Esmer tenine yakışmış gibiydi aksakalları. Yaşı yetmişe yakın bir ihtiyar olmasına rağmen 1086’dan beri tam 11 yıldır bekçiliğini yapıyordu Antakya’nın. Uzun beyaz saçları ak tolgasının enseliğinden aşağıya doğru serbest bir şekilde uzanıyor, ara sıra deniz tarafından esen rüzgarla hareketleniyor, sonra yeniden sırtına dağılıyordu. Sırtında ak çelik zırhını giymiş, içine geleneksel siyah köle içliğini çekmişti. Öyle ya, köleydi! Tuğrul Bey’in Tebriz’i fethi sırasında esir düşmüş iyi bir askerdi. Aslen Şirazlıydı. O kadar kabiliyetli bir askerdi ki, kısa sürede yıldızı parlamış, Nizamülmülk tarafından Kutalmışoğlu Süleyman Selçukî’nin yanına özellikle yerleştirilmişti. O da Ne Nizamülmülke’e ne de Süleyman Selçukî’ye ihanet etmiş, Anadolu’nun fethinde en büyük gayreti gösteren köle generallerden biri haline gelmişti. Danişment Gazi, Artuk Bey, İlgazi kadar mühim görevler almış olmasına rağmen akıl edip de ne Nizamülmülk, ne Süleyman Selçukî ne de Melikşah tarafından azâd etmemişlerdi. Kader çizgisinde ilerliyordu mutlaka. Bütün Anadolu’nun önemli merkezlerini –İznik dahil- ele geçirdikten sonra gözünü Antakya’ya diken Süleyman Selçukî 1086 baharında kuşattığı kenti ele geçirmişti. Gerçi Rum şehirleri arasında en son İslâm toprağı haline gelen kent de Antakya olmuştu. Sonra bütün Suriye’yi zapt edeceğini hayal eden Süleyman Selçukî Halep’i kuşatmışsa da Şam’dan Alparslanoğlu Tacü’d-devle Tutuş ile Ayn-ı Selem’de karşılaşmış ve öldürülmüştü. Antakya’yı ilhak eden Tutuş Yağısıyan’a dokunmamış ancak Şam başkentli devletinin bağımsızlığını ilan etmişti. 1087 baharında Melikşah’ın gelmesiyle Şam’a çekilen ve büyük sultana itaat eden Tutuş’un bölgeden ayrılması ancak Melikşah’ın ölümünden sonra yeğenleriyle giriştiği taht kavgasıyla olmuştu. 1093 yılına kadar Tutuş’un kılıcının gölgesinde yaşayan Antakya ve Yağısıyan ancak 1095 yazında Rey surların önünde Sultan Berkyaruk ile yaptığı savaşı kaybederek öldürülmesinden sonra rahatladı. Rahatlamak mıydı bu bilinmez. Çünkü Keloğlan masallarından çıkmışçasına komik ve bir o kadar akıl dığı iki prens kalmıştı Tutuş’tan. Şam meliki Dukak ve Halep meliki Rıdvan inanılmaz hareketleriyle Ortaçağ’ın en zengin şehirlerinde akıl almaz hareketlerde bulunarak tarihçilerin kalemine düşüyorlardı.
1097 ılının baharında şehre gelen Venedik tüccarları Avrupa’daki hareketlenmeden bahsediyorlardı. Okyanus üzerinde görülen kuyruklu yıldızdan, Tunalı kâhinlerden ve sözlerinden Yağısıyan’ı bıktırmışlardı. Yağısıyan Antakya’yı çok sevmişti aslında. Geniş bir yerleşimi vardı. Baalbek taraflarından doğarak önce kuzeye, sonra da batıya doğru yönelen, bazen deniz içeri doğru akıyormuş izlenimi verdiğinden Araplarca el-Asi adı verilmiş Orontes nehrinin surların dibinden akması ile doğal bir su hendeği oluşturması da iyi bir savunma izlenimi veriyordu. Aslında alınabilir bir kale değildir Antakya. Dış surların uzunluğu 4 fersahı bulur ki bu 25 km eder. İçe içe 3 sıra halinde sur vardır. Surlarda toplan dörtyüzü aşkın kule ve her kulede sur sıralarına dayanak bağlantılar bulunmaktadır. Güneyde surlar derin bir vadiye iner ki bu vadinin yamaçlarının duvardan farkı yoktur. Yani şehir 4 taraftan çevrili bir savunmaya sahiptir. Em şehir kuşatılsa uzun süre direnebilir çünkü tarlalar, bağlar ve bahçeler tamamen sur içindedir. Bir zamanlar 200 bin nüfuslu bir Roma metropolü iken o sıralarda art arda yaşanan savaşlar ve Selçuklu fethinden sonra azalan nüfusu ancak 50-60 bin civarındadır ve eskiden kalabalık olan çok mahalle şu sıralarda bağ veya bahçe olarak kullanılmaktadır. İaşe sıkıntısı da çekilmeyeceğine göre şehrin tek sıkıntısı askerdir. Süleyman Selçukî’den kalan 10 bin asker bu kadar geniş surlarda muhasaraya direnemez. Ya da çoğunluğu Hıristiyan olan halktan bir ajanın kuşatmacılara uçsuz bucaksız surlardan birinin mazgallarını açması… Yağısıyan aylardır sevdiği bu kentte bu düşüncelerle meşguldü. Belki de yersiz bir ihanet takıntısı içindeydi. Daha geçen yaz Bağdad’dan veya Roma’dan gelen seyyahların öve öve bitiremediği, uçsuz bucaksız minareleri, kiliseleri, tarihi yapıları, kemerli çarşıları, aktarları, kütüphaneleri, mesire alanları, Habibünnecar tepesine doğru sıralanan villaları zevkle gezmiş, bir köle emirden çok, Sultan Berkyaruk’un naibi gibi eşleri ve cariyeleriyle huzurlu bir yaşam tercih etmişti. Tutuş ölmüş, Rey şehri taht kavgalarından bu tarafa bakamıyor, Süleyman Selçukî’nin genç oğlu Kılıçarslan Kuzey’den kendisini koruyor ve Yağısıyan’da ömrünün rahat ve huzurlu bir şekilde tamamlıyordu. Ancak bu yıl farklıydı. İlkin İznik’e gelen istilacı Frenkler şehri hiç zorlanmadan almışlar, sonra Haziran ayının son günlerinde Dorylaion kenti yakınlarında tüm Danişment ve Selçuklu süvarilerini yok etmişlerdi. Yağısıyan:
- “Umarım doğuya ilerlerler.” diyordu.Ama farklıydı. Farklı olduğunu Orta Anadolu’nun gölgesiz ve çöl sıcağında güneye doğru ilerleyişlerinden anlamıştı. Kuzeyde Frenklere direnecek bir birlik ve Antakya ile aralarında da kendilerini durduracak bir kuvvet kalmamıştı artık.
Yağısıyan tahkimatına güveniyordu. Ancak şehrinde tüm doğu şehirlerinden daha fazla doğu Hıristiyan’ı, Ermenisi, Yakubîsi yaşıyordu. Bunlarsa Müslümanlar tarafından bekledikleri fırsata kavuştular şeklinde itham edilirken, batılı dindaşları tarafından da Müslümanlarla ittifak yapmakla itham ediliyorlardı.
Frenlerin ilerleyişlerini yaz sıcağı, dar vadiler ve susuzluk biraz olsun yavaşlatsa da artık hedeflerinin Antakya olduğu aşikârdı. Halkın inanmadığı söylentilere rağmen Antakya ovasının kuzey ucundaki göl taraflarında kabaran karartıyı 20 Ekim akşamı lacivert gözleriyle Yağısıyan Habibünnecar tepesindeki uyarı davulları çalmadan, kara peçeli Türk süvarileri henüz kapılara yanaşmadan gördü. Ve yaverine
- “Geldiler!” dedi. “Şimdi başlıyor!”
Sur dışındaki yerleşmeler hızla sur içine kaçarlarken kuzeydeki karanlık hızla geniş ovaya yayılıyor ve uzun zamandır bir insan topluluğu görmemişçesine terk edilmiş meskun mahallere saldırıyor, yağmalayacak bir şeyler arıyor, bulamayınca bir tek dam, altında gölgelenecek, yağmurda oturulacak bir tek dam bırakmıyordu. Karanlığın bastırmasının ardından yakılan ateşler sayılamıyordu bile. Yaşlı emir tedbirini uygulamaya kodu ve tüm gayrimüslim erkekleri surlardan dışarı çıkardı.
- “Antakya sizindir. Biliyorum ama. Savaş boyunca ailelerinizi bize emanet ederek şehri bize terk etmelisiniz.”

Ertesi gün şafağın karanlık olacağını bildiğinden o gece hiç kimse uyumadı. Karanlık şafağın kılıç parıltıları ile aydınlanacağını biliyorlardı çünkü.
( Maara Yamyamları başlıklı yazı Mehmet Şaban tarafından 25.12.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.