İsmail, baldırları et kesinceye kadar amaçsızca yürüdü. Sincan istasyonuna ulaştığında, gözüne ilişen boş bir banka oturup, raylar üzerinde sanki yüzlerce imiş gibi görünen yük vagonlarını seyrederek biraz dinlenmeye karar verdi. Onu Yenikent’den buraya kadar yürüten bilinçaltının bir amacı vardı: Dilber’e ulaşmak... Dilber, hemen şurada, Eti Mesgut Yolu’nda ki bir ara sokağın hemen başındaki evindeydi. İsmail’in ona ihtiyacı vardı. Onun yanında olmalı, yanı başına yatmalı, kucağına başını koymalı, başını okşatmalı, okşaya okşaya uyutmalıydı... Evde miydi acaba? Akşam olmuştu. Kız arkadaşlarıyla, ▬erkek arkadaşlarıyla değil, çünkü İsmail onlarla gezip tozmasını yasaklamıştı▬ tiyatroya ya da sinemaya gitmediyse ya da yaz tatilinde olmasına karşın arada bir yaptıkları gibi okulda etüde, oyun provasına, falan çağırmadılarsa evde olmalıydı. Bunu anlamak bir telefon etmek kadar kolayken kafasını neden yoruyordu ki? Ederdi telefon, sorardı evde misin, diye. Evdeyse de, kalkar, giderdi. Ceketinin iç cebinden çıkarttığı cep telefonunda, fihristten Dilber’in telefon numarasını buldu, çaldırmaya basacağı an, birden vazgeçti; galiba biraz daha yalnız kalıp, kafasını toparlaması daha iyi olacaktı.

Altı buçuk banliyösü, alışkın olduğuistasyona girip yolcularını indirmeye yanaşıyordu. Şu banliyöye binse, Ankara garına kadar gidip inmeden geri dönse... Sinirlerine iyi gelebilirdi. Döndükten sonra, sinirleri yatışmış olarak arardı Dilber’i. O zamana kadar karanlık iyice çökmüş olurdu hem... Yanaşan banliyöden inen insanları seyretmeye daldı.  Çeşit çeşit, tip tip, yüzlerce insan; memur kılıklı, işçi kılıklı...Her biri, birden bire, babasına dönüşüverdi. Yüzlerce Kazım indi, geldi, İsmail’in önünden, arkasından, yanından geçti, gitti. Hiçbiri adam yerine koyup da yüzüne bile bakmadı. Babasına  karşı hala öfke doluydu. Adam, şurada otururken bile onu delirtmeye çalışıyordu. Olacak şey değildi!

*

İsmail, kendisini çocukluğundan beri bu ailenin bir bireyi olarak hissedememişti.

Anneciği sağken ona kol kanat gerip bağrına basarak ne kadar da mutlu yıllar yaşatmıştı. Uzun uzun annesini düşündü. Ne çok severdi onu… “arınla sen büyütecektin beni... Beni masalsız

Bundan tam on dört yıl önce, o henüz yedi yaşında bir çocukken, annesi o küçük şırfıntıyı doğurduktan hemen sonra ölünce, felek de onun kötü kaderini dokumaya başlamıştı.

Daha o yaşta öyle bir dışlanmıştı ki, babası olacak adam her vaktini annesini öldüren o küçük fahişeyle ablalarına ayırıyor, onlarla cilveleşiyor,  ama o yanına gidip de azıcık sırnaştı mı, azarı işitiyordu. Hiçbir isteği yerine getirilmiyor, sürekli sınırlanıyor ve yasaklanıyordu. O da, ona güzellikle sunulmayan her şeyi ya yalan söyleyerek, ya hırsızlık yaparak, ya ciddi uyumsuz davranışlar göstererek, ya evden kaçarak, ya da kardeşlerine fiziksel ve duygusal zararlar vererek kendini belli etmek istiyordu. Antisosyal bir kişiliğe sahip olmuştu onlar yüzünden, kendinden başkasını düşünmez bir hale gelmişti. “Gücünün yettiği kadar kendin için başkasını ezmelisin,” düşüncesi onun temel prensibi olmuştu; çünkü zaten herkes böyle yapıyordu, yani her zaman güçlü zayıfı eziyordu. O da kendine bu düzenin içinde yer bularak yaşamaya çalışıyordu işte! Acıma, merhamet ve sevgi gibi duygulardan yoksun biri olmuştu. Mümkün olduğunca suçlarını gizli yapmaya çalışıyordu. Eline geçen her fırsatı değerlendirmeye ve sürekli yeni fırsatlar elde etmeye çalışıyordu. Sürekli yeni heyecanlar peşindeydi, tatminsizdi ve durağan bir yaşam biçimini sevmezdi; bu nedenle genellikle sürekli ve düzenli bir işte çalışamıyordu, zaten babasıyla en önemli çatışma nedeni de ona kız kardeşleri gibi bedava kölelik yapmak istememesi nedeniyle oluyordu. Daldan dala atlıyordu. Basit, sıradan zevkler için canlar yakmaktan hazlar duyuyordu. Onun keyfiydi asıl olan, bu uğurda isterlerse ölsünler, hiç kimseye bir gram acımazdı. Hiçbir şeyden dolayı pişmanlık duymaz, kimi tövbe etse bile bu pişmanlığı kısa süreli oluyordu; çünkü güdülerine engel olamıyordu. İç denetim mekanizmaları çok zayıftı ve süper egosu gelişmemişti. Bazen, sadece heyecan veya zevk için diğer insanlara zarar verdiği de oluyordu. Günlük yaşam içinde, aslında çok normal bir hayat sürüyordu ve sosyal ilişkileri de iyiydi. “Tanrım, son sözü sen söyleyeceksin, biliyorsun, onun için buradayım. Yanlış korkulara bezenmiş, deforme olmuş, şu sevimsiz yaratık yok etmeden kendini, yaratmaktan keyif aldığın bu iğrenç dünyada; yak yıldızları, yak, Tanrım! “ 

Karşısındaki banktan meraklı bir çift göz, kendi kendine konuşan bu deliye dudak bükerek bakmaya başladı. İsmail, yaşıtı meraklıya, bakmaktan vazgeçirmek umuduyla tehditkâr bir bakış fırlattı. Meraklı, tınmıyordu bile. İsmail, ya sabır çekerek kendi bakışlarını başka yöne çevirdi. Bir süre bakışlarını çevirdiği tarafta tutmakta ısrar etti, ama bu öyle bir şeydi ki, gözlerinin görmediğini, beyni görmeye başlamıştı artık. Gözlerini çevirdi, genç adamın gözleri gerçekten de hala ona yönelikti. Bu durum deliye çevirdi İsmail’i. Öfkeden ne yaptığını bilemez bir halde kalktı, meraklıya gidip, “ne bakıp duruyorsun ulan!” diye bağırdı.

Meraklı da ukala bir şeydi. Sırıtarak, “ bakmak için sana mı sormam gerekiyor?” diye karşılık verdi.

İsmail, kuduz bir köpek gibi salyalarını saçarak bağırmaya başladı. “Bana sorman gerekmiyor ama bana ne diye bakıp duruyorsun, a..a kodumun çocuğu!” Sonra yakasından yakalayıp havalandırdığı genç adamın suratına kafasını geçirdi.

Karşısındaki aldığı kafa darbesiyle sırt üstü yıkıldı.

İsmail, altına altığı genci yumruklarken, o, “ben sana bakmıyordum, ulan! Ben körüm!” diye haykırmaktaydı.

İsmail, gözlerine dikkatle bakarak onun gerçekten kör olabileceğini fark etti. Sonsuz bir utanca kapılarak, üzerinden doğrulmak istedi; fakat kendiliğinden doğrulmasına fırsat vermeden iki güçlü kol onu çekip aldı, bir çuvalmış gibi yan tarafa fırlattı. İsmail, kendini toparlamasına bile fırsat bulamadan, tekme tokat dayak yemeye başladı. Bu, bugün bu şekilde yediği ikinci dayaktı. Bu defa tekme atan adamın darbelerinden korumak için kollarını kafasının iki yanından sardı, adamın dayak atmaktan yorulmasını, ya da birilerinin araya girip onu kurtarmalarını beklemeye başladı.

Dayak atan adam, “Kör adamı dövmek kolay. Kalk ayağa da beni döv erkeksen! Şerefsiz!” diye bağırarak tekmeleri böğrüne, suratına, bir birinin peşi sıra acımasızca indirmeye devam ediyordu. Çevreden yetişenler, nihayet, zar zor ayırdılar kavgayı.

Dayak atan adam, kalabalığın artmaya başlaması üzerine, kör adamı da yanına alıp, koluna girerek hızla uzaklaştırdı oradan. Yeterince uzaklaştıklarını anlayan adam, yanındakinin kolundan çıktı; elindeki cüzdanın içindeki paraları çıkartıp pantolonunun cebine sokuşturmaya başladı. Öteki de el yordamıyla elindeki cep telefonunun arka kapağını açıp içindeki sim kartını çıkartmaya uğraşıyordu. İriyarı adam, telefonu onun elinden alıp sim kartı çıkarttıktan sonra, paralarını aldığı cüzdanı ve sim kartını bir çöp bidonuna attı. Birlikte kol kola gözden kayboldular.

*

Kör bir adamı dövmeye kalkışarak halktan dayak yemek yeterince rezil edici değil miydi? İsmail, asıl rezilliğin bu olduğunu düşündü; utancından ağlamak istiyordu; ya da, bağıra bağıra, çevredeki herkese, onun kör bir insana saldıracak kadar kötü bir insan olduğunu sanmamalarını anlatmak istiyordu... Ne bu insanlar, ne ailesi, ne de orkestra arkadaşları anlayabilirdi onu; onun bu duygularını anlamaya amade tek insan Dilber’di.

İsmail’in kör bir adama saldırmış olmanın utancı yanında yediği dayak umurunda bile değildi. Kör gencin yanına gitmek, gerekirse ayaklarına kapanarak, ondan özür dilemek için bakındı, ama genci göremedi.

Çevredekiler yavaş yavaş dağılırken, İsmail’i kınayarak dedikodusunu yapıyorlardı: “Utanmaz herif! Kör bir genci dövmeye kalkışmış! Böyle psikopatların ortalarda dolaşmalarına izin verirsen, bu toplum daha çok yaşar anarşiyi, terörizmi...”

Eti Mesgut Banliyösü yeni yolcularını aldıktan sonra arkasında sevişen tıkırtılarla uzaklaşmaya başlamıştı.

Bu defa kararlıydı onu aramaya, bir an önce onun omzunda gömeceği gözlerini yaşa bulayıp, içini boşaltmalıydı.

Telefonunu almak için elini cebine attı, bulamadı. Diğer ceplerini aradı birer birer, yoktu telefon. Kavga ederken düşürmüş olmalıydı. Kavga ettiği yere gitti, bakmadık tek bir karışlık yer bırakmadan her yanı aradı. Yoktu... Ceplerinde telefonu ararken cüzdanının da eline gelmediğini hatırladı. Pantolonunun arka cebine bir kez daha baktı, cüzdanı da yoktu işte! O itiş kakış sırasında her ikisi de yok olmuştu. Büyük bir ihtimalle, artık bir yankesicinin cebindeydiler. Yanardı, yanardı da, cüzdanındaki kimlik ve ehliyetine yanardı. Onları yeniden çıkartmak başlı başına bir uğraş olacaktı.

İstasyon içinde yer alan kafeteryaya gitti. Salondakiler, daha o karşıdan gelirken aşağılayarak bakmaya başlamışlardı.

Çay ocağındaki kontörlü telefonun başına gidip, ocakçıya, “Telefonu kullanabilir miyim?” diye sordu.

Adam onu bir pislikmiş gibi karşıladı. “Siktir ol git, başka yerden et telefonunu!”

İsmail, iriyarı adama tepki koymaya cesaret edemedi. Adama ters ters bakarak, salondaki masaların arasından uzaklaşırken, kendi kendine, “g..ne sok telefonunu!” diye mırıldanmakla yetindi.

Yanından geçtiği masalardan birisinde, Dilber’in okul arkadaşı olan bir kızı fark etti. Masasında, başka iki kızın arasında, kasıtlı olarak İsmail’e doğru bakmadan, ▬belki de, inşallah beni görmeden geçip gider, diye dualar ederek,▬ elindeki cep telefonuyla konuşmakla meşgul olan kızın adını hatırlayamadı. Kısa bir zaman önce Dilber’in tanıştırmış olduğu kızı görmezden gelerek yanından geçip giderken, onun telefonundan yararlanarak Dilber’i aramayı düşündü. Durdu, kızın yanına dikilip, “sen Dilber’in okul arkadaşıydın, değil mi?” diye sordu.

Kız, ona kısaca, “evet,” dedikten sonra telefonuna laf yetiştirmeye koyuldu. “. Sen geldikten sonra birlikte gideriz. Daha iyi olur...”

İsmail, kızın telefonla konuşmasını bitirmesi için bir süre bekledi. Sonra, kıza müdahale ederek, “affedersin, telefonunu Dilber’e ulaşmak için kullanabilir miyim?” diye sordu. “Benimkini az önceki arbedede, maalesef yankesiciler çarptı.”

Kız, telefonda konuştuğu kişiye, “ben seni az sonra yeniden arayayım hayatım. Telefonuma bir arkadaşımın acil ihtiyacı varmış da,” dedikten sonra kapattı. Telefonunun rehberinden Dilber’in telefon numarasını bulup aramaya bastı, karşı tarafın çaldığını anlayarak, telefonu İsmail’e uzattı. Masadaki kızlar az önce utanç verici bir rezalet yaşamış olan birisinin masalarına musallat olmasından tedirgin olarak, kaçamak bakışlarla çevrelerine bakındılar.

Dilber, kendi telefonundan, canan arıyor, uyarısını görüp telefonu, “efendim Canan’cığım?” diyerek açtı.

İsmal, “Benim,” dedi. İsmini hatırlayamadığı kızın isminin Canan olduğunu böylece öğrenerek, “benim telefonumu kaybettiğim için Canan’ınkinden arıyorum,” diye devam etti. Canan’a senin adını unutmadım, biliyorum, der gibi, kurduğu cümlenin içinde onun ismini vurgulayarak söylemişti. “Neredesin?”

Dilber, “evdeyim hayatım ne oldu, Canan’la beraber misiniz?” diye cevap verdi.

İsmail, acele acele konuşarak, “onu tesadüfen çay bahçesinde gördüm de telefonunu kullanmak için yanına geldim.” dedi.

“Kendi telefonuna n’oldu?”

İsmail, sesini yükselterek, “Sonra anlatırım. Bırak onu şimdi. Seni görmem lazım,” dedi.

“Ee, gel o zaman bana. “

“Yok gelemem. Kafam bozuk, eve tıkılamam şimdi. İstasyondayım. Sen gel.”

“Hayatım üstüm başım darmadağın, çıkamam dışarı. Sen gel işte...”

“Sana buraya gel diyorum!”

“Niye ne oldu?”

İsmail, onun nazlanması karşısında bir anda kontrolünü kaybederek, “Eeh! Gelmiyorsan gelme be! Elli tane soru sorup...” diye bağırıp telefonu yüzüne kapattı.

Kapatır kapatmaz telefon çaldı. Telefonun ekranında, “Dilboş arıyor” diyen bir uyarı yanıp sönmeye başladı. İsmail, onun ‘Dilboş’ diye isimlendirilmiş olmasını komik buldu, ama gülecek halde değildi. Açtı telefonu.

“Telefonu yüzüme niye kapatıyosun!” Dilber, öfkeyle bağırarak azarlamaktaydı. “En sinir olduğum şey!”

İsmail, aşağıdan alarak, “Dilboş! Kafam bozuk dedim sana, geliyosan gel. Yoksa yüzüne kapatacağım gene...”

“ Neyin var senin? Böyle yapmazdın hiç...”

“Çok uzattın ama! Kapatıyorum bak!”

“Tamam, geliyorum aşkım! Sakin ol...”

“Sakinim ben. Sen sakin ol asıl. Haydi, istasyondaki banklarda oturuyor olacağım, çabuk gel”

“Tamam, çıkıyorum hayatım. Bekle beni orda...”

İsmail telefonu kapatıp Canan’a iade etti. “Teşekkür ederim Canan. Sizi de rahatsız ettim...”

Canan, “estağfurullah!” diyerek, az önce kapatmış olduğu arkadaşını aramak için telefonla meşgul olmaya başladı. Kızların üçü de oğlanın çekip gitmesini ister gibi bir tavırla ilgilerini onun üzerinden ayırmıştılar.

İsmail, kızın bu tavrına bozularak, kendi kendine mırıldanarak oradan uzaklaştı. “Ben de o Dilber’e seninle arkadaşlığını kestirtmezsem...”

Canan onun arkasından yavaş bir sesle, “Allah Dilboş’a sabır versin! Bu manyağı nasıl çekiyor bilmem ki...” diyerek dedikoduya başladı.

İsmail, bu defa daha başka bir bankta sıkıntılı oturarak beklemeye başladı.

Vakit akıp gittikçe İsmail’in sıkıntısı artıyordu. Sabırsızlıkla, kolundaki saatine baktı. “Nerede kaldı bu kız!” diye söylenmeye başladı. “Güya hemen gelecekti.” Olan bitenlerin sorumlusu Dilber’miş gibi,  öfkesini ona yoğunlaştırmaktaydı. Geldiğinde bütün sinirini onun üstüne kusacaktı! Ayağa kalktı, sekiz, on metrelik mesafe içerisinde dolandı durdu. Banka geri oturdu.

“Aşkımm...” Gelen Dilber’di. Şık bir spor kıyafet giyinmişti ve saçları fönlüydü. 

Kız arkasından sokulup sarılarak canını acıtınca yerinden sıçradı. “Yavaş!” Kızın acıttığı yerleri ovalarken, “Nerde kaldın sen! Hani hemen gelecektin?” diye söylenmeye başladı.

“Hayatım, dedim ya pejmürde haldeyim diye. Senin için süslendim de geldim...”

İsmail’in, kendisine ve diğer herkese duyduğu kinin acısı yüreğine oturmuştu, her ısırışta duyduğu acıyı çıkartır gibiydi çevresinden. Kabalaşarak,  “Sıçarım süsüne!” diye çemkirdi.

Oğlanın canının acıdığını görünce merakla temas etti, “neyin var senin? Kaza filan mı geçirdin? Ne bu üstün başın?”

 “Moralim çok bozuk, diye söylemedim mi sana da, bana bu eziyeti çektirdin?”

“N’aptım ben sana, eziyet edecek? Düşmanınmışım gibi davranmasana...” Yavaş temaslarla banka oturttuğu oğlanın yanına oturdu. “Kavga filan mı ettin? Ne oldu kuzum, anlat ne olur…”

“Kör olduğunu bilmiyordum. Dik dik bakıp, bi de ters ters konuşunca serseri kılıklı bi herife çattım. Halk da kör adama sataşıyorum diye bana saldırınca, birilerinden sanırım, dayak yedim…” İsmail, karamsarlık içinde bocalıyordu. “Benim senden başka bir tek dostum yok, Dilber. Düşmanım gibi değil, en güvendiğim dostumun bu sıkıntılı anımda koşa koşa yanıma gelmemesine bozuluyorum da, ondan böyle davranıyorum...” Sinirleri bozuldu. Boğazına düğümlenen acıyla daha fazla baş edemeyerek ağlamaya başladı. Ağlamak istemiyordu ama gözünden akan yaşlara hâkim olamıyordu. Anlamını veremediği düşünceler kafasını bir kurt gibi kemirmekteydi, ama kafasının içinde belirgin hiçbir düşünce de yoktu. Hiç kimseyi aklına getirmeden, kendiliğinden, öylece ağlıyordu. Sanki yaşadığı vicdan azapları dökülmekteydi gözlerinden.

Dilber olanlara bir anlam verememekteydi. “Ne olur hayatım…” diyerek ilgi göstermeye çalıştı. “Ağlama, ağlama nolur! Ben her zaman yanında olacağım, bundan şüphe etme,” diyerek onun elini tuttu. Yüzünü onun yüzü önünde tutup, “kıyamam ben sana,” dedikten sonra, çevreye aldırış etmeden onun dudaklarına bir öpücük kondurdu.

“Çok kötüyüm Dilber, içimde bi şeytan var. Kendime, herkese zarar veriyorum. Söküp atamıyorum ruhumu ele geçiren şeytanı. Acı çekiyorum. Kimse beni anlamıyor, anlamak da istemiyor... Kimsem yok Dilber, çok yalnızım...” İsmail, dalgalar, fırtınalar aşarak kavuştuğu limanda yükü boşaltılan geminin sükûnet bulması gibi, Dilber’ine kavuşmuştu ve içini döktükçe rahatlıyordu.

“Ah aşkım benim! Ben varım ya? Bak işte yanındayım. Üzülme böyle... Gel bana gidelim. Ben seni nasıl rahatlatacağımı biliyorum. Kalk hadi gidelim.”

“Gitmeyelim. Eve kapalı kalmak istemiyorum. Ruhum sıkılıyor. Anlamıyorsun. Sen de anlamıyorsun işte...”

“Aşkım anlıyorum ben seni. Amacım seni biraz olsun rahatlatmak. Gel hadi, gel gidelim işte. Bak hem sana bi sürprizim var dedim. Doluyum bu aralar. Elimde çok iyi bi mal var. İçince şaşıracaksın, rahatlayacaksın, iyileşeceksin. Kalk hadi, beni dinle…”

İsmail, rahatlaması için yapılan bu teklifi cazip buldu. Emirlere boyun eğen küçük bir çocuk gibi, elinden çekiştiren kıza direnç göstermeden kalktı. Ne istenirse angaje olacak bir dirençsizlik halinde elinden tutan kızın yanı sıra yürümeye başladı.

Dilber, “önce telefon kartının yenisini çıkarttırmak için abone merkezine uğrayalım,” dedi. “Şimdilik benim eski telefona takarsın.”

İsmail, “Boş ver… Bundan on sene önce cep telefonu diye bir şey mi vardı? Posta hanelerdeki jetonlu telefonların önünde kuyruklara girerdik,” diye söylendi.

“Geçmişte yoktu diye, bugünün ihtiyaçlarından vazgeçemeyiz. Elli yıl sonra neler kullanacak insanlar, biliyor muyuz?

“Elli yıl sonra dünya olmayacak. Dünya benim yaşadığımdan ibaret. Ne elli yıl öncesi mevcut, ne elli sene sonrası...”

Dilber, onun bu düşüncesine gülümseyerek karşılık verdi, “ben de aynı fikirdeyim,” diyerek, elindeki bir çikletin ambalajını açıp, çikleti ağzına sokarken, çikletin ambalaj kâğıdını buruşturup, yankesicilerin az önce İsmail’in sim kartıyla boş cüzdanını attıkları çöp bidonunun başına giderek içine attı. Bakışlarını bidonun içine çevirdiği o kısacık anda, kabak gibi ortada görünen cüzdanı fark etti. Uzandı, cüzdanı aldı. Dikkatlice bakındığında SİM kartını da gördü, onu da aldı.

Bir sevinç çığlığı atarak, “Cüzdanını ve SİM kartını buldum!” dedi. “Onları, çöp bidonuna atmışlar…”

İsmail, bu büyük tesadüfe  şaşkınlıkla baka kaldı.

Cüzdanı İsmail’e uzattı. “Bak bakalım içine, her şeyin duruyor mu?”

İsmail, acele hareketlerle açtı cüzdanı. “Paralar yok!”

“Paraları alıp, cüzdanı atmışlar, demek ki… Neyse, en azından, sim kartı almamıza gerek kalmadı..”

“Daha mühimi, kimliklerimi yeniden çıkartmak için uğraşmayacağım… Sen benim uğur meleğimsin, biliyor musun?”

“Tabi biliyorum! Bilmez miyim?” Dilber ona bir miktar para verdi. “Hiç paran olmadan yapamazsın sen, bilirim. Al bunları da cebinde bulunsun.”

İsmail, “Cumartesi günkü düğünde benim yövmiyeyi de sen alırsın madem,” diyerek parayı pantolonunun cebine aktardı.

“Sıkma kendini. Boş ver.”

Moralleri az da olsa düzelmişti; kız geldi, İsmail’in koluna girdi. İsmail, kızın bu temasıyla darp edilen bir yeri acıyınca, sakınarak, “Yavaş,” diye inledi.

*

( Lale Bahçesi-7 başlıklı yazı AliKemal tarafından 26.02.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.