe dönünceye kadar
döverdi. Ağalardan davacı olan adamdan, bir daha haber alınamazdı. Akıbeti
meçhul olurdu bunların. Çiftliklerde beslenen itler, sadece çiftlikte
barınanlara dokunmazlar, onların dışındaki herkese, her canlıya saldırırlardı.
Bazen vekiller, itleri mahsustan ortalığa salar, etrafa saçtıkları dehşeti
seyrederlerdi. Hasan Ağanın da itleri vardı. Zaten nesi yoktu ki? Herşeyi
vardı.
Amelyeler sıcaktan boğulmuş, amelye çavuşu dinlenme
arası vermişti. Afrin Nehri'nden fıçılarla getirilen suları kana kana içiyorlar
fakat bir türlü serinlemiyorlardı. Ayakları, kara lastiğin içinde vıcık vıcık
olmuştu terden. Şalvarların ortası sanki ıslatılmış gibiydi. Kuruyan terler
tuza dönüşüyor, şalvarın ortasında beyaz bir şerit gibi iz bırakıyordu. Koltuk
altları ise zaten birer tuz ocağıydı. İçtikleri sudan, ellerine yüzlerine
çarpıp serinlemeye çalıştılar. Amik Ovası'nda pamuk toplayanlar, genellikle
Urfalıydı. Trenlerle, kamyonlarla Çukurova'ya, Amik Ovası'na gelen yüz binlerce
pamuk amelyesinin kaderleri birdi. Bu yıl Urfa'dan, Alo da gelmişti Amik
Ovası'na. Alo, saf ve temiz bir delikanlıydı. Amik Ovası'nın törelerini bilmez,
anlamazdı. O, sadece toplayabildiği kadar pamuk toplayıp para biriktirmeyi ve
köyünden güzel bir kız almayı düşünürdü. Tarlaya herkesten önce gelir, kocaman
önlüğünü ak pamuklarla doldurur, amelye çavuşuna bir çarpı daha attırırdı.
Urfalılar, motor gibi çalışırdı ama Alo, uçak motoru gibi çalışırdı. Dinlenme aralarında
herkes dinlenirken o, pamuk toplardı. Çoğu kez amelye çavuşu, Alo'yu azarlar ve
dinlenmesini söylerdi. Kimselerle konuşmaz, işini yapar, hayaller kurardı Alo.
Çavuşun defterinde en çok çarpı Alo'nunkilerdi. Akşam olup da herkes işi
bıraktığında bile Alo, pamuk toplamaya devam eder, çavuşa bir çarpı daha
attırırdı. Sonra kendi kurduğu çadırına gider, yemeğini hazırlar, çayını
demlerdi. Memleketinden getirdiği birkaç parça kap kacak, bir yorgan, bir döşek
ve yastıkla idare ederdi. Yiyip içtikten sonra bulaşıklarını da yıkar, erkenden
yatardı. Kimi zaman Amik Ovası'na öyle bir çiy düşerdi ki pamuklar yağmur
yağmışçasına ıslanırdı. Çiy düştüğünde amelye pamuk toplamazdı. Amelye çavuşu
pamuğu kontrol eder, izin verirse toplanırdı. Bazen çiy düşmüş pamukları da
toplarlar, haralların en altına basarlardı. Çiy düşen pamuk, kilo döverdi
çünkü. Fabrika sahipleri ya da tüccarlar, çiy düşmüş pamuğu almamak için kimi
zaman haralları açıp dökerler, kızar, bağırır çağırırlardı.
Alo, her sabah olduğu gibi erkenden uyanıp tarlaya
gitti. Yine hızlı hızlı pamuk topluyordu. Semah oynayan bir alevi gibi
ellerinin birisi iniyor, diğeri kalkıyordu. Birdenbire karnına bir ağrı girdi
ve iki büklüm oldu. İşi bırakmamak için bir süre dayandı ama sonunda, koşarak
tarlanın en kuytu yerine gitti ve şalvarını indirip oturdu… Amelyeler, ihtiyaç
gidermek için bile çavuştan izin almak zorundaydılar. Kadınlar, ne olur ne
olmaz diye gruplar halinde giderlerdi tuvalete. Alo, geri dönüp tekrar pamuk
toplamaya başladı. Aradan birkaç dakika geçmişti ki yine bir sancıyla kıvrandı.
Böyle birkaç kez, tarlanın kuytu yerlerine gitti, geldi. Çavuş, Alo'nun sık sık
gidip geldiğini görünce yanına çagırıp: “Ne oldi Alo? Motor mu bozuldi de gidip
geliysen?” diye sordu. Alo: “Çavişim. Vallahi garnim ağriyi. Sankim garnimde
itler boğişiyi, garnimin içini yiyirler.” dedi kıvranarak. Çavuş: “Sen daha bu
ovayı tanımiysin Alo. İçtiğin, Afrin suyudir, hamramat suyu değil.” deyip kıs
kıs güldü… Afrin Nehrinden getirilen kurtlu sular, tülbentlerden süzülüp öyle içilirdi.
Tüm ovadakiler sıtmaya, koleraya yakalanırdı. Sanki karınlarında bir kurt
ordusu olur da karınlarını yerdi. Ağalar, kanlarını somurur, kurtlar da
karınlarını kemirirdi. Her ikisinden de çeker dururlardı. Alo, tarlaların içine
gidip geliyor, pisliğinin üstünü de toprakla ya da keseklerle örtüyordu.
Amelyeler, bunlara mayın diyorlardı. Bazen bilmeden birinin pisliğine basıp
geçerlerdi. O zaman: “Oğlim. Görmiy misin gocaman mayini de basiysen?” deyip
kahkahalarla gülerlerdi. Kimileri de: “Burasi Kilis sınıri. Candarma mayinine
bastin. Ayagin topukdan gopdi. Şindi boki yedin loo!” deyip alay eder,
gülerlerdi. Yoksa buralarda gün, saat, dakikalar geçmezdi.
Çiftlikteki itlerden birisinin, bağlı bulunduğu
zincirin bir halkası iyice açılmış, kopmak üzereydi. İt, zincirin kopmasını
ister gibi bir ileri, bir geri hızla gidip geliyordu. Bu güçlü kuvvetli itler
yüz kiloya yakın olur, geriden görenler, bunları davar sanırdı. Vekil, bunları
gezdirirken zor zaptederdi. Hele yallarını verirken adamı parçalayacak gibi
saldırır, vekil bile uzak dururdu bu itlerden. Dört it, bir başladılar mı öyle
bir gürültü çıkarırlardı ki çiftliğin içinde büyük bir motor çalışıyormuş gibi
yankılanırdı. Sanki dört it değil de yüzlerce it varmış gibi ürkütücü sesler
çıkarır, duyanları dehşete düşürürlerdi. Davar itlerinden alnı ve döşü siyah
olanına, kara it derlerdi. Vekil onu: “Kara kara! Geh geh!” diye çağırırdı. Çok
yaman olan kara itin gözleri kızarır, kulakları dikilirdi. Ayaklarını bir yay
gibi gerer, dilini dışarı sarkıtırdı. Beli bir vadi gibi olan itin, uzun ve
keskin dişleri de çok korkunçtu. Kara it, asıldıkça asılıyor, zincirin
halkasını iyice açıyordu. Sanki bilerek yapıyordu, bir insan gibi. Kimi zaman
etrafında fır dönüp yerdeki otları ve toprağı dümdüz ediyordu. Tırnaklarını bir
makine gibi kullanıp toprağın en tazesini ve ıslağını çıkarıp yığıyordu.
Kudurmuş gibiydi adeta. Uzakta birşey görmüş de gözüne kestirmiş gibi bir hali
vardı… Alo, o kadar çok gitti geldi ki tarlada etmediği yer kalmadı. Amelyeler:
“Alo loo! Maşallah eyi çalışiysen. Her yeri mayinledin. Biz nerden gedip
geleceğiz? Mahsur kaldık burada!” deyip kadını erkek gülüşüyorlardı. Etrafa
öyle bir koku yayılıyordu ki sanki milyon tane insan, buralara mayın döşemişti.
Sıcaktan herşey kokuyordu. Yiyecekler, içecekler, hatta tuz bile bozulurdu bu
ovada. Hani, “tuzu kurtlanmış” derler ya işte tam buraya göre söylenmiş bir
sözdü… Ağanın, çiftliğiyle tarlasının arası çok yakındı. Yedibin dönümlük
tarlanın sahibiydi Hasan Ağa. Babası da ağaydı Hasan Ağanın. Yanlışlıkla bir
garibana geçmiyordu bu ağalık sistemi. Amelyeler, arı gibi çalışıyorlardı ama
Hasan Ağanın yedibin dönümlük pamuğu, hiç bitmeyecek gibi görünüyordu. Amik
Ovası'nda hiçbir ağanın, bir kere olsun eğilip de toprağı avuçladıkları
görülmemişti.. Tam bir asalak gibi yaşardı ağalar. Her işi, vekiller yapar
çatardı. Her çiftlikte iki ağa bulunurdu sanki. Biri elini sıcak sudan soğuk
suya sokmayan gerçek ağa, diğeri de her işe koşan ve ağa kadar saygı gören
vekildi. Ağalar, pamuklar toplanıp da paraları aldılar mı doğruca İstanbul'a,
İzmir'e giderlerdi. Hatta Suriye'ye, Lübnan'a gidip aylarca kalır, yer, içer,
gezer gelirlerdi. Döndüklerinde de kendi aralarında, yaşadıkları maceraları
anlatır dururlardı. Vekil aracılığıyla bunları duyan köylüler de üstüne bir
fazla katıp birbirlerine anlatırlardı.
Alo, yine tarlanın bir kenarına çömelmiş, hacet
gideriyordu. Kara it, zincirini iyice germişti. Son bir hamleyle zincirin
halkasını kopardı ve diğer itlerden birine saldırdı. İki it boğuşmaya
başladılar. Onların sesine diğer itler de havlamaya başladılar. Dört itin
gürültüsüne ağa da uyandı. Alo hariç tarladaki herkesin dikkati o tarafa
yöneldi. Kara itin gözünü kan bürümüştü adeta. Birkaç dakika süren boğuşmanın
ardından her iki it de kan içinde kalmışlardı. Kara it, bir an geri çekildi. Arenada
dövüşen bir gladyatör gibiydi. Tüm itlere meydan okuyordu. Aylardır böyle bir
anı bekliyordu sanki. Bir süre kocaman diliyle, yaralarını yalayıp kanlarını
temizledi. Sonra birden burnunu yere sürtüp toprağı kokladı. Bir tavşanın ya da
davarın kokusunu almış gibi delicesine, tarlalara doğru koşmaya başladı. Kara
it, amelyelere doğru koşarken bir anda gözden kaybolmuştu. Amelyeler paniğe
kapılıp, hemen birer kesek kaptılar ve birbirlerine yaklaştılar. Kara itin
nereden çıkacağı belli değildi. Herkes korku içinde dört bir tarafı
gözetliyordu. Hasan Ağa, kara itin çiftlikten uzaklaştığını görmüştü.
Hamağından inip tarlalara doğru baktı. İtin, amelyelere doğru koştuğunu görünce
hamağına geri döndü. Hasan Ağaya, heyecan ve zevk verecek birşey çıkmıştı. Nargilenin
közünü maşayla karıştırıp küçük bir köz buldu ve nargilesini yaktı. Hamağına
uzanıp, olup biteni seyretmeye koyuldu. İt ortaya çıkmayınca amelyelerin aklına
birden Alo geldi. Alo'ya doğru koşuyor olabilirdi. Alo acaba ne tarafa gitti
diye hepsi birden hem bağırıp, hem de sağa sola bakmaya başladılar. Alo, yere
çömelmiş ama bir şey çıkaramıyordu. Oturduğu yerden uzanıp uzanıp pamuk
topluyor, yanına yığıyordu. Köyünü ve köyündeki güzel kızları düşünüyordu.
Birden duyduğu bir hışırtıyla irkildi. Yılan mı geliyordu acaba? Acele
şalvarını toplayıp ayağa kalktı. Şöyle bir baktı, kara it yıldırım hızıyla
kendisine doğru geliyordu. Hemen yerden birkaç kesek kaptı ve kaçmaya başladı.
Fakat kaçmak mümkün değildi. İt kendisine yetişmişti bile. Alo, ayağa kalkınca
diğer amelyeler onu görmüş ve ellerinde taşlarla, keseklerle ona doğru koşmaya
başlamışlardı. Kara it, Alo'yu tam olarak görünce iyice hızlanıp üzerine atladı
ve bir döş vurup Alo'yu yere yıktı. Alo, can havliyle itten kurtulup ayağa
kalktı. Elinde sımsıkı tuttuğu keseği, var gücüyle fırlatıp itin alnının
ortasına yapıştırdı. İtin alnından tok bir ses çıktı. İt sersemledi ve bir an
duraksadı. Kafasını sağa sola sallayarak geriledi. Alo, şalvarının cebindeki
kemik saplı bıçağı çıkarmaya çalışıyordu. Şalvarın cebi de öyle derindi ki bir
türlü eline geçmiyordu. Kara it, toparlanıp tekrar saldırdı. Alo'yu bacağından
yakalayıp yere serdi. Bacağından bir parça koparıp Alo’yu bıraktı. Alo, hâlâ
cebindeki bıçağı çıkarmaya çalışıyordu. Amelyeler, korkudan bir türlü
yaklaşamıyor, deliler gibi bağırarak yardım çağırıyorlardı. Hasan Ağa, yardım
çığlıklarını duyuyor, pis pis gülüyordu. Nargilesinden çektiği dumanları,
ağzında tutup sonra kelebek gibi havaya salıyordu. Kara itin bembeyaz dişleri
kızıl kana bulanmıştı. Alo, çektiği acıyla danalar gibi böğürüyor: “Aney!
Kurtarın beni!” çığlıkları Amanos'ta yankılanıyordu. Hamağında keyif çatıp
gülen ağa, Alo’nun çığlıklarını duyunca kahkahalarla gülmeye başladı. Asil iti,
basit bir amelyeyi yere sermiş parçalıyordu. Arenada dövüş seyrediyordu sanki
ağa. Ne keyifti ama? İt iyice kudurmuştu. Her saldırışında bir parça koparıp
götürüyordu Alo’dan. Alo, feryat figan, yerlerde sürünerek kaçmaya çalışıyordu.
Bir eli hâlâ cebindeydi. Sonunda bıçağı yakalayıp cebini yırtarcasına çıkardı.
İt, tekrar üstüne doğru geliyordu. Çıkardığı sesler ne havlamaya benziyordu, ne
hırlamaya. Ağzından köpükler saçılıyordu. Alo; “Hoşt!. Hoşt!” diye bağırıyordu
ancak it, duymuyordu bile. Alo'nun her yeri, acıdan cayır cayır yanıyordu.
Bıçağın sapını iyice kavradı. İt tam üstüne atlayınca bir eliyle boynundan
yakaladı ve bıçağı arka arkaya saplamaya başladı. İt sanki dokuz canlıydı. Onca
bıçak yemişti ama hâlâ Alo'ya saldırıyordu. Alo, göğsünden ısırıldığını
farketmedi bile. Bıçağı saplayıp saplayıp çekiyordu. En sonunda kara it yere
serildi. Hasan Ağa, Alo'nun bıçak sapladığını görmüş ve hamağından inip ta
berilere kadar gelmişti. Çok sinirlenmiş, beti benzi atmıştı. İtini yerde
serili görünce ağzından köpükler saçmaya ve ana avrat küfretmeye başladı. Kara
itin her yerinden kanlar fışkırıyor, yerde debelenip duruyordu. Alo, ayağa
kalkıp son darbelerini de vurdu ve geri çekildi. Alo, kanlar içindeydi. Sanki
yedi başlı ejderhayla savaşmış gibi yorulmuş, bitmişti. Amelyelerden bir
tanesi, koşarak yanına geldi. Arkasından ötekiler de geliyordu. İlk gelen
amelye: “Ne yaptin sen Alo? Ağanın itini geberttin. Şindi öldük bittik biz.
Çabuk! Kimse görmeden kaçalım burdan!” diye bağırdı. Ancak Hasan Ağa her şeyi
görmüştü. Amelyeler bunu bilmiyordu. Alo, büyük bir şok geçiriyordu. Elindeki
ve üstündeki kanlara bakıyordu boş boş. Bulutlar gibi bembeyaz olan pamuklar,
şimdi kıpkırmızı görünüyordu gözüne. Birden gözleri karardı ve yere yığıldı.
Yere düşerken bile elindeki bıçağı bırakmadı. Hâlâ “Hoşt. Hoşt.” diye sayıklıyordu.
Kadınlar, kızlar başına toplanıp dövünmeye başladılar. Alo, ölüyor gibiydi.
Vekil Sadık, ağanın emriyle koşarak olay yerine gelmişti. Vekil, itten beterdi.
Yerde ölü gibi yatan Alo'ya öyle bir baktı ki kimse olmasa oracıkta boğup
öldürecekti adeta. Birkaç amelye, kollarından tutup Alo'yu kaldırmaya
çalıştılar. Vekil, bir ona, bir ötekine öyle bir sille savurdu ki herkes bir
kenara kaçtı. Vekil: “Ulan. Anasını avradını s....in pezevenkleri! Ağanın itini
öldürmek, ne bok yemek ha? Siz kendinizi ne bok sanırsınız ulan!” diye bağırdı.
Kimseden ses çıkmadı. Vekil: “Şindi candarmayı çağıracağım. Hepinizi jandarmaya
verip perişan edeceğim. Ağanın itini öldürmek, ne demek göreceksiniz siz!” diye
tehditler savurup gitti. Amelyeler, Alo'yu yerden kaldırıp, hastaneye götürmek
üzere yol kenarına çıkardılar. Hasan Ağa da bu arada hastaneye telefon açıp
zaten adamı olan doktora, ilgilenmemesi konusunda talimat verdi. Hasan Ağa,
kudurmuş gibiydi. Belindeki tabancasını çekip tarladaki amelyelere doğru ateş
etmeye başladı. Çoluk çocuk paniğe kapılıp ağlamaya, bağırmaya başladılar.
Herkes düşmanın bombardımanından kaçar gibi sağa sola kaçışıp yerlere yattılar.
Bir yerlere sinip kayboldular birden. Hasan Ağa, hırsını alamadı, yanında duran
vekile de bir yumruk indirdi. Vekil sendeledi ama çabuk toparlandı. Hasan Ağa:
“Sen ne boka yarıyorsun ulan? Neden bunlara birer tane sıkıp gebertmedin? Onlar
benim itimden daha mı kıymetli de durup seyrettin ulan?” diye bağırdı. Vekil
Sadık, adı gibi sadıktı ağasına. Ağaya el kaldırmak şöyle dursun, “gık” bile
diyemezdi karşısında. Ağanın karşısında el pençe divan duran, her emrini bir
tanrı buyruğu gibi yerine getiren bu adamdan, aslında herkes itten korkar gibi
korkardı. Hırlı bir adamdı Sadık. Ovada herkes, onun birçok cinayet işlediğini
bilirdi ama kimse yüzüne söyleyemezdi. Hasan Ağa: “Çabuk git! İtimi getir
buraya!” diye emredince vekil Sadık, ok gibi fırlayıp olay yerine tekrar geldi.
Yerde cansız yatan iti, amelyelere kucaklatıp çiftliğin yanına kadar taşıttı.
İt yere bırakıldıktan sonra: “Tamam. Defolun. S…..rin gidin!” diyerek kovdu
amelyeleri.
Birkaç kişi, Alo'yu bir römorka bindirip hastaneye
getirdiler. Doktor, aldığı talimat gereği yaralıya bakmadı ve Antakya'daki
hastaneye sevk etti. Hemşerileri, bir jeep tutup Alo'yu Antakya'ya götürdüler.
Hastanede Alo'ya birtakım iğneler ve ameliyatlar yapıldı ve yoğun bakıma
alındı. Hemşerileri, “Acaba yaşar mı? Ölür mü?” diye endişeyle bekleşip
duruyorlardı. Ameliyattan sonra doktorlara, bu yaşadıklarından sonra Alo'nun
öldürülebileceğini söylediler. Doktorlar, Alo'yla çok yakından ilgilenmişler, hemşerileri
de onlardan bir medet bekliyorlardı. Doktorların, o konuda yapabilecekleri pek
bir şey olmasa gerek, korkmamaları için biraz moral verip gittiler.
Hasan Ağa, adamlarını gönderip amelyelerin hepsini
kovdurttu. Adamlar, çapraz fişeklerini kuşanmış, ellerinde mavzerlerle
amelyelerin başında dikiliyorlardı. Amelyeler, topladıkları pamukların parasını
almak istiyorlardı ancak bir çatışma çıkmasından korktukları için fazla
direnmediler. Amelyelerin de silahları vardı ama yetersizdi. Bir çatışma
çıkarsa bundan en çok kadınlar ve çocuklar zarar görecekti. Ücretlerini
alamadan alelacele çadırlarını söktüler. Kumlu köyü taraflarına yerleşmek üzere
Reyhanlı'dan ayrıldılar.
Ertesi gün Alo, biraz kendine gelir gibi olduysa da
tekrar kötüleşti. Hemşerileri, sırayla kan verdiler. Bu kadar kan kaybından
sonra kimse, yaşamasına pek ihtimal vermiyordu. Hemşerileri, yavaş yavaş
umutlarını kesmeye başlamışlardı. Yoğun bakım ünitesinin kapısından, bir an olsun
ayrılmadılar. Alo ise yatağında sayıklayıp duruyordu. Hoşt hoşt der gibiydi.
Hemşehrileri, Alo'nun Urfa'daki akrabalarına haber verip vermemekte tereddüt
ediyorlardı. Bir müddet aralarında konuştuktan sonra şimdi değil de ölürse
haber salmaya karar verdiler. Alo, günlerce hastanede yattı. İyice zayıflamış,
bir pamuk çöpü kadar kalmıştı. Kozası sararmış, solmuştu Alo'nun.
Tüm Amik Ovası'nda Alo'nun, Hasan Ağanın kara itini
öldürmesi konuşuluyordu. Ağa, günlerce çiftliğinden çıkmamıştı. Çiftliğin
içinde bir o yana, bir bu yana volta atıp duruyordu. Çok dalgın ve düşünceliydi
ağa. En ufak bir terslikte herkese bağırıp çağırıyor, ana avrat sövüyordu.
Morali çok bozuktu. Alo, hastaneden taburcu edildikten sonra amelye çadırlarına
getirildi. Alo'yu bir kahraman gibi karşıladı hemşerileri. Kadınlar, çeşit
çeşit yemekler yapıp çorbalar pişirdiler. Çamaşırlarını yıkadılar, tertemiz
baktılar Alo'ya. Kimse belli etmiyordu ama Alo, ağayı öldürmüş kadar itibar
görüyordu amelyeler arasında. Hemşerileri, başına kötü bir iş gelmesinden
korktukları için Alo’yu, Urfa'ya geri göndermek istiyorlardı. Ancak Alo, kabul
etmiyordu. Amelye çavuşu: “Bak Alo. Sen bu ovanın adetlerini, törelerini
bilmiysen. Bu agalarin dini, imanı, Allah'ı, kitabi yoktir. Bu agalarin iti
boldir. Sana bir kötülik ederler. Buralarda galma. Gizlice memlekete get.
Oralarda sana birşey yapamazlar.” dedi. Alo: “Ben buralara para gazanmaya
gelmişem. Ölürsem, burda ölürüm. Para gazanmadan getmem çavişim.” dedi inatla.
Öteki hemşerileri de Alo'yu ikna etmeye çalıştılar ancak Alo, Nuh dedi,
peygamber demedi. Gitmeyecekti. Buralar da kalıp, para kazanıp öyle gidecekti.
Alo'ya göre olay, sadece bir itin öldürülmesinden ibaretti. Ne olmuştu bir iti
öldürmüşse? Sanki memlekette hiç mi it öldürmemişlerdi de bu kadar korkuyordu
hemşehrileri?” Alo'nun üstüne gelmiş, Alo da bıçağını çekip kendini savunmuştu.
Hepsi buydu işte. Ağa da kör müydü? İtini sağlam bağlasaydı da o da zincirini
kırmasaydı. Alo mu demişti “Gel de beni parça parça et.” diye?
Haftalar sonra Alo, ayağa kalktı. Tekrar pamuk
toplamaya başlamıştı ama eskisi gibi değildi. Ellerindeki sihir kaybolmuştu.
Hemen yoruluyor, bitkin düşüyordu. Yürürken bile düşmemek için kendini zor
tutuyordu. Hasan Ağadan, topladığı pamukların ücretini de alamamıştı. Her
şeyden çok bu koyuyordu Alo'ya. Zehir zıkkım olsundu. İnşallah veremlere
düşerdi. Alo, bu dünyada hakkını alamazsa öteki dünyada Allah alır, Alo'ya
verirdi elbette. Böyle inanıyordu saf ve temiz Alo… Amelyeler, Hasan Ağa
kendilerine bir kötülük yapmadan, Kumlu'la kaçıp geldiklerine seviniyorlardı.
Ancak yine de içlerinde bir tedirginlik, ürkeklik vardı. Törelerine göre herkes
birbirine sahip çıkacaktı ve Alo da şimdi kendilerine emanetti.
Urfalılar, gündüzleri çalışıyor, geceleri de çuldan
çaputtan yaptıkları derme çatma çadırlarda kalıyorlardı. Küçücük ve basık olan
bu çadırlarda, sıcaktan pestil gibi oluyorlardı. Sivrisinekler de öyle
acımasızdı ki değdikleri yeri ısırıp, yırtıp kanlarını emiyorlardı. Kimi zaman
çadırların üstüne ince bezler örtüp cibinlik gibi yapıyorlar, öyle uyuyorlardı.
Amelyeler, Hasan Ağadan paralarını alamadıkları için şimdi daha çok çalışmak
zorundaydılar. Bu açığı kapatmak için daha çok çalışıyor ve çok yoruluyorlardı.
Eskisi gibi çadırlarda sohbetler, muhabbetler, çay sefaları yapılmıyordu artık.
Erkenden yatıp uyuyorlardı. Herkes uyuduğunda da ovayı bir ölüm sessizliği
kaplıyordu. Kurt, kuş, yılan, çıyan uyumuş, bir Hasan Ağanın adamları
uyumamıştı bu gece. Çadırların az ilerisindeki derenin kenarında belirdiler.
Beş-altı kişi vardılar. Etrafı dikkatlice dinleyip herkesin uyuduğuna kanaat
getirince, sessizce Alo’nun çadırına yaklaştılar. Çadırın içine şöyle bir kulak
kabarttılar. Alo, horluyordu. Ellerindeki keskin kamalarla çadırın iplerini
kesip içeri daldılar. Bir anda Alo'yu, yorgana sarıp bağladılar ve sırtlayıp
götürdüler. Yol kenarında bekleyen jeepe koyup çiftliğe getirdiler. Alo'yu bir
odaya atıp yorganını çözdüler. Tekrar ellerini, ayaklarını, ağzını bağladılar
ve odaya kilitleyip gittiler. Ağanın itleri, sanki kara itin yasını tutar gibi
hiç seslerini çıkarmıyor, havlamıyorlardı. Çiftlikte de bir ölüm sessizliği
vardı. Alo, saatlerce korku içinde bekledi. Neredeydi? Kimler kaçırmıştı
kendisini? Ne istiyorlardı? Bilmiyordu Alo. Saatler sonra aklı biraz çalışmaya
başladı. Ağanın itini öldürdüğü için ağa getirtmişti buraya. Döveceklerdi
kendisini. Dövsünler. Ne olurdu ki? Dayağını yer, çıkar giderdi Alo. Yine işine
gücüne bakardı.
Sabah erkenden kalkan amelyeler, hemen işe
koyuldular. Alo'nun gelmediğini fark ettiler ama rahatsız olduğunu bildikleri
için gidip de çağırmadılar. Zaten Alo'ya acıyorlar, onun adına da pamuk
toplayıp bir çarpı attırıyorlardı çavuşa. Dışarısı iyice aydınlandığı halde
kimse gelmemişti odaya. Aradan saatler geçti, yine kimse gelmedi. Öğle
saatlerinde birkaç kişinin ayak seslerini duydu Alo. Uzandığı yerden doğrulup
oturdu. Vekil Sadık ve yanındaki birkaç adam, kapıyı açıp içeri girdiler.
Sırayla Alo'nun ellerini, ayaklarını ve ağzını çözdüler. Alo, başına kötü
şeyler geleceğini biliyordu ve birden büyük bir korkuya kapıldı. Alo'yu,
kollarından tutup ağanın yanına götürdüler. Hasan Ağa, havuzun yanındaki
kamelyada bekliyordu. Sallanan sandalyesine oturmuş, sürekli bir ileri bir geri
gidip geliyordu. Alo, ağanın önüne getirilince birden fırlayıp ellerine sarılmak
istedi. Ağa, kamçıyı anında şaklattı yüzüne. Alo, birden geri kaçıp eliyle
yüzünü tuttu. Yüzü kanıyordu. Alo, kamçıyı yiyince işin ciddiyetini iyice
anladı ve: “Ağam, kulun kölen olayım. Ben ettim, sen etme ne olur? Küçükten
kusur, büyükten af ağam! Daha gencim. Hayatımı bağışla!” diye yalvardı. Hasan
Ağanın kılı bile kıpırdamadı. Kararını çoktan vermiş, itlerini bile üç gündür
aç bırakmıştı. İtler, derin ve acı acı inliyor, birşeyler istiyorlardı. O anda
bir deve olsa anında yalayıp yutabilirlerdi. Ağanın adamları etrafa dizilmiş,
emir bekliyorlardı. Hasan Ağa: “İtleri getirin!” diye emretti. Adamlar itleri
getirmeye giderken Alo, tekrar yalvarmaya başladı: “Ağam! Sen de asilsin,
itlerin de asil! Bırak da gideyim! Kimseye birşey söylemem, Urfa'ya giderim!” diyordu
ki ağa birden ayağa kalkıp: “Ulan. Avradını s….min dölü. Madem ben de asildim,
itim de asildi de neden itimi öldürdün ulan!” diye bağırdı. Alo: “Ömür boyu
kulun kölen olurum ağam!” diye yalvarırken Hasan Ağa, sandalyesine oturdu ve
adamlarına: “Salın itleri şu pezevengin üstüne de dünyanın kaç bucak olduğunu
öğrensin!” dedi. Adamlar, zaten itleri zor tutuyordu. Alo, nerelere kaçacağını
bilemeden rastgele koşmaya başladı. O anda Vekil Sadık, Alo'nun ayağına bir
kurşun sıktı. Alo, ne olduğunu anlayamadan yere yıkıldı. Adamlar, itleri
serbest bıraktılar ve üç it, birer canavar gibi Alo'nun üstüne çullandılar.
Alo, elini cebine attı ama bıçağı yoktu cebinde. Ağanın adamları, daha
getirirken almışlardı bıçağını. Günlerdir aç olan itler, bir davara saldırır
gibi saldırıp Alo'dan parçalar koparmaya başladılar. Yalamadan yutup tekrar
koparıyor, tekrar koparıyorlardı. Birkaç dakika içinde paramparça ettiler
Alo'yu. Hasan Ağa, sallanan sandalyesinde bu vahşeti büyük bir şerefle
izliyordu. En son hamleyi yapan boz it, Alo'nun gırtlağını yakalayıp yırttı.
Alo'nun boğazından hırıltılar geliyordu. Ortalığa pis bir koku yayıldı. Alo,
cansızdı ve en küçük bir acı duymuyordu. Ne Urfa, ne hemşehrileri, ne de
köyünün güzel kızları yoktu artık… İtler, tekrar yerlerine bağlandığında
karınları çoktan doymuştu. Ayaklarını ve tüylerini temizliyorlardı yalayarak.
Ağanın adamları, Alo'dan kalan son parçaları bir torbaya doldurdular ve
çiftliğin içinde bir çukur açıp gömdüler. Hasan Ağa, sallanan sandalyesinden
kalkıp hamağına geçti. Nargilesi ile bir de orta kahve isteyip uzandı. Kahvesi
geldiğinde yerinden doğrulup fincanını aldı. Derin bir “hüüüp!” yaptıktan sonra
“ohh!” dedi. İçi soğumuştu adeta. Bin yılın intikamını bugün almış gibi çok
rahatlamıştı. Kahvesini bitirip nargilesini yaktı ve sallana sallana
intikamının keyfini çıkardı.
Alo'nun hemşerileri, akşam olup da işi
bıraktıklarında bugün Alo'yu hiç görmediklerini konuşuyorlar, nereye gitmiş
olabileceği hakkında fikir yürütüyorlardı. “Amik Gölü'ne çimmeye gitmiştir belki
de” dediler. Herkes elini yüzünü yıkayıp akşam yemeklerini hazırladılar.
Yemeklerini de yedikleri halde Alo, hâlâ gelmemişti. Herkesin içini anlatılmaz
bir karamsarlık kapladı. Nereye giderdi bu adam? Yoksa Hasan ağa mı...? Birkaç
kişi, hemen kalkıp Alo’nun çadırına koştular. Çadırın yanına gelip de iplerinin
kesilmiş olduğunu görünce içlerine bir ateş düştü. Evet. Bunu yapsa yapsa Hasan
Ağa yaptırırdı. Hemen silahlarını alıp Reyhanlı'ya oradan da gizlice Hasan
Ağanın çiftliğine gittiler. Çiftliğin etrafında saatlerce dolaştılar ancak ne
bir ses, ne de bir hareket yoktu. Çiftliğin içindeki sessizlikten korkup yine
gizlice geri döndüler. Çadırlarına geldiklerinde durumu herkese anlattılar. Alo
nereye gitmiş olabilirdi? Kara kara düşünürlerken içlerinden birisi: “Urfa'ya
gitmiş olmasın?” dedi. Bu fikir, bir anda herkesin içini rahatlattı. Alo, zaten
çalışmıyordu. Senin benim topladığımız pamukla para mı biriktirilirdi?
Olmayacaktı bu iş ve Alo, kimseye haber vermeden gizlice Urfa'ya dönmüştü.
Karakoldaki telefonla memleketi arayıp Alo'nun dönüp dönmediğini
öğrenebilirlerdi... Veya postaneden de telefon açabilirlerdi. Biraz da olsa
rahatlamış olarak yattılar. Kimileri içinden: “Aganin günahini mi aldik acaba?
Tövbe tövbe. Allah günah yazdıysa bozsun.” derken kimilerinin içini, hâlâ bir
korku ve endişe kemirip duruyordu. “Sabah ola hayrola” deyip uykuya daldılar.
Ertesi gün memleketi arayıp Alo'nun gelip
gelmediğini sordular. Alo, Urfa'ya dönmemişti. Çok üzüldüler ve iyice
endişelenmeye başladılar. Günlerce, Amik Ovası'nda aramadık yer, sormadık kişi
bırakmadılar. Alo, buharlaşıp uçmuştu sanki. Üzüntüden çalışamaz oldular.
Günlerce, çadırlarından çıkmayıp yas tuttular. Sonunda eşyalarını toplayıp hep
beraber Urfa'ya geri döndüler.
Her yıl, yine Amik Ovası'na pamuk toplamaya
geldiler. Her gelişlerinde Alo'yu aradılar, sordular ama hiç bir iz
bulamadılar. Yıllar sonra, Hasan Ağanın çiftliğinden kaçıp Suriye'ye giden
birisi, Urfalılara haber salıp Hasan Ağanın, Alo'yu itlere parçalatıp,
çiftliğin içinde bir yere gömdürdüğünü söyledi. Ama ortada ne haber salan adam
vardı, ne de haber getiren. Amelyeler, kulaktan dolma bu sözlere inanmadılar.
Ancak Hasan Ağanın, Alo'ya bir kötülük ettiğine de Allah'a inanır gibi
inanıyorlardı. Fakat ortada şahit yoktu, delil yoktu, ispat yoktu. Ortada ceset
bile yoktu. O günden sonra daha da korkar oldular ağalardan. Ağalar da asildi,
itleri de asildi. Yıllarca, ne Alo'lar gelip çalıştı Amik Ovası'nda. Ağaların
zulmü de sürüp gitti bu ovada. Urfalı amelyeler, Alo'yu ve olayını hiçbir zaman
unutmadılar.