Çalıştığım ‘martı’ dönercisindeki işim saat yirmi iki sularında bitiyordu.


İpini koparıp İstanbul’a gelenlerden biri de bendim. Mesele gelmekten ibaret olsaydı mesele olmazdı, ama asıl mesele geldikten sonra kalabilmekteydi. Kalabilmek için barınmak gerekiyordu. Barınmak için dört duvarlı bir barınak gerekiyordu. Oteller pahalı, iş gücü  ucuzdu. Otele verecek kadar para kazanamıyordum. Şimdilik kendim için icad ettiğim yöntemleri kullanarak barınma ihtiyacımı giderip kalmayı sürdürebiliyordum. Yöntem sözcüğünü çoğul olarak kullanışımdan da anlaşılabileceği gibi A yönteminin yanı sıra B yöntemi, C yöntemi, D yöntemi gibi birbirine alternatif yöntemlerim mevcuttu. Genelde A yöntemi işimi görüyordu.


Sabah ondan gece yirmi ikiye dek ateş önünde ayakta dikilererek ayaklarıma kara sular indirdikten sonra her gece yaptığım gibi hızla sokak aralarına daldım. Sokak boyunca omuz omuza vermiş apartmanlar beni heyecanla karşıladılar. Her biri dile gelmiş, beni davet ediyordu.


“Bu gece lütfen benim misafirim ol!”


Ses tonunu çok kibar bulduğum bir apartmanın önünde dikilip, “tamam, bu gece sende misafirim,” dedim ona. Sol elimin işaret parmağını zillere uzattım, saymaya başladım. “Ya şundadır, ya bunda, helvacının kızında!” En sondaki ‘da’ hecesinin denk geldiği zile bastım.


Zil kutusunun ekindeki megafondan, “kim o?” sorusu duyulduğunda,


“Benim, açar mısın lütfen!” dedim.


Az önce kibarca ‘kim o’ diye soran ses birden kabalaşarak, “sen kimsin lan?” diye bağırdı.


Hemen, “rahatsızlık verdiğim için çok özür dilerim komşu! Anahtarımı evde unutmuşum da…” diye karşılık verdim.


“Zııırrrt!” şeklindeki otomatiğin sesi ve ardından “çırrkk!” şeklindeki kapı açılma sesi.


Apartmanın merdiven boşluğuna geçip kapıyı kibarca örttüm. Otomatik aydınlatıcının loş ışığında aşağıya inen merdivenlere yöneldim. Baktım, bodrum katında bodrum yok, iki adet ev var, inmedim aşağıya. Asansörü çağırdım, ona bindim. Sekizinci kat düğmesine basıp en üst kata çıktım. .Çatıya çıkan bir merdiven vardı. Tırmandım. Oradan da tavandaki kapağı açıp çatı boşluğuna geçtim. Kapağı örttüm. Çakmağımı çaktım. Çatı arası toz toprak içinde alçak bir yerdi. Çatı onarıcılarından kalmış izocam parçaları, mukavva kutular…Tozun toprağın üzerine birkaç mukavva ve çaput serdim. Kolumu yastık yapıp uzandım. Ayetül kürsiyi okuyup farelerin karanlıktan istifade edip burnumu kemirmelerine fırsat vermemesi için Allah’a yalvardım.


Horlama sesleri çıkartarak kendi kendimi, “şu anda uyuyorsun dostum! Az sonra ilk rüyan başlayacak,” ayaklarıyla uyku moduna sokmaya çalışıyordum. Bir yerlerde, “insan uyumakta olduğunu düşünerek çabuk uyur,” diye yazmışlardı, onu okuduktan sonra hep böyle yapıyordum.


Bir tatlı huzur almaya geldim Kalamış’a…


Çatı aralığının zifiri karanlığı huzur veren bir nurla ışıldadığında, bunu bir meleğin rüyama girdiğine yorumladım, rüyam yarım kalmasın diye istifimi bozmadım.


Küves kokusu... En sevdiğim içkinin kokusunu ayak uçlarımdaki ölü tırnak hücrelerime kadar sindirerek içime çektim. Küves seven bir meleğin ziyaretime gelmiş olması gururumu okşamıştı. “Meraba!” deyişini kaçırmamak için kulaklarımı açtım. Onlarca televizyon kanalının gaipten gelen mekanik ses kokteyli…


 Nur geldi, yüzüme kondu. Heyecanlandım. Gözlerimi açarak onu görmek istedim. Karşımda Atilla Taş’ın Kırmızılım isimli şarkısındaki kırmızı elbiseli kadını gördüm. Sibel Tüzün’ün kırmızı isimli şarkısındaki, ya da Hande Yener’in kırmızı isimli şarkısındaki kırmızılı kadın da olabilir, bilmiyorum; uyku sersemliğiyle karıştırmış olabilirim, ama kırmızı balık şarkısındaki balık değildi kesinlikle. Elinde küves dolu kadehi tutuyordu ve parmaklarını kafatasının içinde çalan bir şarkının ritmine uygun hareketlerle kadehe vuruyordu. Sonra birden kadehi dikti başından, içkinin hepsini içti. Boş kadehi çatı arasının en uzak köşesine fırlattı. Kadehin kırılma sesine eşlik ederek, "Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna," dedim.


Şırrak! Suratıma birisi tokat attı. O birisi, bu melek olabilir miydi? Bunu anlayabilmek için gözlerimi daha çok açtım, pörtletir gibi. Evet, evet, oydu! Onun alçak çatı aralığında eğilmeden, dimdik ayakta olduğunu görünce bir kadın değil de, bücür bir kız çocuğu olduğunu sandım önce, memelerinin kafam kadar kocaman olduğunu fark edince de göttenayaklılar familyasına dahil bir kadın olduğunu anladım. Omuzlarından aşağılara sarkan pirinç sarısı saçları kirden yapış yapış görünüyorlardı.


Sanki küfür etmişim gibi, “Güzel anana benzer!” diye tersledi beni.


Kadınlar genelde kendilerine ‘cadaloz’ diyen olursa, ‘cadaloz anana benzer’ diyerek tepki gösterirlerdi, bu ne işse…


Sesi hayatımda duyduğum en şirret sesti, diyebilirim; köpek hırlamasıyla kedi tıslaması evlenmişler de doğan melez çocukları konuşurken azıcık babasından, azıcık anasından intihal yapıyormuş gibiydi. Kendi kendime, “melekler böyle konuşuyormuş demek ki,” diye mırıldandım.


Kafasını kafama doğru uzattı. Kafasının dört bir yanından sarkan saçlarının arasındaki bir timsahınkinden daha büyük ama, tıpkı timsahınkine benzeyen ağzını ve göz yuvalarından dışarı fırlamış göz yuvarlarını o an farkettim. Burnunu göremedim, burnu yoksa bile burun delikleri var mıdır acaba, diye meraklanıp suratının her yanına göz attım. Yoktu. Suratına göz atarken cildinin ne kadar da pürüssüz olduğunu fark ederek hayran oldum. Yok, o anda hangi kremi kullandığını sormak gelmedi aklıma.


Ağzını açtı, içinden çıkarttığı upuzun bir dille suratımı yaladı. Yalayıp yutacak beni, isimli bir korku sardı benliğimi. Korkudan altıma kaçıracakmışım gibi bir hisse kapılınca beyinsel bir refleksle pipetimin ağzındaki kasları sıktım.


“Seeeeeeeniiii Yaaalaaadımm, seeeeniiii yaaalaaadıııım…” Sustu, dilini ağzının kenarlarında dolaştırıp kendini de yaladı.


Ellerimle suratımdaki ıslaklığı silmeye çalıştım, azıcık kızmıştım ona. Yakalayıp ünüğünü sıkmak istedim.


Hızlı bir hareket yapıp attığı ters taklayla hücumumu bertaraf etti. İki eli üstünde amuda kalktı. Kıçındaki uzun paçalı kırmızı don ortaya çıktı. Doğruldu. Ellerini uzattı, suratımı avuçladı. “Çoooooookkk ateşlisin!” dedi.


Çok sözcüğünü bu kadar çok uzatmasına akıl erdiremedim. Gerçekten bir melek miydi, çok merak etmeye başlamıştım. Kendimi çok zorlayarak, “melek misin, şeytan mısın?” diye sordum.


Şuh bir kahkaha attı. Sonra, “Ben Biçura’yım!” dedi. “Bu apartmanda yaşıyorum. Apartmandaki on sekiz dairenin hepsinde, ama en çok da üç numaralı dairede. Orada oturan kocakarıyı çok seviyorum. Onun evi çöp ev, bok götürüyor her yanını, ama kimse bilmiyor. Bütün odaları tıkabasa çöplerle dolu onun. Bayılıyoruuuuuummmm… Bir de altı numaralı dairedeki kıza bayılıyorum. Altı aydır yıkanmıyor, kirlilerini yatağının altına atıyor, odasının her yanını bok götürüyoooorrr… Evlerin hepsini bok götürüyor burda. Kadınlar televizyonları karşısında evlenme, magazin, yarış, dizi programlarıyla öyle çok vakit geçiriyorlar ki, temizliğe vakitleri olmuyor. Çok mutluyum, çoookkk…”


“Yani, pisliği seviyorsun, öyle mi?”


“Çoookkk…”


“Peki, ev sahipleri bişi demiyorlar mı sana?”


Çocukların ‘yağ satarım, bal satarım, ustam öldü ben satarım!’ tekerlemesiyle sekerek oynamalarını andıran hareketlerle başladı hoplayıp zıplamaya: “Göremiyorlar ki!... Göremiyorlar ki!... Göremiyorlar ki!...”


Çıkardığı gürültüden tedirgin oldum. “Yavaş, gürültünü bütün apartman duyacak!”


Bu defa da, “duysunlar… duysunlar…” diye hoplayıp zıplamayı sürdürdü. Sivri timsah dişlerini göstere göstere kahkalar atıyordu.


“Sana bir bilmece soracağım, bil bakalım, ‘Ocak başında Bıçura belini boğmuş oturur,’ nedir bu?”


Blmecenin içinde biçura demişti ya, hemen, “Biçura!” dedim.


“Bilemedin ki… bilemedin ki…” diye diye yine hoplayıp zıpladı.


“Neymiş, sen söyle madem,” dedim.


“Küves Fıçısı,” dedi. “Bundan sonra benim kölemsin sen!”


“Nerden çıktı şimdi bu?”


“Bilseydin, ben senin kölen olacaktım, ama bilemedin! Sen benim kölem olacaksın…”


“İyi ama, benim işim gücüm var, çalışıyorum.”


“Ne iş yapıyorsun?”


“Millete martı etlerini tavuk eti diye kakalayan bir dönercide çalışıyorum.”


“Bundan sonra çalışmana gerek yok. Ben sana harcayamayacağın kadar bol para vereceğim.”


Bu cazip bir teklifti, kabul etmeliydim, zira döner etine baktıkça martıları, ölümü, zehirlenmeyi, parasızlığı, açlığı, barınaksızlığı düşünmekten kurtulacaktım artık. “Peki madem,” dedim. “Ama bir şartım var!”


“Neymiş o?”


“İstanbul’dan gideceğiz. Ayvalık’a…”


O da benim şartımı kabul etti. “Ama orada ya aç kalırsam?” diye tereddüt ediyordu.


“Kalmazsın. Otellerin, turistlerin yarattığı kirlilik o kadar fazla ki, yiye yiye bitiremezsin,” diyerek onu ikna ettim.


Tavan arasındaki bir benzin bidonunu gösterdi bana. Kölesi olarak verdiği ilk emri yerine getirmek üzere bidonu aldım, birlikte tavan arasından merdiven boşluğuna geçtik. Bidonun içindeki benzini merdiven boşluğundaki kapılara saça saça aşağı doğru inmeye başladık. Üç nolu çöp evin kapısına geldiğimizde benzinimiz bitti. Çakmağı çıkarttım, çaktım. Apartmanı alevler sararken Biçura ile elele Ayvalık’a doğru hareket ettik.


Ertesi günkü gazeteler, “çöp evde çıkan yangın bütün apartmanı kül etti…” diye bir haber çıktı.


 


Kaynakça: Vikipedia


(BİÇURA: Türk ve Tatar mitolojisinde Kiler Cini. Bıçura olarak da bilinir. Evlerde ve bodrumlarda yaşar.  Kadın kılığına girer. Kırmızı giysili olarak betimlenirler. Genelde evde, ocağın arkasında veya kilerde veya çatı altında yaşar. Hiç çekinmeden gürültü patırtı yapar. "Küves" denen içkiyi çok sever. Tatar Türklerinde “Ocak başında Bıçura belini boğmuş oturur” şeklindeki bilmecenin yanıtı Küves Fıçısı’dır.


Yemeğe çok düşkündür. İnsanların yiyip bitiremediği bütün yemeği o yer. Kızdığı zaman tabakları kırar ve yemeği de döküp evi uzun süre için terk eder. Biçura, çok pis bir yaratık olarak da bilinir, temiz yerlerden nefret eder. Zaten pis evleri seçermiş. Bu yüzden ondan kurtulmak için ilk şart evi temiz tutmaktır. Aniden bağırır, güler, oynar, şaka yapar, uyuyan insanı yatağından alıp başka yere taşır. Çoğu zaman evdeki eşyaları yerini de değiştirir veya gizler. En sevdiği eşyalar, anahtar, iğne, bıçak, makastır. Geceleyin kilitlenen kapıları açar veya tersine açık kapıyı kilitler.[2] Bazen yangın çıkarır. Uzun süre ocak yapılmayan evleri severmiş. Bu yüzden Tatar Türkleri, yeni ev yapar yapmaz her şeyden önce ocağını yaparlar.


 


 


Yazarın notu: En ciddi ansiklopedi maddeleri bile bir öykü kurgusu olabilir. Yeter ki, hayal dünyanızı canlı tutun…


( Bıçura… başlıklı yazı AliKemal tarafından 13.08.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu