HU

Gerçeği arayan adam, gerçeği bulanları aramaya koyuldu. Gerçeği bulan bir adam, ona dedi ki: “Gerçek, varlıktır. Elinle tuttuğun, gözünle gördüğün varlık. Ve bu varlıklar, hep vardılar ve hep var olacaklar. Şimdi var olan, sonra bir başka varlığa karışır ama hep vardır. Hep vardır çünkü, şimdi var olan, eğer var ise, nasıl yok olur? Yok olan, var olabilir mi?”

 

Düşündü bunu gerçeği arayan adam. Düşündü ve dedi ki: “Gerçek, varlık ise eğer, elimle tuttuğum, gözümle gördüğüm varlık nasıl elimle tutulamaz, gözümle görülemez hale gelir? Varlığın yapı taşları belki hep vardı ve var olacak ama, dağılan ve özleri başka bütünlere katılan bir bütüne nasıl var denilebilir? Şu anda olan, yapı taşlarının yarattığı bir dalgalanma, bir hayal o zaman. Öyleyse, şu anda olan o bütün, aslında yok. Sadece öz var. Ama var olan bu bütün yok ise, nasıl vardır? Yok olan var olabilir mi?”

 

Ve, “Çünkü varlık yokluktur” dedi başka bir gerçeği bulan adam. “Yokluk, senin elinde varlık, yokluk, senin gözünde varlık. Çünkü sen de o varlıklardansın. Sen de bir dalgalanmadansın. Sen de bir hayalsin”

 

“Varlığı bırak öyleyse” dedi gerçeği arayan adam. “Varlıktan geçtim. Bana hiçliği bulabilir misin? Hiçbir şeyin olmadığı bir şeyi. Gösterebilir misin bana hiçliği?”

 

“Gösteremem” dedi bilen adam. “Ama o, her şeydedir. Gösterdiğin her şeyde. Var olan her şey, Hiçlik’ten doğar ve o yüzden Hiçlik, her şeyde var. O yüzden şimdi var olan sonra yoktur. Hep yoktur. Hiç yoktur. Hiçlik vardır. Dağılan bütünden ayrılan ve başka varları yaratan yapı taşları da yoktur. Yokluktur. Varlık, Yokluk’tur.”

 

“Öyleyse o Hiçlik nedir” dedi arayan adam. “Hiçlik’i de bana”

 

“O Hiçlik, özü yokluk olan senin nazarında Hiçliktir.” Dedi bilen adam “O Hiçlik, Teklik’ tir. Tek olan O’ dur. O hiçlik, Hu’ dur.”

 

 

 

 

 

 

YOZ ÜLKE

      Yoz ülkenin kralı buyurdu: “Bundan böyle değerli taşları işleyip satmayacaksınız. Tüm kuyumcular çifçilik yapacak.” Vezirler, kuyumcuların hediyelerinin hatırına kralı bu kararından döndürmeye çalıştı. Ama nafile. Tüm kuyumcular, çaresiz, birer çiftçi oldu. Taşları işleyen eller, toprağı işlemeye koyuldu. Ürünler bollaştı böylece. Yiyecekler ucuzladı. Halk memnun oldu buna.

                                                   Ertesi sene, yoz ülkenin kralı, bir fermanda daha bulundu: “Bundan böyle hiç bir şair, ben de dahil, kimseye methiyeler düzemeyecek. Tüm şairleri tellal yapın.” Vezirler, kendilerini de öven şiirlerin hatırına, kralı caydırmaya çalıştılar yine. Ama nafile. Tüm şairler kralın fermanlarını, bilgelik dolu öyküleri, özlü sözleri, halkı eğitecek bilgileri okumaya başladılar köy köy. Bilgi kimsenin malı değildi artık. Halk memnun oldu buna da.

                                                   Ve yoz ülkenin kralı, başka bir fermanda daha bulundu sonraki sene: “Bundan böyle hiç bir müsabaka düzenlenmeyecek. Bahis oynanmayacak. Tüm sporcuları işçi yapın.” Vezirler, kendileri de bahis oynadıkları ve hep kazandıkları için, kralı vaz geçirmeye çalıştılar yine, umutsuzca. Ama nafile. Tüm sporcular ülkenin dört bir yanında evler inşaa etmeye başladı. Konutlar ucuzladı. Evsiz barksız kalmadı yoz ülkede. Halk memnundu buna da.

                                              Tüm bunlara alıştı yoz ülkenin halkı yavaş yavaş. Artık hırsızlık olmuyordu, çalacak mücevher yoktu. Kibir ve haset silindi yüreklerden, kimse kimseyi övmüyordu. Hırs kalmadı, kimse yarışmıyordu  kimseyle. 

                                                     Ama yine de bir eksik vardı. Güzellik yoktu. Mücevher yoktu. Şiir yoktu. Spor yoktu. Yozlaşmış güzellikler, yozluktan kurtulmanın diyeti olarak sunulmuştu...

 



AĞAÇLAR VE KÖR ADAM

Gören adam, kör adama dedi ki: “Şu uzaktaki ağacı görmeni isterdim. Öyle mahsun bir hali var ki…” Kör adam ise, “O ağaç uzakta değil.” dedi. Gören adam, “Sen nereden bileceksin, tabi ki uzakta.” dediğinde, kör adam, şunları söyledi: “O ağaç, uzakta değil, zannettiğinden de yakında, sende. O ağacı var eden, senin zannın. Görmek, dışarıda sandığından beynine gelenle değil, gözünden beynine iletilenle gerçekleşiyor. Algın, gözünle beynin arasında, zannın, ağaçla senin aranda… Beynin, birebir ağacı değil, gözündeki hayali görüyor. Hiçbir şey uzakta değil. Zira, ötede olan, Var’ dan gayrı olan bir varlık yoktur. Biz var zannederiz. Senin gördüğün zannındır, senin gördüğün cahilliğindir,senin gördüğün körlüğündür. İnan bana dostum, çünkü körlüğü, en iyi bir kör bilir.”

Gören adam ise, onun dediklerini kulak ardı etti ve şöyle düşündü: “Aman be sende. Körlüğü en iyi sen bilirsin tabi. Ama görme üzerine ahkam kesme. Neymiş de, gözümden beynime giden sinyalmiş. Onu biz de biliyoruz. Ama gözüme nereden geliyor? Tabi ki o ağaçtan geliyor. Ve o ağaç, taa uzakta. Adım gibi eminim. Yerini bir körden öğrenecek değilim. Konuşuyor işte…”

Ve tüm bunları bilen ağaç dedi ki: “Ben ne uzaktayım, ne de gören adamdayım. Ben, Var’ dan gayrı değilim elbette, ve ama var da değilim. Ben yokum ve Hiç’ deyim. Her yerdeyim çünkü Hiç’ denim

 

 

                                                    SABUN KÖPÜĞÜ

                                                                      ***Bir sabun köpüğüdür dünya. Tutanın elinde patlar.***

 

                                               Çocuk, bir sabun köpüğü şişirdi. Nefesini, sabun zerreciklerinden bir zara hapsetti ve uçurdu onu bir balon gibi. Bir tane daha ve bir tane daha... Elindeki halkalı çubuğu, deterjanlı suya daldırıp daldırıp üflüyordu. Büyük bir dikkatle yapıyordu bunu. Eğer çubuğu sertçe çekersen, sabun zarı oluşmaz halkada. Eğer hızlı üflersen, baloncuk olamadan parçalanır zar. Kararını bilmek lazım. Çubuğu daldırıp kaba, sağa sola hareket ettireceksin bir iki kez, çember gibi çevireceksin yavaşça. Deterjanlı sıvı yapışacak halkaya iyice sonra usul usul çekeceksin çubuğu ve hafifçe üfleyeceksin sonra da. Aceleye gelmez, dikkatsizliğe gelmez. Balon balon olamadan patlar yoksa.

 

                                                 Ve çocuk, havada uçuşan baloncukları seyre daldı. Müzik gibi, flüt sesi gibi süzülüyorlardı. Yumuşakça, rüya gibi... Bazısı bayağı yukarı çıkıyordu. Hatta tavana çarpıp patlayanlar bile oldu. Kimisi küçük daireler çiziyorlardı. Kimisi, duvara, eşyalara çarpıp yok oldu. Her birinin yüzünde ayrı bir güzellik vardı. Hiç biri, bir diğerine benzemiyordu. Kimisi büyük, kimisi daha küçük. Hatta çifter çifter, üçer dörder çıkanlar vardı. Bazen biri patlıyor yapışık balonların, kalanları devam ediyordu havada yüzmeye. Ve sonra onlar da...

 

                                            Hep patlıyorlardı. Kısacık bir süreydi yaşamları. Sönüyordu hemen güzellikleri. Oysa ışık ne güzel yansıyordu yüzlerinden. Hem içleri görünüyordu, arkalarındaki her şey; hem dışları yansıtıyordu önlerindekileri. Her şey birbiri içine geçmiş sanki. Her şey renk-ahenk. Oysa ne güzel uçuyorlardı birer kelebek gibi...

 

                                      Hep yeniden yapmak zorunda kalıyordu balonları. Hep yapacak, hep yapacak... Yoksa bitiyorlardı. Başta hoşuna gitmişti bu baloncuk üretme işi. Acemilik tabi, e biraz başarısız olmuştu ama sonra alışmıştı. Peş peşe onlarca balon yapabiliyordu. Ama bıkmıştı artık. Hiç patlamasınlar, o da seyretsin istiyordu. Balon yapmaktan, sanki seyretmeye zaman kalmıyordu.

 

                                     Sonra aklına müthiş bir fikir geldi. Balonlar, dedi, genelde hep bir yere çarptıkları için patlıyorlar. Ben de dışarda yaparım onları. Hem tavan da yok. Belki taa bulutlara kadar giderler, seyrederim ben de. İçini kocaman bir heyecan kapladı. Hemen koştu dışarı. Büyük bir sevinçle baloncuk yapmaya başladı. Ama o da ne, balonlar yine patlıyordu. Rüzgardan olmalı. Rüzgar yoktu ama, az da olsa vardı demek ki. Balonların narin bedenleri dayanamıyor, parçalanıyordu yine. Oysa ne kadar isterdi, bulutlara gidecek bir balon yapmak. Ama olmuyordu işte. Olmuyordu...

 

                           Sonra arkadaşları geldi yanına. Onlarla paylaştı sevincini ve üzüntüsünü. Onlar da balon yapmak istiyorlardı. Birbirleriyle yarıştılar en uzun ömürlü balonu yapmak için. Çocuk artık hiç patlamayacak bir balon yapmak hevesinde değildi. Biliyordu ki, hep sönecekler.

 

                                   Ve usandı çocuklar, bıktılar geçici balonlardan. Haydi top oynayalım dedi birisi. Bıraktılar deterjanlı su dolu kabı, halkalı çubuğu... Kendi baloncuklarını yaşamaya koştular.

 

 

 

 

( Mana Aleminin Gücü - Meseller 8 - başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 5.01.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.