[if gte mso 9]>

SİMAVNA KADISIOĞLU ŞEYH BEDRETTİN’İN HAYATI, İSYANI VE VÂRİDÂT KİTABI EKSENİNDE FELSEFÎ-TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ

            GİRİŞ

            On üçüncü yüzyılın ortalarına doğru, Doğu’dan gelen Moğol saldırıları, Batı’dan gelen Haçlı Seferleri ve içeride vukû bulan Bâtınî-İsmâilî terörü ile karşı karşıya kalan İslam Dünyası, tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşamıştır. 1243 yılında Moğollar ile Anadolu Selçuklu Devleti arasında meydana gelen Kösedağı Savaşı’nda mağlup olan Gıyaseddin Keyhüsrev’in bu mağlubiyetten üç yıl sonra vefat etmesi ile birlikte oğulları arasında saltanat mücadelesi başlamıştır. II. Gıyaseddin Mes’ud’un 1308’de vefat etmesiyle Anadolu Selçuklu Devleti fiilen ortadan kalmış ve yerini aynı topraklar üzerinde kurulan küçük Türk Beyliklerine bırakmıştır. Bu beylikler arasında Karamanoğulları, Menteşeoğulları, Hamidoğulları, Candaroğulları, Germiyanoğulları, Karesioğulları, Osmanoğulları sayılabilir. Önceleri Germiyanoğulları büyesinde iken, sonradan bağımsızlıklarını ilan eden Saruhanoğlu ve Aydınoğlu Beylikleri, diğer beylikler gibi Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşması için mücadele verirken, aynı zamanda ilim ve düşüncenin gelişmesi için de büyük çaba sarf etmişlerdir.[1]

            Bu beylikler arasında çok küçük bir uç beyliği olan Osmanoğlu Beyliği, zamanla topraklarını genişleterek tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan ve 600 yıl hüküm sürecek olan Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu olmuştur. Bu durumu yalnızca savaş başarılarına ve ganimet ekonomisine bağlamak eksik bir tespit olur. Altı asırlık ömür sürmüş ve içerisinde barındırdığı çeşitli etnik grupları, farklı din ve ırk mensuplarını, millet sistemi ile belirgin bir siyasi ve kültürel entegrasyon seviyesine taşıyabilmiş bir devletin köklü bir fikrî temele dayanmamış olması imkan dahilinde değildir.[2]

            Farklı dallarda değerli bilim adamları ve düşünürleri yetiştiren Osmanlı Devleti, bilhassa felsefe, kelam ve tasavvuf gibi soyut ilimlerde oldukça ileri seviyelerdeki mütefekkirlerin vatanı olmuştur. On üçüncü yüzyılda Sünnî İslam dünyasında Fahreddin er-Razî, Şiî İslam dünyasında Nasîruddîn Et-Tûsi tarafından temsil edilen İbn Sina felsefesi, bu iki âlimin talebe silsilesi vâsıtasıyla Osmanlı Devleti’nin düşünce sistemini derinden etkilemiştir. Fahreddin Er-Razî, İbn Sina’nın bazı metafizik konular dışındaki felsefî görüşlerini, Gazzâli’nin düşünceleriyle birleştirip, Eş’ârî akaidiyle uzlaşan yeni bir sentez oluşturmuştur. Bu sentezin içerisinde Gazzâli’in tasavvufa verdiği değerin bir neticesi olarak, tasavvuf önemli bir yer kaplamıştır. Dolayısıyla Osmanlı düşünce sisteminin felsefe, kelam ve tasavvufun herhangi birinden hâlî olması düşünülemez. 

            Bahsi edilen âlimler silsilesi içerisinde bulunan Şeyh Bedreddin Simavî, Osmanlı’nın büyük filozof, mutasavvıf ve fakihlerinden biridir. Onun Fahreddîn’e ulaşan hoca silsilesi şu şekilde sıralanabilir: Muhammed İbn Mübârekşâh El-Buhârî, Kutbeddîn Er-Râzî, Necmeddîn El-Kâtibî El-Kazvînî[3], Esîruddîn El-Ebherî, Fahreddîn Er-Râzî.[4]

             Şeyh Bedreddin Simavî, Osmanlı Devleti’inde büyük bir âlim olarak kabul edilmiş olsa da devrin politikasına başkaldırı niteliğinde karışmış olduğu siyasî olaylar, bazen onun âlim kişiliğinin üzerini örtmüş ve yüzyıllarca bir isyancı olarak anılmasına sebep olmuştur. Bu çalışmada Şeyh Bedreddin’in hayatı, isyanı ve bazı felsefî-tasavvufî görüşleri ele alınacaktır.

            1. ŞEYH BEDREDDÎN’İN HAYATI VE İSYANI

                Şeyh Bedreddîn, Edirne yakınlarında, bu günkü Yunanistan toprakları içerisinde bulunan Samona (Simavna)da, muhtemelen 1358-1359 yıllarında dünyaya gelmiştir.[5] Babası İsrail b. Abdülaziz, Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus’un soyundan gelmektedir. Annesi Melek Hatun’un ise Simavna kalesinin Bizanslı komutanının kızı olup, sonradan ihtida ederek Bedreddin’in babası ile evlendiği bilinmektedir.[6]

            Babası bir Türkmen gazisi, annesi ise eski bir Hıristiyan olan Bedreddin, eski bir kilisede dünyaya gelmiştir. Babası tarafından Müslüman bir soydan gelse de kendisini Müslümanlıkla pek az ilgili bir ortamda bulmuştur. Onun yetiştiği çevre, İslamlaşması ileride tamamlanacak olan bir darü’l harb’dir.[7]

            İlk tahsilini babasının yanında yapan Bedreddin, Edirne’de Şâhidî’den garamer, Mevlânâ Yusuf’tan tefsir dersleri almıştır. Sonra Bursa Kadısı Şeyh Mahmud(Koca Efendi)un Edirne’ye gelmesi üzerine onun derslerine katılmaya başlamıştır. Aynı zamanda Mevlâna Yusuf’un yanında fıkıh öğrenimine devam etmiştir. Altı ay sonra Bursa Kaplıcaları Medresesi’nde, Koca Efendi’nin kendi oğlu olan, ileride astronomi ve matematik alanında büyük üne kavuşacak olup, Uluğ Bey’in hocalığını yapacak olan Musâ Çelebi (Kâdîzâdei Rûmî) ve onun amcasının oğlu Müeyyed ile birlikte, bir yıl kadar daha, Koca Efendi’de tahsiline devam etmiştir. Sonra Konya’ya geçip, Mevlâna Feyzullah’tan astronomi, astroloji ve mantık ilimlerini öğrenmiştir. Bir yıl sonra Müeyyed ile birlikte Şam’a gitmişlerse de veba salgınından dolayı kısa bir müddet sonra Kudüs’e geçmişlerdir. Mescid-i Aksâ’da, İbn’ü-l Askalânî’den hadis ilmi tahsil eden iki arkadaş, bir Türk beyi olan Ali Keşmirî’nin himayesinde Kahire’ye gitmişlerdir. Orada Seyyid Mübârek Malik ile tanışan Bedreddin, bu zattan felsefe ve mantık ilmi tahsil etmeye başlamıştır. 1383 tarihinde hocası Mübârek Şah ile birlikte Mekke’ye gitmiş, oradan Medine’ye geçmiş, bir müddet sonra arkadaşı Seyyid Şerif Cürcânî’in mektubu üzerine Kahire’ye dönmüştür. Dönüşünden sonra üç yıl boyunca Sultan Berkuk’un oğlu Ferec’in öğretmenliğini yapmıştır.

            Bedreddin, Sultan Berkuk’un sarayındaki bir ilmî sohbette Ahlatlı Şeyh Hüseyin ile ilmî bir münâkaşaya girmiş; yaptıkları bu münakaşadan memnun olan Sultan, Bedreddin’i cariyesi Câzibe, Hüseyin Ahlâtî’yi de onun kardeşi Meryem ile evlendirmiştir. Önceleri tasavvufa karşı tepkili olan Bedreddin, baldızı ile yaptığı tasavvufî sohbetler neticesinde tavrını değiştirerek Şeyh Hüseyin’e intisap etmiştir.

            Bedreddin, 1402 veya 1403 yılında Tebriz’e seyahate çıkmış, orada Timur’un otağında İranlı âlimler ile yapmış olduğu ilmî tartışmalar neticesinde Timur’un takdirini kazanmıştır. Timur’un Bedreddin’i kızıyla evlendirerek şeyhülislam yapmak istediği, Bedreddin’in ise bunu reddettiği rivayet olunmaktadır.

            Bedreddin, Kahire’ye döndükten sonra şeyhinin gözetiminde çilesini doldurup, onun ölümünden sonra şeyhlik makamına geçmiştir. Ancak oradaki diğer şeyhlerle arasında anlaşmazlık çıktığından dolayı 6 ay sonra memleketi Edirne’ye dönmeye karar vermiştir. Memleketine dönerken geçmiş olduğu illerde kendisine intisap edenlerin olduğu, bazı Hıristiyanların Şeyh vasıtası ile ihtidâ ettiği bilinmektedir. Bu yolculuk esnasında, ileride büyük bir ayaklanmanın öncüsü olacak ve isyanları Şeyh Bedreddin’e mal edilecek olan Börklüce Mustafa (Dede Sultan) ile Tire’de; Torlak Kemal ile  Kütahya’da tanışmıştır. Edirne’ye ulaştıktan sonra münzevî bir yaşam sürmeye başlamıştır.[8] 

            Bedreddin’in memleketine döndüğü bu yıllar, Ankara Savaşı sonrası Yıldırım Bayezıt’ın Timur’a esir düştüğü, Anadolu’nun Timur tarafından Bayezıt’ın oğulları arasında paylaştırıldığı yıllardır. Bedreddin’in isyanı, şehzadeler arasında taht kavgalarının yaşandığı, Fetret Devri[9] diye isimlendirilen bu karışık dönemden hemen sonra vukû bulmuştur.

            Şehzadeler mücadelesinde Yıldırım Bayezıt’ın oğullarından Mûsâ Çelebi’nin, kardeşi Süleyman Çelebi’yi yenerek Edirne’yi ele geçirmesi üzerine 1411’de Şeyh Bedreddin, kazaskerliğe tayin edilmiştir, böylece onun aktif siyasi hayatı başlamıştır. Mehmet Çelebi’nin, kardeşi Musa Çelebi’yi yenmesi üzerine Edirne, Mehmet tarafından ele geçirilmiş; Musa yandaşları görevlerinden alınmış, isyancılar yargılanmıştır. Musa Çelebi yandaşı olan Şeyh Bedreddin ise diğer bürokratlar gibi cezalandırılmayıp, sadece görevinden azledilmiş ve ailesiyle İznik’te iskân ettirilmiştir. Burada -ilmine hürmeten- padişah tarafından kendisine 1000 akçe maaş bağlanmıştır. Bazılarına göre bu iskân bir sürgün, bazılarına göre ise bir ödüldür.[10]

            Bazı rivayetlere göre Şeyh, siyasi ihtirasları sebebiyle durumu kabullenemeyerek, siyâsi bir teşkilatlandırma sağlamak üzere harekete geçmiştir. Tire’de tanıştığı Börklüce Mustafa’yı Aydın ve civarında propaganda hareketleri ile görevlendirmiştir.[11] Bazılarına göre ise Şeyh’in isyanlarla ilgisi olmayıp; bu isyanları başlatanlar, Şeyh’in sempatizanlarından Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in bizzat kendisidir. Şeyh ise taraftarlarının çıkarmış olduğu bu isyanlar neticesinde doğal olarak suçlu duruma düşmüştür.

            Şeyh İznik’te iken Börklüce Mustafa, Aydın’da peygamberliğini ilan ederek pek çok sempatizan toplamış ve binlerce kişiyle birlikte ayaklanmış; isyan, Çelebi Mehmet’in gönderdiği Bayezıt Paşa tarafından bastırılmış, Mustafa idam edilmiştir. Bu isyandan sonra şeyhin müritlerinden olduğu ileri sürülen Torlak Kemal de Manisa ve civarında tıpkı Börklüce’nin yaptığı gibi sapık fikirler ileri sürerek halkı isyana davet etmiş, yaklaşık iki bin kişiyi kendi etrafında toplamış, sonunda yakalanarak idam edilmiştir.[12]

            Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal’in isyanlarını duyar duymaz olayın kendisinden bilineceği ve muhtemelen idam edilme korkusu ile İznik’ten kaçarak Kastamonu’da Musa Çelebi’nin müttefiki olan İsfandiyar Emiri’ne sığınmış; oradan Dobruca, Silifke, Zağra’dan geçerek, Bulgaristan’da Deliorman’a ulaşmıştır. Bedreddin isyanı resmen bu bölgede başlamıştır. Şeyhin geçtiği bölgelerdeki yandaşları, onun kazasker iken tımar verdiği ve iyilik ettiği kimselerdir. Şeyhin etrafında büyük kitleler oluşturan bu kişilerin Edirne’ye doğru yürüdüğünü haber alan Mehmet Çelebi, iki yüz kişilik bir askerî kuvveti Şeyh Bedreddin’in üzerine göndermiştir. Böylece 1416’da isyan hareketi fiilen başlamış kabul edilmektedir. Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal’in akıbetini duyan Şeyh yandaşları, etrafından bir bir dağılmış, az kişiyle yapılan mücadele çabuk sonlanmış ve Şeyh yakalanarak Sultan’a teslim edilmiştir. Fakat Sultan Mehmed, Şeyh’in ilmî ve sûfî kişiliğine duyduğu saygıdan dolayı onun hakkında hüküm vermeyi âlimlere bırakmıştır. Şeyh’in davasını karara bağlamak için toplanan ulema heyeti onun savunmasından sonra, peygamberlik iddiası ve dinî düşünceleri konusunda onu suçsuz bulmuş, ancak “devlete karşı ayaklanma suçu” sabit olduğundan dolayı “şer’an katlinin helal, malının haram” olduğuna hükmedilmiştir. Bu hüküm İran’dan yeni gelmiş bir Sünnî âlim olan Molla Haydar tarafından verilmiş ve Şeyh Bedreddin kendisi hakkında verilen bu hükmü bizzat onaylamış ve haklı bulmuştur. Serez pazarında idam edilen Şeyh’in malları varislerine verilmiştir.[13]

            Şeyh’in cezası şer’an değil, örfen verilmiş olduğu konusunda modern tarihçiler ve hukukçular hemfikirdir. Onun dînî düşünceleri yüzünden herhangi bir cezaya çarptırıldığını söylemek tarihi çarpıtmaktan başka bir şey değildir. Onun fikirleri -mutasavvıf kişiliği sebebiyle- zaman zaman İslamî ölçütlerle çelişiyor gibi görünmesine rağmen, daima fikirlerine saygı duyulmuştur. Hatta onun kitapları ölümünden sonra birkaç asır daha Osmanlı medreselerinde okutulmuştur. Bu durum Osmanlı Devleti’indeki düşünce özgürlüğünü göstermektedir. Onun cezaya çarptırılması ise siyasî açıdan halkı örgütleyerek, devletin varlığını tehdit ettiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Bu Şeyh Bedrettin’e mahsus bir ceza değildir, onun yerinde her kim olursa olsun devlete isyan etmenin hükmü aynıdır. Bu, o zamanın yasası olup zamanının şartları içerisinde değerlendirilmelidir. Bir devletin anayasası ancak kendi sınırları ve kendi zamanı içerisinde değerlendirilebilir.

            Şeyh Bedreddin’in dînî kişiliği ve felsefî görüşleri hakkındaki menfî yorumlar onun vefâtından çok ileri zamanlarda vukû bulmuştur. Özellikle 16. Yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti içerisindeki Şiî ve Kızılbaş propagandaları merkeziyetçi ve Sünnî politikaya karşı tehlikeli bir hal almaya başlayınca, devletin merkezkaç güçler başta olmak üzere, heteredox eğilimlere karşı hoşgörüsü değişmiş ve sert tedbirler alınmaya başlanmıştır. Hurufilik, Şiî-Kızılbaşlık gibi Sünnîlik dışındaki cereyanların Osmanlı varlığı için tehlike arz ettiği bir dönemde yazılan Osmanlı tarihlerinde, Şeyh Bedreddin’i din dışı ve tehlikeli bir asi olarak gösterme eğilimi rağbet görmüştür.[14]

            2. ŞEYH BEDREDDİN İSYANININ NEDENİ

                Şeyh Bedrettin isyanının nedenlerini kavrayabilmek için, onun içerisinde yaşadığı toplumun soysa-politik yanlarına ve yaşam ülküsüne vâkıf olmak gerekmektedir. Şeyh Bedrettin, kendi zamanı içerisinde dâru’l harb olan Rumeli topraklarında dünyaya gelmiştir. O zamanlarda Rumeli topraklarındaki toplumsal erdemlerin temelini “gazi ülküsü” oluşturmaktadır. Gaziler, İslam dininin fedaileri olan uç savaşçılar olup; bu uğurda komşuları olan kâfirler ile gaza yapmakla mükelleftirler. Bu kişiler sınır boylarında gaza yaparak, bazen şehit düşerler ve isimleri etrafında efsaneler oluşturulur. Osman Gazi’nin gaza çağrısına Anadolu beyliklerinden; ganimet, dinî karizma ve şeref peşinde koşan pek çok gazi cevap vermiş ve güçlü Bizans ordusu mağlup edilmiştir.

            Rumeli Gazileri’nin sosyal hayat şartları ve dünya görüşleri, Anadolu abdallarına daha yakın olduğundan dolayı, müttefikleri ve mücadeleleri ile Sünnî otoriteye daha uzak kalmışlardır. Bu durumun bir sonucu olarak, diğer sosyal gruplarla daha kolay kaynaşıp; heterojen bir karışım oluşturabilmişler ve fırsat buldukça Osmanlı Devleti’ne karşı muhalefet etmişlerdir.

            I. Bayezid’e kadar Osmanlıyı yönetenler, devlet topraklarını gazilik geleneğini sürdürerek genişletmişler; I. Bayezid ise onlardan farklı bir politika izlemeyi tercih etmiştir. Onun politikası, gazi geleneğinden çok merkeziyetçi bir imparatorluk vasfı taşımaktadır. O, hem iç, hem de dış politikada gazilik geleneklerini terk etmiş ve İslam’a doğru tek yönlü bir eğilim göstermeye başlamıştır. Onun devrinde, Osmanlının merkez taşlarından biri olan kul sistemi tam bir gelişme göstermiştir. Bayezid, yüksek idârî-askerî makamların yanında, tımarları da kullara vermiş; ortadox elemanları, heteredox sınır kültürünü taşıyan ve fetihlerin yükünü omuzlayan gaziler üzerine hâkim kılmaya çalışmıştır. Bu sebeple Bayezid’in emrindeki gazi komutanlar, Ankara Savaşı’nda savaş meydanını terk ederek,  Bayezid’i yalnız bırakmışlar ve savaş Osmanlı aleyhinde sonuçlanmıştır. Ankara yenilgisi, toplumsal ve politik bir kargaşa ve tepki çağı başlatmış; Şeyh Bedrettin isyanı böyle bir politik ortamda ortaya çıkmıştır.

            Yıldırım’ın esaretinden sonra oğulları arasında başlayan taht mücadelesinde Edirne’yi üs edinen Musa Çelebi, Rumeli’deki gazilerin desteğini alırken; Bursa’yı merkez edinen Mehmed Çelebi babasının politikasını benimsemiş ve ortadox ulema ile Anadolu’daki diğer beylerin desteğini almıştır. Musa Çelebi’nin kazaskeri olan Şeyh Bedrettin de Rumeli’deki gaziler başta olmak üzere merkezkaç unsurların baş temsilcisi olma sıfatıyla ön plana çıkmıştır. Merkezî otoritenin temsil ettiği Mehmed Çelebi, kardeşinden sonra Şeyh Bedrettin ile mücadele etmek zorunda kamıştır.[15]

            3. ŞEYH BEDRETTİN’İN ESERLERİ  

            Şeyh Bedrettin’in eserlerinin tamamı tam olarak saptanamamakla birlikte Osmanlı kitaplarında onun 38 tane eseri olduğundan bahsedilmektedir. Bunlar arasında bilinen eserleri şöyle sıralanabilir:[16]

            Fıkıhla İlgili Kitapları:

a.       Letaif’u-l İşârât

b.      Câmi’u-l Fusûleyn

c.       Et-Teshîl

      Tasavvufla İlgili Kitapları:

a.       Matla Şerhi

b.      Meserret’ül Kulûb

c.       Varidât

d.      Füsûs’u-l Hikem Hâşiyesi

     

      Tefsir ve Gramer Kitapları:

a.       Nurû-l Kulûb

b.      Ukûd’ü-l Cevâhir

c.       Çirag’ü-l Fütûh

d.      Tarikata Dâir

 

      Şeyh Bedreddin’in fıkıh alanında yazmış olduğu ilk eserinin, Letaif’u-l İşârât kitabı olduğu bilinmektedir. Şeyh Bedreddin, kitabının daha iyi anlaşılabilmesi için bu kitaba daha sonraları Et-Teshîl ismindeki şerhi yazmıştır. Şeyh, kitabının mukaddimesinde; akıllı ve zeki ilim adamlarını diğerlerinden ayıran en önemli özelliğin, başkalarının düşüncelerini nakletmek değil, orijinal ve kişisel düşünceler ortaya koymak olduğunu belirtmiştir. Câmi’u-l Fusûleyn ise Şeyh Bedreddin’in kazaskerliğe tayin edildikten sonra kaleme aldığı, muamelata dair konuların ağırlıkta olduğu bir fıkıh kitabıdır.[17] Bu kitabı, bütün kadıların kanuna göre hüküm vermelerini sağlamak için, temel kurallara saygılı kalmakla beraber mezheplerden sıyrılarak yazdığı bilinmektedir. Bazılarına göre bu kitap, İslam hukukunda hâkimlere bir yargı bağımsızlığı getirmiş ve İslam hukukuna bir dinamizm kazandırmıştır.[18] Bu kitap, idamından sonra birkaç yüzyıl daha Osmanlı medreselerinde okutulmuştur.

      Varidât ise müellifin, Fikrî ve itikâdî konulara dair en önemli eseri olup, hakkında yoğun tartışmalar yapılmasına yol açan felsefî-tasavvufî görüşlerini içermektedir. Ancak bu kitabın Şeyh Bedrettin’e aidiyetinde şüphe vardır. Şeyh Bedrettin’in kaleminden çıkan nüshasına bizzat rastlanmamakla birlikte, bu kitabın en eski nüshası 16. Yüzyıla dayanmaktadır. Michel Balivet bu eserin özgün bir eser olmadığını söyleyerek şu sözleri sarf etmektedir:

“ Varidât okunduğunda, eserin doktrin bağlamında içeriği çok hayal kırıcı görünüyor. Ne Dukas’ın Börklüce konusunda sözünü ettiği mal paylaşımı, ne Osmanlı vakanüvislerinin ileri sürdüğü sultana karşı açık isyan ve mehdilik iddiası, ne sapık fikir ve ayinler, ne özel bir Hıristiyanseverlik, ne de dinler üstü bir anlayış söz konusu edilir. Olası seleflere ya da çağın düşünce akımlarına yapılan göndermeler de çok azdır.”[19]

            Şeyh Bedrettin’in muhtemelen hutbelerinden derlenerek müritleri tarafından kaleme alınmış olan Varidât kitabı, onun toplumsal görüşlerini değil, dînî-felsefî görüşlerini yansıtmaktadır. Dolayısıyla kitabın ona aidiyeti hakkında somut bir delil olmadan bu felsefî fikirlerin hepsinin kesin olarak kendisine ait olduğunu iddia etmek ne kadar yanlışsa; toplumsal görüşlerinin kitabın içeriğinde bulunmamasından yola çıkarak, kitaptaki felsefî-tasavvufî görüşlerin de ona ait olmadığını söylemek de o kadar yanlış bir tespittir. Burada kitabın kendisine ait olduğu varsayılarak içerisindeki bazı felsefî-tasavvufî görüşler ele alınacaktır.

            4. VÂRİDÂT KİTABI EKSENİNDE ŞEYH BEDRETTİN’İN FELSEFESİ

            Şeyh Bedrettin, Varidat’ındaki söylemlerinden anlaşıldığı üzere tasavvufta tam bir İbn Arabi çizgisi takip etmiş ve görüşlerini vahde-i vücud[20] felsefesi etrafında şekillendirmiştir. Şeyh Bedrettin’e göre varlıklar her nesnede, hatta zerrede vardır; bütünün bütünde olmasında şüphe yoktur. O bu fikrini şöyle bir örneklendirme ile açıklamaktadır:

“Ağacın bütünü meyvede mevcuttur. Her bölümde bir tohum vardır ve böylece bütün buradadır ve ondan oluşmaktadır. Aynı şekilde bütün âlemler ‘özden’ meydana gelmektedir ve asıl da bütünden gerçekleşmektedir. Bütün kâinât bir zerrede vardır ve buradan iman sahibi kişiler gizli sırrı anlarlar. Bütün âlemler insanda bulunduğu, ancak gizli olduğu ve bu gizlilik örtüsü kalktıkça, o zaman ‘Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim; beni bilsinler diye insanları yarattım’ sözünün sırrı ortaya çıkar. Bilen, yine Allah’tır, ondan başkası değildir. Bütünde münezzehtir ve yine nitelikleri ile nitelenmiştir.”[21]

                Şeyh’e göre ceza, rahmet, acı ve benzerleri de bütünden oluşur. Fakat Allah bunların hepsinden münezzehtir; çünkü bunlar rölatif kavramlardır. O, ileri sürdüğü bu fikri, insan ve yılanın ağzındaki tükürük salgısı ile örneklendirerek açıklamaktadır: “İnsan olsun, yılan olsun her ikisinin ağzındaki su, kendisi için uygun olup başkası için zehirdir. Her ikisindeki hayat gerçeği onlardan kopmamışsa da, onlardan arındırılmıştır. Doğru olan şudur ki; Allah kâinâtın bütünüdür.[22] Ancak kâinatdan münezzehtir. O bütünden münezzehtir, bütün ondadır, o bütündedir.” Bedrettin’e göre mümkün (yaratılmışlar) Hakk olmayacağı gibi, Hakkın da mümkün olması imkânsızdır. Fakat görünüş itibari ile her ikisi birdir ve gerçekte Allah’tır. Hakikatte ondan başka varlık olmayıp, bin sûrette ortaya çıksa da yine O, birdir.[23] Şeyh’in, Allah tasavvuru bir bakıma; Allah’ın hem içkin, hem dışkın olduğu yönünde iki kutuplu bir görüşü savunan panenteizme[24] benzemektedir.

            Birkaç yerde “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim; beni bilsinler diye insanları yarattım.” hadis-i kudsîsini tekrarlayan Şeyh Bedrettin, bu hadise dayanarak Allah’ın ortaya çıkma konusunda, zâtî bir eğilimi olduğunu ifade etmiştir. Bunun gerçekleşmesinin Allah’ın küçük nesnelerle ortaya çıkması şeklinde izah etmiş, sevginin de Bir’in zâti eğiliminden ve özün bir gereğinden ibâret olduğunu ifade etmiştir.[25] Bedrettin’in “Bir” kavramı, Helenistik dönem filozoflarından Pilotinus’da görülmektedir.[26]

            Şeyh Bedrettin Varidât’ında pek çok mutasavvıfın problem yaşadığı şatahât[27] meselesini de ele alarak adeta manevi sarhoşluk halinde söylenen lafızlara meşrûiyyet kazandırmaya çalışmıştır. Şeyh Bedrettin, ağacın Musa Aleyhisselam’a “Ben Allah’ım” demesinin, insanın bunu söylemesinin doğru olduğuna dair bir işaret olduğunu iddia ederek bu konuda şöyle bir açıklama yapar:

 “Ağacın,(Musa aleyhisselâma) ‘Ben Allah’ım’ demesi, insanın bunu söylemesinin doğru olduğuna dair bir uyarıdır... Dünya Allah’ın görünüşü olduğundan dolayı, ‘Ben Allah’ım’ diyen herkesin sözü de doğrudur. Çünkü bununla bütün  Allah  kastediliyor; bölümle hiç bir alakası yoktur ve konuşan insan değil, Allah’tır. Keza aynı  şekilde insan konuşmaya başlayıp, ‘Ben Zeyd’im’ derse, bu sözleri doğrudur. Çünkü bu sözler Zeyd’in özüyle alakalıdır ve konuşan dil ile kıpırdayan ve etten oluşan bedenle yakından uzaktan hiç bir ilgisi yoktur. Sözü söyleyen dil değil, Zeyd’in zatıdır. Bundan dolayı ağaç veya insan ‘Ben Allah’ım’ derse doğrudur. Bu itibarla her zerre de, ‘Ben Allah’ım’ derse doğrudur. Ancak başka bir kişi ‘O veya sen Allah’sın’ derse, doğru değildir. Aynı  şekilde dil ‘Ben Zeyd’im’ diyebilir. Fakat bir başkası dile, ‘O veya sen Zeyd’sin diyemez.’ ” [28] 

            Şeyh Bedrettin, Zeyd örneğini sıkça kullanarak, vahdet-i vücud görüşünü insan anatomisi üzerinden örneklendirerek açıklamaktadır. O Allah’ın da bütün yönleri ile dünyayı kaplamasını, bir insanın bütün yönleriyle vücudundaki organları kaplamasına benzetir. İnsanın organları, yine insanın kendi isteği ile hareket eder. Örneğin kişi dilerse; eli tutar, ayağı yürür, dili konuşur vs. Fakat insan bir şeyi eli ile tuttuğu zaman, “Elim tuttu” demek yerine “Ben tuttum” der. Bir kişi yürüdüğü zaman “Falanın ayağı yürüdü” demek yerine “Falan yürüdü” der. Çünkü kişi organları ile bir bütündür ve bölünme kabul etmez. Beden kişinin görüntüsü olduğu gibi dünya da Allah’ın bir görüntüsüdür. Bütün işler ona isnat edilir; ondan başka duyan, söyleyen, hareket eden ve iş yapan yoktur.[29]

            Şeyh Bedrettin, kitabında “haşr” meselesine de yer vermektedir. Ona göre beden baki kalmayacağı gibi dağılan bölümlerin yeniden birleşmesi de mümkün değildir. Ölülerin diriltilmesi ile kastedilen şey, cismânî bir diriliş değildir.[30] Şeyh, “Ey insanlar, sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz, tek bir nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir.”[31] ayetini; dünyanın görünen ile görünmeyen kısmının insana benzetildiğine işaret ettiği şeklinde yorumlamaktadır. Ona göre organların çeşitliliği insanın birliğini bozmadığı gibi, nesnelerin çeşitliliği de dünyanın birliğini bozmaz; zira dünya Hakk’ın görüntüsüdür.[32] Şeyh Bedrettin, Varidâtın başka bir noktasında hiçbir insan kalmadığı zaman, yeniden topraktan annesiz babasız insan doğarak, evlenmeyle çoğalacağı fikrini öne sürmüştür.[33] “Yağmur suyunu indirir ve onunla her türlü ürünü ve yemişleri yetiştiririz. Ölüleri de bunun gibi diriltip çıkarırız; belki bundan ibret alırsınız.”[34] mealindeki ayeti iki çıkış arasında fark bulunmadığı şeklinde yorumlamıştır. Ayetin, çürüyen ürünler ile yeni yetişen ürünler arasında hiçbir bağlantı olmadığı gibi; kıyamet günü dirilen vücut ile çürüyen ceset arasında hiçbir bağlantı olmadına işaret ettiğini ifade etmiştir.[35]

            Şeyh Bedrettin’e göre Hz. İsa, ruhen diri, ceseden ölüdür. Şeyh’e göre, Hz. İsa’nın ölümsüz olduğunun ifade edilmesi ruhanî yönünün üstünlüğünden dolayıdır. Ona göre bu cesedinin ölmediği anlamına gelmez, çünkü cesedin ölmemesi imkânsızdır.[36] Onun bu tür görüşleri, kitabının tasavvuf felsefesi ile materyalizm gibi iki farklı olguyu içerisinde barındırdığının göstergesidir.

                Kitapta çokça metafizik kavramların farklı bir şekilde yorumlandığı göze çarpmaktadır. Şeyh Bedrettin’e göre cennetteki huriler, köşkler, ırmaklar, ağaçlar ve benzerlerinin tümü hayal âleminde gerçekleşecektir, duyu âleminde gerçekleşemez.  Bu tür gaybî meselelerin idrak edilebilmesi için Allah bunları somutlaştırarak kullarına bildirmiştir. Bunların gerçek mahiyetini ancak belirli bir aklî olgunluğa erişebilen kullar anlayabilir.[37] Melek, cin gibi varlıklar da ancak hayal gücüyle kavranabilir.[38] Şeyh Bedrettin’e göre cin kavramı, melek kavramını kapsamaktadır. O, kitabın farklı yerlerinde cin ve meleklerle ilgili görüşlerini şu şekilde beyan etmektedir:

“Gökler, yeryüzü, öğeler ve benzerlerine vekil kılınan melekler, bunların içindeki Allah’ın iradesiyle ortaya çıkan güçlerdir. Onlar göz açıp kapayıncaya kadar süren kısacık süre içerisinde bile Allah’a itaat etmekten geri kalmazlar. Meleklerin başlangıçtan sonsuza kadar Allah’ın adını andıklarını Yüce Allah âyeti kerimede şöyle belirtmiştir:   ‘Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.’  Şeytanlar ise, insanın kanı içinde akan ve nefsin hayvani  şehvetlerini gösteren içindeki güçlerdir. Bu güçler insanı Allah ve  şeriata karşı gelmeye sürükler. -Allah’ın selamı üzerine olsun- Peygamber hazretleri buna şu sözleri ile değinir: ‘Şeytan kanla birlikte dolaşıyor’[39]... Cinler, meleklerden,  şeytandan ve iblisten daha yaygındır ve bunların hepsi ruhlar âlemindendirler; cisimler âlemiyle hiç bir ilgileri yoktur. Bunlar bütün ve bölümden oluşan güçlerdendir. Allah’a yakınlaşmayı gerçekleştiren araç ve sebeplerden meydana gelen güçlere, melekler adı verilir. Allah’tan uzaklaştırıp, dünyaya yaklaştıran güçlere ise,  şeytan adı verilir. Ulu Tanrı’nın âyeti kerimede ‘Allah’la cinler arasında da bir soy bağı icad ettiler’ sözleri, bizim cinler meleklerden daha geneldir sözümüze dair bir kanıttır. Kâfirler, melekler Allah’ın kızlarıdır dediler. Fakat cinler ve  şeytanlar Allah’ın kızlarıdır demediler. Yüce Allah bunlardan münezzehtir. Bu söylenenler, meleklerin de, cinler kavramı içinde yer aldığı anlamına gelmektedir.”[40] 

            Şeyh Bedrettin bir sebeplilik ilkesinden de bahseder. Ona göre her düşen yağmur damlasının bir sebebi vardır. Bir bölgeye yağmuru yağdıran sebep, melektir. Her damlaya “melek” demek, damlayı sağlayan sebep dolayısıyla doğru bir telaffuz olur. Her damlanın içerisinde melek olduğunu söylemek de yanlış değildir.

            Şeyh Bedrettin, yer yer rüyanın mahiyetine değinir. Ona göre gönül (zihin) hayal kurmadan ya da düşünmeden bir saniye bile durmaz. İnsanlar uyurken ve uyanıkken daima zihninden düşünceler geçmektedir. Rüyalar ise insanlar uyurken aklından geçen düşüncelerin görüntüleridir.[41] Aydın kişilerin rüyalarına gelince; rüyada görülenler, aslında bilgi ve birlik aşamasının şekilleri olup, aydınlanan kişi için birer uyarıcıdır.[42] İyi rüyalar peygamberliğin kırk altı bölümünden biri olmakla birlikte kişinin aydınlanması için gösterilen Allah’ın ışıklarından bir ışık parçasıdır.[43]

            Vâridat’ta felsefî-tasavvufî konuların yanında zaman zaman ahlâkî ve fıkhî konulara da değinilmiştir. Zikir, dua, samâ’ın caiz olup olmaması, şirk, riya, nifak (iki yüzlülük), mânevî olgunluğa erişmek, sûfi’nin yaşadığı tecrübeler, bazı fıkhî mezhepler, âlemin ezelî oluşu gibi meseleler ele alınmıştır. Ayrıca kitapta bazı ayet ve hadisler Şeyh Bedrettin tarafından bâtınî bir te’vîle tabi tutularak açıklanmıştır. Kitap aslen tasavvufî bir eser olsa da içeriği itibâriyle felsefe, ahlak, tefsir, hadis konularını da barındırmaktadır.

            5.ÇAĞDAŞ TARİHÇİ VE EDEBİYATÇILARA GÖRE ŞEYH BEDRETTİN

                Tarihe mal olmuş bir kişilik olan Şeyh Bedrettin ilmî şahsiyeti ve siyasal kişiliğinden ziyade isminin karışmış olduğu büyük isyan sebebiyle asırlarca unutulmamış ve kendisi hakkında konuşulmuş, yazılmış, çizilmiş bir şahsiyettir. Osmanlı otoritesine karşı muhalefeti sebebiyle ölümünden sonra hakkında kaleme alınan yazılar zaman zaman politik sebepler doğrultusunda abartılarak şahsiyetine gereğinden fazla dil uzatılmış olmakla birlikte; aşırı sosyalist çevrelerce sahip çıkılan Şeyh hakkında, zaman zaman da abartılı övgüler sarf edilmiştir. Şeyh Bedrettin’i benimseyen her kesim, kendi görüşlerini ona mal etmeye çalışmış; bunu en çok yapanlar ise, Cumhuriyetten sonra Osmanlı’ya karşı antipati besleyen kesim olmuştur.

            Zaman zaman tarihçilerin, zaman zaman edebiyatçıların kalemine konu olan Şeyh Bedrettin, genellikle iki tarafta farklı karakterler arz eder. Çünkü tarih, olayları somut bir şekilde ele alıp, belgelerle isbat ederken; edebî metinler insanı tarihin bütüncül yaklaşımı içerisinde değil de bir birey olarak ele alır. Tarihin yöntem olarak nesneleştirdiği olay veya kişiler, edebiyat eserinin öznesi konumuna düşer. Bu sebeple tarihi bir kişilik olan Şeyh Bedrettin’i ele alan edebiyat metinlerinde onun kişiliği ve psikolojisi, öğretileri ve düşünceleri yeniden bir üretime tabi tutularak verilmiştir. Onun siyasi düşünceleri ile modern çağın sosyalist düşüncesi arasında kurulan bağ ile buna karşılık muhafazakâr ideolojilerin Şeyh Bedrettin algısı tezat oluşturacak biçimde gelişmiştir.[44] Örneğin; Türkçü ideolojiden gelen Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun oluşturduğu Şeyh Bedrettin imgesi ile Marksist bir ideolojiden gelen Erol Toy’un oluşturduğu Şeyh Bedrettin imgesi birbirinden çok uzak özellikler göstermektedir.[45] Şeyh Bedrettin’i konu alan bazı eserler şunlardır[46]:

1.      Nazım Hikmet Ran, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı, İstanbul 1936 (Şiir)

2.      Orhan Asena, Simavnalı Şeyh Bedreddin, Toplum Yayınları, Ankara 1969 (Tiyatro)

3.      Erol Toy, Azap Ortakları, May Yayınları, (2 Cilt) İstanbul 1973–1974 (Roman)

4.      Hilmi Yavuz, Bedreddin Üzerine Şiirler, Cem Yayınevi, İstanbul 1975 (Şiir)

5.      Mustafa Necati Sepetçioğlu, Bu Atlı Geçide Gider, İrfan Yayınları, İstanbul, 1977 (Roman)

6.      Mustafa Necati Sepetçioğlu, Dar Ağacı, İrfan Yayınları, İstanbul, 1979 (Roman)

7.      Durali Yılmaz, Şeyh Bedreddin, İsyancı Bir Sufinin Darağacı Yolculuğu, İstanbul 2001 (Roman)

8.      İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt 1, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1994

9.      Mustafa Nuri Paşa, Netâyicü’l- Vukuât, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Cilt I-II, Ankara 1992

10.  Yılmaz Karakoyunlu, Serçe Kuşun Sonbaharı, Doğan Kitap, İstanbul 2010 (Roman)

            SONUÇ

            Devletçe uygulanması öngörülmüş hiçbir siyâsî rejim yoktur ki, taraftarları olduğu gibi muhalifleri de olmasın. İnsanoğlu aynı toprak parçası üzerinde yaşasın yaşamasın, zihinsel alt yapısında var olan değerler neticesinde birbirlerinden farklı fikirlerin doğruluğunu benimser. Zihnî alt yapılanmalarda kişilerin bireysel farklılıklarının yanında çevresel etkenlerden de söz edilebilir. Özellikle asırlarca çeşitli etnik ve dînî unsurlara ev sahipliği yapmış bir toprak parçası olan Anadolu üzerinde yaşayan toplumlar arasında, kültürel farklılıklardan kaynaklanan değişik zihnî alt yapılanmaların olması kaçınılmazdır. Bu fikirsel farklılıklara ek olarak kişilerin çıkar meseleleri de devlet yönetimine karşı çıkarılan ayaklanmaların en önemli sebeplerini teşkil eder. Devlet içerisinde uygulanan siyasal rejim taraftarları ve muhalifleri arasındaki çıkar çatışmaları zaman zaman ufak başkaldırıların, zaman zaman acı bir şekilde sonuçlanan büyük isyanların nedeni olmuştur. Tarihe mal olan ve günümüze kadar unutulmayan Şeyh Bedrettin isyanının da; bir bakımdan çıkar çatışmalarının, bir bakımdan fikirsel farklılıkların bir ürünü olan siyasal bir başkaldırı hareketi olduğu söylenilebilir. Şeyh Bedrettin, adının isyanlara karışması ve devletin bekâsını tehdit etmesi gibi gerekçelerle, devrin kanununa uygun bir biçimde yargılanarak, idamına hükmedilmiştir.

            Şeyh Bedrettin, her ne kadar tarihte bir isyancı olarak anılsa da, ilmî kişiliği sebebiyle hayatı boyunca kendisine saygı gösterilen bir şahsiyet olmuştur. Kitapları idamından sonra birkaç asır daha Osmanlı medreselerinde okutulmuştur. Onun hakkındaki kötü söylemler ise idamından sonraki devirlerde Şiîlik-Kızılbaşlık gibi oluşumların Osmanlı Devleti’nin varlığını ve toplumun huzur ve refahını tehdit etmeye başladığı zamanlara rastlamaktadır. Bu tür ayrışımcı grupların propagandalarını kesmek amacı ile tarihte yaşanılan benzer isyanlara misal getirilerek, âkıbetleri hakkında gözdağı verilmeye çalışılmıştır.

            Cumhuriyet döneminden sonra Osmanlı karşıtı bazı yaklaşımlar, Şeyh Bedrettin isyanı ile kendi ideolojileri arasında yakın bir bağ kurarak; asırlar sonra Şeyh Bedrettin’i savunmaya geçmişlerdir. Bu tür grupların kendi ideolojileri ile bütünleştirdikleri Şeyh Bedrettin imgesi, kaleme alınan bazı edebî eserlerde aşırı sosyalist bir şahsiyet olarak işlenilmeye başlanmıştır. Onun başkaldırı hareketi, Osmanlı içerisindeki burjuvâji sınıfa karşı ezilen halk tabakasını savunmak şeklinde lanse edilmeye çalışılmıştır. Buna karşılık muhafazakâr kesimin bir kısmı -bir aksülamel olarak- Şeyh Bedretti’nin dînî-fikrî anlamda sapıtmış olduğunu, bir kısmı ise ilmen değerli bir şahsiyet olmakla birlikte siyasal ihtiraslarından dolayı isyanları örgütlediğini ortaya atmıştır. Bazılarına göre ise tamamen masum olan Şeyh Bedrettin, kendisine sempati besleyen bazı isyancıların kurbanı olmuştur.

            Farklı alanlarda eserler kaleme alan Şeyh Bedrettin’inin mutasavvıf kişiliğinin baskınlığı; almış olduğu İbn Arabi çizgisindeki bir tasavvufî eğitimin ve yetişmiş olduğu coğrafî kültürün onun bilinçaltında bıraktığı te’sire dayandırılabilir. Zira onun yaşamış olduğu heterodox toplum içerisinde belirgin bir tasavvufî temâyül kendini göstermektedir. Onun Hristiyanlar ile olan akrabalığı ve yakın ilişkileri, sentezci ve hoşgörülü bir düşünce sistemi benimsemesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu hoşgörülü yaklaşım, ortadox Müslümanlar tarafından yadırganmış ve Şeyh, pek çok mutasavvıfın maruz kaldığı şekilde anlaşılmama problemi ile karşı karşıya gelmiştir. Netice itibari ile siyasal açıdan haksızlığa maruz kalıp kalmaması asırlarca tartışma konusu olsa da ilmî açıdan değerli bir şahsiyet olduğu bilinmektedir.  

KAYNAKÇA

Arslanoğlu, İbrahim,“Şeyh Bedrettin”, Bilim ve Ütopya Politika Dergisi, S.105, İstanbul, 2003, s.41-45.

Cebecioğlu, Ethem, “Şatahât İbarelerinin Anlaşılmasına Doğru: Metodik Bir Deneme”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, S.17, Ankara, 2006, s. 7-27.

Dindar, Bilal, “Bedreddin Simâvi”, DİA, c. V, Ankara, s. 331.

Döğüş, Selahattin, “Şeyh Bedreddin ve Rumeli Gazileri”, Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, S.18, s.78.; dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/23/101.pdf (erişim tarihi: 15.03.2016) 

Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul,  2013.

Kacıroğlu, Murat, “Tarihin Nesensinden Kurmacanın Öznesine Şeyh Bedrettin Yahut Tarihsel Bir Kimliğin Yeniden İnşası Üzerine”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.30, Konya, 2011, s. 239-274.                    

Kalın, İbrahim , “Osmanlı Düşünce Geleneğinin Oluşumu”, Osmanlı Ansiklopedisi, Ankara, 2000, c. VII, s. 38-43.

Karlığa, Bekir, “Osmanlı Düşüncesi’nin Oluşumu”, Osmanlı Ansiklopedisi, Ankara, 2000, c. VII, s. 28-37.

Ögke, Ahmet, “Tasavvufun Meseleleri/Varlık Meselesi”, Tasavvuf, ed. Kadir Özköse, Grafiker Yay., Ankara,  2015, s. 415-490.

Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddîn, Varidât, Trc. Cengiz Ketene, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1990.

Şirin, Veli, Anahatlarıyla Siyasi ve Kültürel Osmanlı Tarihi, Marifet Yay., İstanbul , 2002.

Yasa, Metin, “Panenteizmin Tarihsel Ardalanı Üzerine”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.18-19, Samsun, 2005, s.129-146.           

https://tr.wikipedia.org/wiki/Plotinus (Erişim tarihi: 15.03.2016)   

www.altinicizdiklerim.com/resimler/SeyhBedrettin_TasavvufveIsyan.pdf

(Erişim tarihi: 15.03.2016)


[1]Bekir Karlığa, “Osmanlı Düşüncesi’nin Oluşumu”, Osmanlı Ansiklopedisi, (Ankara: 2000), c. VII, s.28.

[2]İbrahim Kalın, “Osmanlı Düşünce Geleneğinin Oluşumu”, Osmanlı Ansiklopedisi, (Ankara: 2000), c. VII, s. 40.

[3]Necmeddîn El-Kâtibî El-Kazvînî hem Er-Râzî’nin modelini sistemleştiren Ebherî’nin, hem de Nasîruddîn Et-Tûsî’nin öğrencisi olup; bu iki parelel çizgiyi birleştiren bir âlimdir. Dolayısıyla Kazvînî ve öğrencilerinin fikir yapısı sünni ve şiî bir temelden beslenerek sentezci bir yapıya bürünmüştür.

[4]Karlığa, “Osmanlı Düşüncesi’nin Oluşumu”, s.30.

[5] İbrahim Arslanoğlu, “Şeyh Bedrettin”, Bilim ve Ütopya Politika Dergisi, (S.105, İstanbul, 2003,s. 41.)

[6] Bilal Dindar, “Bedreddin Simâvi”, DİA, (c. V, Ankara, s. 331.)

[7] Michel Balivet, Şeyh Bedrettin Tasavvuf ve İsyan, s. 10, aktaran; www.altinicizdiklerim.com/resimler/SeyhBedrettin_TasavvufveIsyan.pdf

[8]Detaylı bilgi için bkz. Dindar, “Bedreddin Simâvi”, s. 332.

[9]1042 Ankara yenilgisinden sonra Yıldırım Bayezıt’ın oğulları Süleyman, Mehmet, İsa ve Musa Çelebiler ülkenin çeşitli yerlerinde hâkimiyet kurarak, babalarının yerine geçmek için birbirleri ile mücadeleye başladılar. Timur’un ele geçirdiği toprakları Yıldırım Bayezıt’ın oğulları arasında paylaştırması, Osmanlı Devleti’nin on bir yıl süren ve Fetret Devri adı verilen karışık bir dönem yaşamasına sebep oldu. Sonunda mücadeleyi Mehmet Çelebinin kazanması ve 1413 yılında tek başına Osmanlı tahtına oturmasıyla bu dönem sona erdi. Bkz. Veli Şirin, Anahatlarıyla Siyasi ve Kültürel Osmanlı Tarihi, (İstanbul : Marifet Yay., 2002), s.35-36.

[10] Arslanoğlu, “Şeyh Bedrettin”, s.42.

[11] Dindar, “Bedreddin Simâvi”, s. 332.

[12] Solakzade Mehmet Hemdemi Efendi, Solakzade Tarihi, hz. Vahid Çubuk, (Ankara: KB Yay., 1989), c.I, s. 60, aktaran; Selahattin Döğüş, “Şeyh Bedreddin ve Rumeli Gazileri”, Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi,(S.18, s. 78.), dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/23/101.pdf

 

[13]Aşıkpaşazade, Aşıkpaşazade Tarihi, Nşr. Ali Beğ, (İstanbul: 1332) s. 90, aktaran; Döğüş, “Şeyh Bedreddin ve Rumeli Gazileri”, s. 78.

[14]Döğüş, “Şeyh Bedreddin ve Rumeli Gazileri”, s. 77-78.

[15] İsyan hakkında detaylı bilgi için bkz. Döğüş, “Şeyh Bedreddin ve Rumeli Gazileri”, s. 71-94.

[16] Arslanoğlu, “Şeyh Bedrettin”, s.42.

[17] Dindar, “Bedreddin Simâvi”, s. 334.

[18] Ahmet Köker, Şeyh Bedrettin Kongresi Tebliğleri, E.Ü. Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yay., Kayseri, 1996, aktaran; Arslanoğlu, “Şeyh Bedrettin”, s. 42.

[19]Michel Balivet,  Şeyh Bedrettin Tasavvuf ve İsyan, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay., 2002), s. 33, aktaran; Döğüş, “Şeyh Bedreddin ve Rumeli Gazileri”, s.75.

[20] “Bir/tek bilmek, Allah’tan başka varlık olmadığının idrak ve şuuruna ermek” demek olan vahdet-i vücud (Varlığın birliği), “Sadece Allah vardır, onun dışında bir varlık yoktur” esasına dayanan bir tevhit anlayışıdır. Bu anlayışa sahip olan kişi; gerçek varlığın bir tane olduğunu, bunun da Hakk’ın varlığından ibaret bulunduğunu, Hakk ve onun tecellilerinden başka hiçbir şeyin hakiki bir varlığının olmadığını bilir. Ancak o, bu bilgiye nazar/istidlal/ akıl yürütme yoluyla değil de mânevî tecrübe/müşahede yoluyla ulaşır; Bkz. Ahmet Ögke, “Tasavvufun Meseleleri/Varlık Meselesi”, Tasavvuf, ed. Kadir Özköse, (Ankara: Grafiker Yay., 2015), s.469.

[21]Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddîn, Varidât, Trc. Cengiz Ketene, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1990), s. 9-10.

[22]Şeyh Bedreddîn, Varidât, s. 11.

[23]Şeyh Bedreddîn, Varidât, s. 24-25.

[24]Panenteizme göre: Tanrı, evrende içkin olmakla birlikte, evrenden aşkındır. Böylece Tanrı hem aşkın hem içkindir. Görüldüğü üzere, panenteizmde en önemli özellik, Tanrı’nın iki kutuplu bir öz taşıdığının öne çıkarılmasıdır. Bu noktanın, tartışmasız bir biçimde, Hartshome'un 'tanrısal görecelik' söyleminde belirdiği iddia edilir ve bu iddia genel olarak hüsn-ü kabul görür; Bkz. Metin Yasa, “Panenteizmin Tarihsel Ardalanı Üzerine”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, ( S.18-19, Samsun, 2005,s.131)

[25]Şeyh Bedreddîn, Varidât,  s.12.

[26]Plotinus'un felsefesinde yüce, tamamen aşkın (transcenden) olan "Bir"de ne ayrım ne çokluk ne farklılaşma vardır. O, varlık ve var olmama şeklindeki tüm kategorilerin ötesindedir. Bizler "varlık" kavramını kendi tecrübemizin objelerinden çıkarmaktayız ve varlık bu nesnelerin kendisine izafe edildiği şeydir; fakat sonsuz, aşkın Bir, tüm bu nesnelerin ötesindedir ve bu yüzden tüm kavramların ötesindedir. Bir, herhangi bir şey olamaz ve ayrıca tüm şeylerin toplamı da olamaz; çünkü O, tüm mevcudâttan öncedir. Bu sebeple Bir'e hiçbir sıfat yüklenemez; Bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/Plotinus; ayrıca bkz. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, (İstanbul: Remzi Kitabevi, 2013), s. 117-122.

[27]Şatahât, ne söylendiği kolayca anlaşılamayan, kapalı ve sembolik ifadelerdir. Dilin söylemekten, kulağın dinlemekten hoşlanmadığı sözlerdir. Bazı mutasavvıfların vecd ve istiğrak hallerinin etkisi ile kendi iradeleri dışında, anlamlarını düşünmeksizin söyledikleri, içinde bir iddia bulunan ve dıştan bakıldığında da akla ve şeriata muhalif gibi görünen sözlerdir; Bkz. Ethem Cebecioğlu, “Şatahât İbarelerinin Anlaşılmasına Doğru: Metodik Bir Deneme”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, (S.17, Ankara, 2006, s. 8-9.)

[28] Şeyh Bedreddîn, Varidât, s.40,

[29] Şeyh Bedreddîn, Varidât, s. 51-52.

[30] Şeyh Bedreddîn, Varidât, s. 8.

[31] Lokman 31/28.

[32] Şeyh Bedreddîn, Varidât, s. 47

[33] Şeyh Bedreddîn, Varidât, s. 18.

[34] A’raf 7/57.

[35]Şeyh Bedreddîn, Varidât,  s. 46-47.

[36] Şeyh Bedreddîn, Varidât, s. 17.

[37] Şeyh Bedreddîn, Varidât, s. 8.

[38] Şeyh Bedreddîn, Varidât, s. 9.

[39] Şeyh Bedreddîn, Varidât, s. 37.

[40] Şeyh Bedreddîn, Varidât, s. 46.

[41] Şeyh Bedreddîn, Varidât, s. 19.

[42] Şeyh Bedreddîn, Varidât, s. 29.

[43] Şeyh Bedreddîn, Varidât, s. 36.

[44] Murat Kacıroğlu, “Tarihin Nesensinden Kurmacanın Öznesine Şeyh Bedrettin Yahut Tarihsel Bir Kimliğin Yeniden İnşası Üzerine”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, (S.30, Konya, 2011, s. 245.)

[45] Kacıroğlu, “Tarihin Nesensinden Kurmacanın Öznesine Şeyh Bedrettin Yahut Tarihsel Bir Kimliğin Yeniden İnşası Üzerine”, s.271.

[46] Kacıroğlu, “Tarihin Nesensinden Kurmacanın Öznesine Şeyh Bedrettin Yahut Tarihsel Bir Kimliğin Yeniden İnşası Üzerine”, s.241.

( Şeyh Bedrettinin Hayatı- İsyanı Ve Felsefi-tasavvufi Görüşleri başlıklı yazı zeynepkartal tarafından 28.04.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.