İsmail, babasının öldüğüne kanaat getirerek onu bıçaklamaktan vaz geçti. Giysisinin bel bölgesindeki koyu ıslaklıktan, her bıçak darbesini bel bölgesindeki yumuşak dokudan yaptığı anlaşılıyordu. Adamın ceplerini karıştırmaya başladı. Ele geçirebildiği paraları alıp cebinden çıkarttığı cüzdanına yerleştirdi. Yerlere saçılı vaziyetteki sigaralarını ve çakmağını toparladı, içlerinden birini yaktı, oturarak içmeye başladı. Yerde yatan Kazım’a bakarak, “Ne oldu Kazım efendi?... Kazım efendi… Sana diyorum… Ne oldu?... Boku yedin mi?... Ha?... Yedin mi?” diye seslenmeye başladı. Şu sesleniş biçimine ve tavırlarına bakarak onun gerçek bir psikopat olduğunu anlamamak mümkün değildi. Bir psikopat katil ancak böylesine bir tavır içinde bulunabilirdi.

Kazım’ın sabitlenmiş göz bebeklerinin gördüğü yerde İsmail, putperestler gibi şeytanı kılavuz edinerek Tanrı tanımazlığını haykırıyordu. “Boku … Ne… Kazım…. diyorum… Yedin mi?... efendi?... Ne… Kazım… oldu… Sana… efendi… oldu?... yedin mi?... Ha?...” Bir sürü anlamlı bir cümle oluşturmaktan yoksun anlamsız kelime, Kazım’ın kulaklarını uğuldatan bir sürü ateist ses...

İsmail’in nemsiz dudaklarının kenarlarında beyaz çirkin köpükler belirmişti. Kolunun yeniyle sildi ağzını. Valizini açtı, ilaç şişesini çıkartıp içinden beş, altı tane hap alarak tekrar valize sokuşturdu, kalktı bir bardak su alıp hapları içti. Valizini aldı, kapıdan çıkacakken döndü, sırtüstü yatmakta olan babasının tam da suratına çok sert bir tekme attı. Adamın kafası tekmenin sertliği ile koca gövdesini yarım metre kadar geri taşıdı. Kapıyı açıp çıktı, gitti.

*

Zaten diken üstünde oturan kızlar, babalarının dönüşü az gecikince telaşlanmaya başladılar. Sonunda da daha fazla beklemeyerek ayaklandılar. Üçü birden arka eve koşturdular.

İşte, stres başlıyordu! Arka evde gördükleri şey babalarının bir kan göleti ortasında hareketsiz yatan bedeni olmuştu. İsmail ise görünmüyordu; onun babalarını bıçaklayarak çıkıp gittiğini anladılar. Üçü birden feryada başladı.

“Baba! Ne oldu sana baba?”

“Öldürmüş babamı! Babam ölmüş!”

“Babacığım! Ölme babacığım! Ne olur ölme babacığım!”

Kazım’ın sol kaşı seğirerek atmaya başladı. Çiğdem farketti onu.

“Kaşı oynuyor!”

Kazım, kendisi de hissediyordu onu. Dursun istiyordu. Ne var ki, seğirme bu defa da göz kapağına  sirayet etmişti. Sanki canı çekilmekteydi vücudundan. Üşüyordu. Gaipten gelen çığlıklar vardı. Kızları olmalıydılar.

“Yaşıyor!”

“Ölmemiş!”

“Şükürler olsun!”

Kazım, onlara, “Niye oyalanıyorsunuz? Üstüme bir battaniye örtüp, yüz on ikiye telefon etsenize!” demek istedi ama söyleyemedi. Ağzının içini, dilinin yerinde, ağzının tabanından tavanına kadar bir et parçası doldurmuştu; o konuşmak istiyordu ama et parçası engelliyordu onu.

Kızlar, kendi aralarında sinir harbine başlamışlardı.

Çiğdem, Sinem’i azarlıyordu. “Çeneni tutamadın da, bak nelere sebep oldun!”

Sinem mızmızlanıyordu. “Ben bişi demedim be!... Herkes benim üstüme geliyor!”

Lale, Çiğdem’e çıkışıyordu. “Varma kızın üstüne, geri zekalı! Seni bi becereydi de, göreydin! Tuzun kuru senin tabii!”

Çiğdem’in cevabı aynı sertklikteydi. “Geri zekalı sensin! Seni becerdiğini bilmiyorum mu sanıyorsun?”

“Saçmalama!”

“Saçmalamıyorum! Odandan çıkıp buraya koştururken, ‘Ona da mı etmiş sarkıntılık, pis sapık!’ dediğini unuttun mu? Sana da sarkmış ki, öyle dedin!”

Lale, suçüstü yakalanmış olduğunu hissetti. Bir iki inkar etmeye çabaladı ise de, sinirleri onun bu iradeciliğini taşıyamayacak kadar yıpranmıştı artık. “Evet!” diye haykırdı, hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Lafının gerisi hıçkırıklarının arasında boğuldu.

Çiğdem ise daha beter koyuverdi kendini. “O sapık size sarkıntılık etmekle geçiştirmiş! Oysa beni iki senedir kullanıyordu o! İki senerdir, üstümden inmiyordu o!”

“Aman Allah’ım! Aman Allah’ım!” 

Kazım’ın kulaklarında uğultu, sadece uğultu, sonra hiçbir şey… Sol kaşı zigzaglar çizerek kalkıp inmeye, sol göz kapağı darbuka derisi titreşiminde zangırdamaya başladı, göz bebekleri büyüdü, büyüdü, sonra onları başı taşıyamadı, başı öylece kalakaldı.

Kazım için duran dünya, kızlar için tüm dehşetiyle dönmeyi sürdürmekteydi.

Lale, “Aman Allah’ım!” diye diye odanın içinde fır dönüyordu. “Aman Allah’ım!” Döndü, döndü, bir an, sesli düşünür gibi,  “hepimize birden! Aman Allah’ım!” diye söylenmeye başlamıştı ki, kontrolsüz bir eylemle, sanki hıncını öyle çıkartıyormuşçasına, isterik çığlıklar atarak, oda kapısındaki küçük buzlu cama bir yumruk attı. Kırılan cam parçalarından yerdeki halıya kadar her yan kıpkırmızı kesildi.

*

Çiğdem ayaklanarak ablasının yanına koştu. “Ne yaptın abla! Ne yaptın?”

Lale sanki hiçbir şey olmamış gibi bir soğukkanlı tavırla, “bileğim kesildi,” diyerek öbür elinin parmaklarıyla kesilen bileğini sıkmaya çalıştı.

Çiğdem, başındaki tülbendi ablasının kesilen bileğine tampon yaparak, sıka sıka bağladı. O arada ölü gibi hareketsiz yatmakta olan babasına çevirdi gözlerini. Adam, dudaklarında bir tebessüm, kocaman açılmış gözlerini kırpmadan onlara bakıyordu. Ondaki anormalliği fark ederek, yanına koşturdu. Adamın elini eline aldığı an, onun dirençsizliğinde ölümü algıladı, parmaklarıyla nabzını aradı, o ritmik atışları bir türlü algılayamadı. Büyük, çok büyük bir çığlık döküldü ağzından: “Baba!...”

Lale, babasının bileğinde atan bir damar bulmaya çalışan kız kardeşinin yanına geldi, gözlerinde bir karıncalanma oldu, başı döndü, babasının bacakları yanına oturup, onun elinden aldığı bileğin üzerinde tuttuğu iki parmağı ile nabzını bulup, “Yaşıyor,” dedi.

Çiğdem, ablasının bileği üzerinde kırmızı bir bez parçasının sarılı olduğunu görünce, bir an kendisinin sardığı beyaz tülbendin sökülüp yerine kırmızı bir bezin sarılmış olduğu geçti aklından; gözleri kızın alnında terlemeden oluşan ıslaklığa takıldı, bir anda da ablasının kan kaybı olduğunu idrak etti. “Sen, kan kaybediyorsun! Sen, hastaneye yetiştirilmelisin! Neden duruyorsun! Neden duruyoruz!” diye haykırarak, hareketlendi, bilinçsizce bir şeyler yapmaya çabalayarak, “hastaneye. Hastaneye gitmelisin... Çabuk!”, diye söylenerek ablasını çekiştirmeye başladı.

Lale gücünü toparlamaya çalışarak kız kardeşine direndi. ”Dur kız, dur! Sakin ol! Babamı böyle bırakıp nereye?”

“Sinem...” Çiğdem, Sinem’e baktı. “Koş Sinem! Kahveden, babamın arkadaşlarından yardım iste! Koş! Abim, babamı bıçakladı, babam ölüyo, de, koş, koşturup gelsinler, koş! Durma hadi, koş!”

Sinem, bir anda akıl edilen çağrıyı yapmak için sokağa fırladı.

Çiğdem, “Allah cezasını versin!... Abla, kolun! Kıpkırmızı kana kesti bez… Kahvedekiler de nerde kaldı? Of!” diye söylenirken;

Lale, babasıyla ilgilenerek, “baba bırakma bizi n’olur!” diyerek babasına dil döküyordu. Sözcükler, ağzından hıçkırıklar halinde dökülmekteydi. Ansızın akıl ederek, “Tansiyonunu ölçelim. Tansiyon aleti neredeydi? Gidip tansiyon aletini getir!…” diye seslenerek Çiğdem’i ön eve yolladı.

Çiğdem, az sonra elindeki tansiyon ölçme aletiyle geri gelmiş, aleti bağlamak için babasının kolunu açmaya çalışıyordu. “Bana yardım et!”

Lale sürekli inlemekteydi.  “Baba... Baba. Babacığım... Lütfen ölme... Ölme sakın yaşlı budala...  Lütfen... Gitmek için daha çok erken, böyle ölmeyi hak etmiyorsun... Ölmemelisin... Lütfen...”

Çiğdem, babasının kolundan tansiyon aletini çözerken, “yüksek,” diye söylendi. “Çok yüksek. Bir an önce hastaneye götürülmeli, müdahale edilmeli.”

Lale, dışarıdan gelen korna sesi ile hareketlendi. Kapıdan bakıp ayakkabıcı Metin’in Sinem ile birlikte evin avlusuna geldiğini görünce seslendi. “Metin abi çabuk gel Allah askına...”

Metin’in içeri girdiğinde ilk gördüğü kendisine kapıyı açan Lale’nin bileği oldu.  “Kızım n’oldu koluna?”

Lale, onu antreden babasının bulunduğu odaya doğru çekiştiriyordu habire. “Bileğime boş ver şimdi. Sonra anlatırım Metin abi... Şimdi babamı hastaneye yetiştirmemiz gerek. Çabuk. Ne olur acele et...”

Çiğdem, hastaneye götürülecek adamın üstüne başına çeki düzen vermeye çabalamaktaydı. Metin’in yanlarına geldiğini görerek, babasının taşınmasında yardımcı olmaya hazırlandı.

Metin, “Siz bırakın isterseniz. Ben kucağımda götüreyim.” dedi. Ayakkabı kolilerinden alışık olduğu gibi, adamı bir hamlede kaldırıp kucağına aldı, taşımaya başladı. “Lale! Ben babanı indiriyorum,  sen de gel.  Çabuk... “ Önüne çıkan Lale’ye, kucağındaki adamın altından arabanın anahtarlarını şıngırdatarak gösterdi. “ Al şunları. Arabaya koş... Koş, aç kapılarını...”

Lale, arabanın anahtarlarını aldıktan sonra denileni yapmak için koşturmak istedi ama bacakları değil koşmak, bedenini taşımak için bile yetersiz kalmaya başlamıştı. Düşkünlüğünü belli etmemeye çalışarak, gene de Metin’den önce arabaya ulaşmayı başardı. Arabanın açtığı arka kapısını açık tutmak için değil de, bedenini ayakta tutmak için, dayanak olarak kullanarak, biraz daha ayakta kalmaya zorladı kendini.  Hissettiği şey, az sonra, babası arabaya konulur konulmaz olacak ve o da direncinin sonuna gelerek, vücudunu daha fazla ayakta tutamayacaktı.

Çiğdem ile Sinem, evin dış kapısını kilitledikten sonra koşturup, babalarının arabanın arkasına sokulması için yardım etmeye başladılar. 

Her ikisi de babasının yanına oturduktan sonra, Lale, son bir gayretle arabanın ön koltuğuna girip oturmak isterken, üstüne düş eni tamamlamış olmanın bilinciyle, bir külçe gibi yola yıkılıverdi.

*

( Lale Bahçesi-6 başlıklı yazı AliKemal tarafından 25.02.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.