Vefa…
Ahmet Eren, 4 Ağustos
2016’da, altmış üçüncü doğum gününe bir gün kala öldü. Ölümü, sıradan bir
insanın ölümünden ibaretti, sessizce, öylece… Öldüğünde yanında bir ben, bir de
özel hemşiresi vardı.
Sinema kanallarından
birinde film seyrediyorduk. Arada bir filmle ilgili laflaşıyorduk da… Onu
çekyatın üzerine yatırmış, başının altına iki yastık yerleştirip televizyon
ekranını rahat görmesini sağlamıştım.
Attığım en son lafa
yanıt vermediğinde her zamanki gibi uyuya kaldığını sandım. Başının altındaki
yastıklardan birini alıp üstüne bir nevresim örtmek için ayaklandım.
Yastığı başının
altından çekerken nefes almadığını fark
ettiğimde nedense hiç şaşırmadım. Soğukkanlı bir sesle, “geçmiş olsun dostum!”
dedim, “kurtuldun!”
2004’de, bir daire
satın alıp Sarımsaklı’ya taşındığımızda tanışmıştık onunla. Satın aldığım daire
onunkinin hemen yanıbaşıydı.
Eşyaları kamyondan eve
taşıtırken ayağında bir şortla yarı çıplak halde yanıma geldiğinde, doğrusu pek
antisempatik bulmuştum onu, biraz da eşimi kıskanmıştım sanırım. Vücudu
güneşten iyice buronzlaşmış, sırım gibiydi. “Hoş geldiniz!” dediğinde, asık bir
suratla, “Hoş bulduk!” deyip geçmiştim.
Aynı akşam eşiyle
birlikte ısrar ederek akşam yemeğini evlerinin balkonunda yemeye ikna
etmişlerdi bizi. Mangalda balık ve koca bir şişe rakı, sıkı bir sohbetle
birlikte yol yorgunluğumuza deva olmuştu.
Bizden dört yıl önce
yerleşmişlerdi Sarımsaklı’ya; Almanya’da çalışırken kendi kendilerini emekliye
ayırmışlar, evvelce yazdan yaza geldikleri evlerine temelli yerleşmişlerdi.
Gerçi Almanya’dan tam kopmuş da sayılmazlardı; arada bir gidip orada bıraktıkları
kızlarının yanında kalarak oturma izinlerini öldürmüyorlardı.
Ahmet Eren’le
dostluğumuz ummadığım kadar hızlı gelişmişti. Eşlerimiz de iyi anlaşıyorlardı.
Sahibi olduğu Mercedes arabayla hergün bir başka yere taşıyordu bizi.
Ayvalık’tan Ayvacık’a, körfezde dolaşmadığımız ne bir sahil kalmıştı, ne bir
köy. Canımız nerede isterse gidiyor, orada giriyorduk denize, ya da hangi köyde
en iyi ne yetiştiriliyorsa gidip oradan satın alıyorduk. Sık sık da eşlerimizi
yalnız bırakıp balık avına da çıkıyorduk. En büyük keyfimiz buydu.
Yapılan masrafların
büyük bir bölümü onun cebinden çıkıyordu. Eşimin ve benim emekli maaşlarımız
satın aldığımız evin kredi taksitlerini ve üniversitede okuyan üç çocuğumuzun
ihtiyaçlarını çıktıktan sonra kuşa dönüyordu; bize kalsa değil gezip tozmak,
evimizden dışarı adım atamazdık. Bu durumun ezikliğiyle yaptıkları davetleri
devamlı reddetsek de bizi her seferinde adeta yaka paça arabaya sokuyorlardı.
2009’da, balık
avındayken, su kenarındaki yamaçta üstüne çıktığım bir taş parçası tutunduğu
toprak zeminden kurtulup da dengemi bozunca -popomun üstüne hafifçe düşmeme
rağmen- sağ bacağımın uyluk kemiği üç yerinden birden kırılmıştı. Ayvalık
Devlet Hastanesinde yapılan ilk müdahaleden sonra İzmir Tepecik İhtisas
Hastanesinde ameliyat olmuştum. Ahmet Eren ve eşi o sıralarda Almanya’da,
kızlarının yanındaydılar. Geçirdiğim kazayı öğrenir öğrenmez uçağa atlayıp
geldiler. Bu, birinci dereceden hısımlarımın bile göstermediği bir yakınlık
olmuştu.
Bu kaza o hareketli
günlerimizin de sonu olmuştu. Hem benim, hem de Ahmet Eren’in hayatını kâbusa
çeviren günlerin de başlangıcı…
Kırık bacağımla
hareketsiz kaldığım o süreçte ortaya çıkan ağır KOAH nedeniyle hareketlerim
iyice kısıtlanmıştı. Evden dışarı çıkamıyordum. Birkaç yıl içinde de oksijen
makinesine bağlanmadan nefes alamayacak hale gelecektim… Bu yetmezmiş gibi
yakalandığım zatürree yüzünden sancı, ateş ve öksürük krizlerim tuttukça hemen
her kış defalarca hastaneye yatırılmam icab ediyordu. Hastaneye götürülürken en
yakınımda hep Ahmet Eren oluyordu. Adım atacak halde değilken, çoğu kez yüz
yirmi kiloluk bedenimi sırtında taşıyarak arabasına götürüyor, hastanenin yoğun
bakımına yetiştiriyordu beni. Yoğun bakımdan servise çıkartıldığımdan itibaren
de refakatçi olarak başımda o kalıyordu. Bu iyiliğinin onun hayatını
mahvedeceğini bilseydim yanımda kalmasına hiç razı olur muydum?
Hastaneye kar
fırtınasında kalmışçasına bir titreme nöbetiyle götürülmüştüm. Doktor Suna’ydı
doktorum. Kırk beş yaşlarında, bakımlı, güzel bir kadındı. Ben titredikçe
sinirle sesini yükselterek üstüme bir battaniye örtülmesini isteyen Ahmet
Eren’e, “hastanın ateşi kırk derece, olmaz!” diyerek karşı koyunca
tartışmışlardı. Sonra birbirlerine tavırları daha da sertleşmiş; Dr. Suna,
Ahmet Eren’i servisten kovmuştu. Bu dalaşmadan sonra dost olabileceklerini kırk
yıl düşünsem aklıma getiremezdim…
Doktor Suna günlük
kontrollerime geldikçe aralarında Almanca konuşmaya başlamışlardı. Ne
konuştuklarını anlamıyordum. Kurdukları cümlelerdeki kompliman ve espiri
vurgularını, mimiklerindeki ve bakışlarındaki sevecenliğin de katkısıyla
hissedebiliyordum. Aralarındaki buzlar erimiş, diye yorumluyordum bunu. Birkaç
defa, “doktorla niye Almanca konuşuyorsun, ne konuşuyorsunuz öyle?” diyecek
oldum, doğru yanıt alamadım; “senin hastalığınla ilgiliydi,” diye kaçamak
cevaplarla savuşturuldum.
Bir gün, “Suna hanımı
yemeğe çıkartacağım. Bir iki saat yanlız idare edebilirsin, değil mi?” diyerek
gittiğinde, ilk aklıma gelen bunun masum bir dostluk yemeği olmayabileceğiydi.
Nitekim o gece bir iki saat diye çıkılan yemekten sabah gün ışıdığında
dönülmüştü. Artık, ikisinin arasında sadece buzların erimiş olduğunu değil, çok
daha yakın bir ilişki içinde olduklarını fark edebiliyordum.
Taburcu edildikten
sonraki günlerimde Ahmet Eren’in sık sık ortalardan kayboluşunu da Suna ile
buluşmalarına yorumluyordum.
Zavallı eşi de ondaki
değişiklikleri sezinledikçe eşimle paylaşıyordu şüphelerini. Elimden
geldiğince, “Ahmet öyle bir adam değil, yapmaz,” diyerek kadını yatıştırmaya
çalışıyordum.
Bir keresinde arabanın
ön koltuğu altına düşürülmüş bir saç tokası bulmuş, kızılca kıyameti koparmıştı
kadın. Arabaya yoldan bir grup öğrenci
alıp okullarına bıraktım, diyerek savunmaya çalışmıştı kendini. Aralarına zor
girmiştik.
Çekirge bir zıplar, iki
zıplar, üçüncüde yakalanır. Almanya’da büyümüş, çalışmış bir kadını yüreğine
bir şüphe düştükten sonra, şüphelerinin peşinden koşmaktan alakoyamazdınız.
Nitekim kocası ne zaman evden gitse o da eşimden bizim -o yıl satın almış
olduğumuz- arabanın anahtarını alıp peşine düşer olmuştu. Her defasında izini
sonuna kadar sürememişti, ama bundan hiç yılmamıştı, takiplerini yılmadan,
usanmadan sürdürmüştü. En sonunda da Doktor Suna ile Cunda’da bir otelde yakalamıştı
kocasını. Bütün otel, hatta bütün Cunda
adası bu baskınla ayağa kalkmıştı…
Ahmet Eren’in
hayatındaki iki kadın birden, tam da o gün, birden bire yok oldular. Doktor
Suna yaşadığı rezaletin karşısında kariyerini koruyabilmek kaygısıyla tayinini
bir başka şehire yaptırarak gitti. Karısı da ilk uçakla Almanya’ya, kızının
yanına…
Ahmet Eren uzun bir
süre karısının döneceğini umut ederek bekledi. Umudunu yitirmek üzereyken de
onu ikna edip geri getirmek için kendisi gitti Almanya’ya. Birkaç yıl sonra da
elinde bir boşanma ilamı ve bir bavul dolusu ilaçla döndü. Döndüğünde o, eski
Ahmet Eren değildi, boyu gittiğinden mübalağasız bir karış daha kısalmış,
vücudu iyice öne eğilmiş, kamburlaşmıştı.
Almanya’da karısıyla
birlikte olduğu için kalmamıştı bu kadar uzun süre; ortaya çıkan osteoporoz
(kemik erimesi) hastalığını tedavi ettirmek için kalmıştı. Aylarca, acılar
içinde yatmıştı da ne karısı, ne de kızı sahiplenmemişti onu.
Döndüğünde Devlet
Hastanesi Ortopedi uzmanının tavsiyelerine uyarak, Ortapedi ve Travmatoloji
polikliniklerinde çalışmış, emekli bir hemşire bulduk. Sabah sekizden akşam
sekize, kadın onunla ilgileniyordu, bilgili, iyi bir kadıncağızdı.
Basit travmalarla bile,
devamlı sırt, bel ve boyun ağrısı çekiyordu. Vücudunda her geçen zamanda artan
biçimde şekil bozuklukları meydana çıkıyordu. Ve darbelere karşı kemiklerinin
direnci iyice azalmıştı, basit düşme çarpmalarla genellikle omurga, kalça, el
bileği ve omuz bölgelerinde kırıklar meydana gelebilirdi. Çok dikkatli yaşaması
şarttı. Tamamen hareketsiz bir yaşam…
2015 Kasımında kızımızın doğum yapacak olması
nedeniyle İstanbul’a giderken, beni, “Kendimi çok yaşlanmış ve bitkin
hissediyorum, bu kışı çıkartamama ihtimalim var. Lütfen, hakkını helal et de
git!” diyerek uğurlamıştı.
O kış ölmemişti. 2016
Temmuzunda döndüğümde de sağdı. Ne var ki, hem zihinsel hem de bedensel sağlığı
aşama aşama kötüye gitmişti. Özellikle son aylarda, bir zamanlarki enerjik
bedene dair emareler görmek mümkün değildi. Bedeni öylesine zayıflamıştı ki
biçare Afrika yerlilerini andırıyordu.
Döndükten sonra onun
yanından hiç ayrılmadım. Yemesi, içmesinden, altına bez bağlanmasına kadar her
şeyini ben üstlenmiştim. Gücüm yettiğince, zira ben de tekerlekli sandalye ve
oksijen makinesiyle yaşamaya çalışan biriydim… Hemşiresiyle birlikte az acı
çekmesi için elimizden gelen her şeye yapmaya çalışıyorduk. Bir gün sonraki
altmış üçüncü yaş günü için küçük bir hazırlık bile planlamıştık.
Olmadı…
Cenazesi çok ıssızdı.
Törene az sayıda kişi katıldı. Benimle birlikte birkaç komşu ve cenaze namazını
kıldıran imamın, “merhum gurbetteydi, defnine eşlik etmek sevaptır,” çağrısına
uyan, Ahmet’i çok az tanıyan ya da hiç tanımayan cami cemaatinden birkaç kişi.
Ahmet, bu beldenin en önemsiz kişiliklerinden biriydi, tanınmış bir insan
olmaktan uzaktı. Her insan gibi o da küçüktü ve diğer insanların pek çok kusuru
onda da vardı, ortalama bir kişiydi.
Sarımsaklı çok sıcaktı
ve mezar bu iyi adamı kendi ellerimizle koyduğumuz bir cehennem kuyusu gibiydi.
İki ucundan bağlanmış kefenin özenle yatırıldığı oyuğun üzerini kapatan
tahtaları dizdiklerinde içimde uyanan his, kendi ölümümün korkusuydu.
(
Vefa… başlıklı yazı
AliKemal tarafından
9.08.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.