Sokak başındaki tek katlı müstakil eve
Almanya’dan bir kız gelmişti. Ona sarı, uzun lüleli saçlarından dolayı Sarıkız
adını koydum. O, benim yeni meşgalemdi.
Her gün öğlen üstleri, öğlen ezanı okunana dek
çay ocağı bitişiğindeki levazımatçı dükkanına gelip emekli imamın oğlundan
kur’an okumayı öğreniyordu.
Ben de aynı saatte çay ocağının önünde yerimi
alıp kızın önümden geçmesini bekliyordum. Sarıkız da beni gördüğünü belli
ederek geçiyordu önümden. Geçer geçmez de peşine takılıyor, kızın oturduğu evin
arka tarafında bulunan bir arsada siniyordum ve kızın bahçeye çıkmasını
bekliyordum. Bahçeye çıktığında da, onun için yazdığım şiirleri veya aşk
mektuplarını bir kibrit kutusu içinde kıza atıyordum. Yemin ediyorum ki, kız
hadi mademki sevgili olalım diyerek karşıma dikilivermiş olsa, heyecandan tek
cümle edemeden kaçıp gidebilirdim.
Tam o dönemde ben on yedi yaşıma girmiştim,
kız ise yirmi yaşında falan gösteriyordu.
Kıza duyduğum bu ilgiyi Nuri ile paylaştığımda
bana, karşıdan karşıya veya kibrit kutularıyla yollanan şiirlerle ilişki
kuramayacağımı, kızın önüne dikilip arkadaşlık teklif etmemi söyleyince, bu
defa da günlerce bu teklifi yapabilmek için beklemeye başlamıştım. Cesaretimi
toparlayıp da kızın karşısına çıkamıyordum bir türlü.
Nuri, bunun çaresini de birkaç bira içip çakırkeyif
olmamda bulmuştu. Nihayet, alkolün verdiği cesaretle kızın karşısına dikilerek,
“seninle arkadaş olabilir miyiz?” diye bir cümle sarf edebilmiştim. Kız, beni
beğeniyordu ki, arkadaşlık teklifi yaptığımda hemen kabul etmişti.
Bu arkadaşlığımız başladığından itibaren ne
bir pastanede oturmaya, ne de bir sinemaya gitmeye ikna edememiştim onu; bütün
görüşmemiz evlerine kadar sokak boyunca sürüyordu. O mesafede hemen birkaç
dakikalığına elinden tutmaktan başka cinselliği çağrıştıracak hiçbir temasımız
da olmuyordu. Sarıkız bundan daha fazlasına yanaşmıyordu da ondan.
İyice yüzgöz olduktan sonra yüzsüzlüğü iyice
ele almıştım ve bir kiraza benzeyen dudaklarından küçük bir öpücük vermesi için
dakikalarca yalvarmaya başlamıştım. O yalvarmayla, yakarmayla kimden, ne
istesem, nah diye verirdi ya, bu inadından bir öpücüğü bile vermiyordu işte.
Belki ikna ederim diye düşünerek, artık işi iyice azıtıp, evlenme bile teklif
etmiştim.
“Sarıkız…”
“Efendim Erkin?” İlk tanıştığımız andan itibaren bana bu
isimle hitap ediyordu. Düzeltmeyi düşünmüyordum bile…
“Nasıl olsa evleneceğiz, ver bir öpücük!”
“I-ıh!.."
“Keçi inadı vardır, bilirim, ama macır inadı
diye bir şey var mıdır, bilmiyorum.”
Bu muhacir kızı müthiş inatçı çıkmıştı
işte...Kesin kararımı vermiştim: evlenecektim onunla ve zifaf gecemizde o
dudaklarını doya doya bir öpecek, sonra da hemen boşanma davası açacaktım. Hem
vallahi, hem billahi, yapacaktım bunu! Ya evlenerek öpecektim, ya da güzellikle
öpecektim…Evlenip de başımı yakmadan önce deneyebileceğim bir başka fırsat
çıkmıştı karşıma.
Annesiyle babası, acil bir iş için (bir
ihtimal cenaze için) köylerine gitmişlerdi. Kur’an kursu aksamasın diye
Sarıkız’ı götürmeyerek evde yalnız bırakmışlardı. Ertesi günü sabah erkenden
dönecekleri için kızı bir geceliğine yalnız bırakmakta bir sakınca
görmemişlerdi.
Bir öpücük kopartamamışlığın hırsıyla mı,
yoksa içtiğim birkaç biranın hafif çakır keyfiyle mi, her neden ise, gece, saat
on bir civarında, evin arkasındaki arsadan yüksek duvarı aşarak Sarıkız’ın
evinin bahçesine geçmiştim. Niyetim, bir hırsız sessizliğiyle kızın yatak
odasına girmek ve uyuyan kızın dudaklarına bir öpücük kondurmaktı. Uyanır da
yaygaraya kalkışırsa da, nasıl olsa evlenmek üzere olduğumuza ikna ederek
yaygara yapmasını önleyebilirdim. Bu planın kötü bir plan olduğunu katiyen
düşünmüyordum, kafamın o andaki çalışma yeterliğine göre, arzu ettiğim öpücüğe
kavuşturacağı için de özellikle mükemmel bir plandı.Evin ışıkları tamamen
kapalıydı ve Sarıkız, hiç kuşku yok ki, derin bir uykudaydı. Aynen planladığım
gibi, açık bulduğum bir pencereden bir hırsız sessizliğinde evin içine girdim.
En soldaki odanın Sarıkız’ın odası olduğunu biliyordum, sessizce onun odası
önüne vardım.
Sarıkız, evde kendisinden başka kimse
olmadığının güvencesiyle, ya da dışarıdan bir ses olursa daha rahat duyabilmek
kaygısıyla odasının kapısını açık bırakmıştı. Soluk bile almaya çekinerek,
kapının kenarına sinip içeriye baktım.
O da ne?
Gördüklerim inanılacak gibi değildi.
Evet…
Sarıkız, loş karanlık içinde, yatakta değil,
bir koltuk üstündeydi ve perdeleri açık penceresinden içeri vuran sokak
lambasının ışığı altında, yanlamasına oturmuş, yüzü pencereye dönük olarak
mastürbasyon yapıyordu!
Arkasında kaldığım için görünmem imkânsızdı, o
nedenle başımı iyice uzatıp, onu daha rahat görmeye çalıştım.
Kız, koltuğa oturmuş, bacaklarını pufun üstüne uzatarak iyice yayılmıştı.
Elleriyle boynunu, yanaklarını okşuyor; parmaklarının ucunu dudaklarının
üstünde gezdiriyordu. İki dudağını biriyle öpüşürmüşçesine açıp kapatmaya
başladığında, “garantisi var, benimle öpüştüğünü kuruyor şu anda,” diye
düşündüm. “Hayalimi kuracağına, gerçeği var burada be kızım!”
Kız, sol elini usulca aşağı doğru kaydırmış, gömleğinin yaka aralığından içeri
sokmuştu. Parmaklarını sutyeninin üstünde dolaştırmaya başladığında
hareketlerinin ilikli gömlek düğmeleri yüzünden kısıtlandığını fark ederek
elini çıkartıp, sabırsız bir hızla gömleğin düğmelerini çözmüştü. Bu defa sağ
eliyle sutyenin sol parçasını okşamaya başlamışdı. Elinin altındaki sutyenin
içinde sol memesi değil, kalbi duruyordu sanki: Dan, dan, dan... Kalp
atışlarını sanki duyabiliyordum. Sutyeni sıyırdı aldı kalbinin üstünden,
avuçladı kalbini. Kalbinin sutyenin içinde değil de, memesinin içinde attığını
hissetmeye başladı. Okşadı usul usul, ucu dirilip taş gibi oldu memenin,
okşadıkça sızlamaya başladı. Kalbinin atışları okşadığı yerden çıkıp bütün
vücudunu sardı. Sol eli çoktan beri tenini okşayarak aşağılarda dolaşmaktaydı.
Sağ elinin altındaki kalp atışları, adeta zonklayarak aşağılarda, bacaklarının
arasında atmaya başlamıştı. Sol eliyle küçük, nemli tüylerin arasında tam da o
zonklamanın merkezine dokundu, parmağıyla temas eden küçücük, ama hassas mı
hassas bir noktada küçücük ve hassas mı hassas helezonlar çizerek kendinden
geçti. Bütün vücudu, vücudundaki tüm kasları kas katı kesilerek uzamışlar,
gerilmişlerdi. Gözlerini sıkı sıkıya yummuştu ve küçük helezonların hızı
arttıkça kaslarındaki gerilim de artıyordu...
Dayanacak gücüm kalmadı, kapıdan bir hayalet gibi içeri süzülerek, gittim,
üstüne eğilerek kızın dudaklarını ağzıma doldurdum.
Kız, bir an, öyle bir karşılık verdi ki, onun
dudaklarını adeta kemirerek öptüm, öptüm…
Bu, belki birkaç saniye, belki de saatler
süren öpüşmeden hemen sonra, birden ciğerlerinden bir korku çığlığı kopup,
pencere camlarını zangırdattı.
“Ay!…”
Elimle onun ağzını öyle bir kapattım ki, değil
sesinin duyulması, nefes alması bile mümkün değildi.
“Bağırma! Benim… Ergin… Seni çok özlediğim için girdim içeri… Dayanamadım…
Bağırma lütfen… Duyan olursa… gelen olursa… seni bu halde gören olursa… Lütfen
bağırma… Bağırma lütfen… Sus…. Sakın bağırıp rezil etme kendini…. Bırak
utanmayı… Sen benim karım olacaksın, unuttun mu? Evleneceğiz… Evleneceğiz değil
mi… Sen ve ben, birlikte… Bu şehveti binlerce defa yaşayacağız… Değil mi…”
Dönüp dolaşıp aynı şeyleri söyleyerek,
bağırmaması için onu ikna etmeye çabalıyordum.
En sonunda direnmeyi bırakarak sakinleştiğini
fark ettiğimde, ağzından çektim elimi. Hiçbir direnç göstermediğini görerek bir
an sevindim, ama hemen arkasından da müthiş bir korkuya kapıldım.
Sarıkız bayılmıştı.
Ayılması için kızı sarsmaya, tokatlamaya
başladım.
Ayılmıyordu.
Korkum had safhadaydı. Bileğini tutarak
nabzını almaya çalıştım kızın, ama nabız nasıl alınır bilmiyordum ki! Hiçbir
şey anlayamadım.
Ölmüş müydü yoksa?
Kendi kendime lanetler okuyarak, oradan
kaçmaya karar verdim.
Korkuyla, “Ölmüşse, mahvoldum demektir…” diye
düşündüm. Bir yandan da kendimi teselli edecek düşünceler geliştiriyordum: “…
ama, kimse görmedi beni buraya girerken, sessizce geldim, sessizce giderim ve
ölmüşse bile yakalanmam.”
Toparlandım, kızın açıktaki göğüslerine ve iki
bacağı arasına gıptayla son bir kez baktım.
“Çıkıp gitmeden önce üzerine çıksam ve tatmin
olsam! Öyle gitsem!”
Aman Allah’ım! Neler düşünüyordum böyle?
Kendime sonsuz bir nefret duyarak girdiğim gibi çıktım, gittim.
Sabaha kadar bir damla uyku uyuyamadım. Odamın içerisinde sürekli dönüyor,
çıldırmamak için irademe hakim olmaya çalışıyordum. Tek yol, kızın annesi ile
babası geldikten sonra neler olacağını görmekti.
Sigara üstüne sigara içerek sabahı bulduğumda,
çay ocağına ulaşıp içerde sinerek kızın evini gözlemeye başladım.Kızın annesi
ile babası geldiler ve sokak kapısı yanındaki zile uzun uzun bastılar. Az sonra
sokak kapısı açıldı.
Kapıyı açan, üstünde pijamalarıyla Sarıkız’dı. Derin bir nefes aldım.
Çok rahatlamıştım. Hiç bir şey olmamış gibi
gelip imamın oğlundan kur’an öğrenmeyi sürdürdüğünü görünce, çıkışta , hemen
yanına koştum kızın.
Kız, beni görür görmez üstüme saldırmaya
başladı:
“Manyak sapık! Gizlice evimize girip, az kalsın beni öldürüyordun! Beni
öldüm diye bırakıp kaçmaya utanmadın mı, ahlaksız!... Sakın bir daha görünme
gözüme, yoksa mahvederim seni!...”
Bir kızın bu kadar öfkeli olabilmesi
korkutucuydu.
“Günlerce bir öpücük için yalvartıp durdun. N’apsaydım yani, seni öpebilmek
için… Bayıldığında daha ileri gitmediğime dua et!”
İstediğim öpücüğü almıştım ya, gerisi önemli
değildi.
Sinirli, “canın cehenneme! Senden başka kız mı yok etrafta! Elimi
sallasam, ellisi!” diye söylenerek kızın yanından uzaklaştım
Ertesi gün, gece olanları Nuri’ye
anlattığımda, onun da ummadığı bu teşebbüsümden dolayı,“Oğlum sen sapık
mısın? Milletin evine zorla girip, zorla öpmeler filan, ne yaptığını
sanıyorsun? Geri zekalı!” diye bağıra bağıra azarlamıştı beni.
Ben de ona, “istediğim öpücüğü
verseydi o da…” demekten başka verecek bir cevap bulamamıştım.
On beş, yirmi gün ya geçti, ya geçmedi ki,
palas pandıras bir düğün yapıldı mahallede. Evet, Sarıkız İmamın oğluyla
evlenerek birlikte Almanya’ya döndüler; bu beni çok hüzünlendirmişti. Ona yaşattığım
sıkıntıdan dolayı böyle acele etmiş olmalıydı.