. 
Kırk yılın başında kendine vakit ayırmak istemiş ve tek başına dolaşmaya çıkmıştı Sabiha Hanım. Ayakları şişmesin diye en rahat ayakkabılarını giymişti tedbiren.  Paşa gönlü ne kadar dilerse o kadar gezecek, yorulunca dönecekti. Otobüsten boğaz duraklarının birinde indi. Tepeye tırmanan en yakın yola daldı. Nisan ayının güneşli bir gününde temiz havayı ciğerlerine çekmek ruhuna iyi gelmişti. Yol kenarındaki bahçelerden gelen çiçek kokularıyla romantik duygulara sürüklendi. Küçükken gittiği piknikleri hatırladı; içi bir hoş oldu. Etrafındakilerden utanmasa şarkı söyleyecek kadar neşeli, huzurlu hissediyordu kendisini.
 
Tepeye varınca sahil gören bir yerde mola verdi. Gemiler ışıltılı denizde birer kuğu gibiydi. Acaba şu anda kimler vardı içlerinde? Nereye gidiyorlardı? Çok istemişti bir gemi yolculuğunu. Gittiği yer fark etmezdi. Denizin tam ortasına, karanın görünmediği ıssızlığa erişebilecek olsa gündelik bütün sıkıntılarını üzerinden atacağına inanıyordu. Bu arzusunu ne zaman iletse, kocasından “Hanım, macera mı arıyorsun? Otur oturduğun yerde! Ayakları karadan kesmek iyi değildir. Fırtına falan çıkar; ikimiz de yüzme bilmiyoruz, boğulur gideriz maazallah.” cevabını almıştı.
 
Kocası böyleydi işte. Bir yere gezmeye götürmez, hep bahane bulur, tek başına dışarı çıkardı. Hanımının da pazar, market ve çevredeki mağazalardan başka yere gitmesine müsaade etmezdi. Beraber gittikleri birkaç akraba vardı ama onlara da anca ayda yılda bir ziyarette bulunurlardı. Son zamanlarda bu sebeple yaptıkları tartışmaların haddi hesabı yoktu. Elli yaşına merdiven dayayan Sabiha Hanım, nihayet bugün isyan bayrağını açmış, bir cesaret, yola düşmüştü.
 
“Hayırdır inşallah! Anne, nereye gidiyorsun? Babam duyarsa…” Kızı Aysel’in bu ikazına son derece sert çıkmıştı: “Cehennemin dibine… Beni biraz rahat bırakın yahu! Yeter artık! Babana da söyle; aramaya kalkışmasın.” Aysel, telaşla annesine “Temelli mi gidiyorsun? Anlamadım ki! Babama ne diyeceğim ben? Kırar kemiklerimi billahi. Anneee, anne!” diye seslenerek çırpındı ama nafile. Annesi kapıyı yüzüne çarpmış, merdivenlerden uçarcasına inerek, çoktan dış kapıya kadar ulaşmıştı.
 
Sabiha Hanım kafasını dinleyecekti güya! Gemileri seyrederken sıkıntıları yine beyninin içinde cirit atmaya başlamıştı. Silkinip toparlandı. Yanı başındaki ağaçta minik bir kuş serenat yapıyordu sanki. Bir müddet onu dinledi. Bayılırdı kuş sesine. Keşke onlar gibi kanatları olsaydı da, dilediğinde özgürce uçup beğendiği dala konabilseydi. “Ah, canım! Benimle konuşurmuş. Ne de güzel şeysin böyle!” diyerek gözleriyle sevdi kuşu.
 
Genç kızlığında ailesiyle bu tepeye gelip piknik yapmışlardı. Hafızasında tatlı bir anı olarak kaldığı için de, bugün kendisini burada bulmuştu zaten. Tepenin görünümü geçen yıllarda oldukça değişmişti. Yeşilin türlü tonlarında, köpük köpük ağaçların kapladığı alanlar önemli ölçüde azalmış, yerlerini konutlara bırakmıştı. Mamafih, eşsiz manzarasıyla, huzur bulmak isteyen ruhları cezbedici özelliğini muhafaza ediyordu hâlâ. Ailesiyle az ileriye örtülerini serip, semaverle getirdikleri çayı yudumlamışlar, mis gibi ev böreklerini yemiş, ağaçların arasına salıncak yapmışlardı. “Keşke anneciğim, babacığım hayatta ve yanımda olsalardı şu anda!” diye geçirdi içinden. Duygulanmıştı. Gözleri nemlendi. Birer Fatiha okuyup ruhlarına hediye etti. Bakışlarını tekrar ufka doğru çevirdi.
 
“Neden denizi uzaktan seyrediyorum ki? Sahile ineyim biraz da.” Bu fikir hoşuna gitmişti. Geldiği yoldan geri dönerek yokuşu inmeye başladı. Topuksuz ayakkabılarının faydasını görüyordu. En ufak bir yorulma hissi yoktu şu ana dek. Yüzüne çarpan meltemin sarhoşluğuyla ilerlerken, cep telefonunun çaldığını duydu. Zınk demiş kalmıştı yokuşun ortasında. Elleri, dizleri titriyordu şimdi. Evden fırlarkenki efelenmesinden eser kalmamıştı. Ya arayan kocası ise ne cevap verecekti? Telefon da sürekli çalıyor, sinirlerini iyice bozuyordu. Açıp açmamakta epeyce tereddüt yaşadıktan sonra elini çantasına atıp, telefonu çıkardı. Güneşe arkasını dönerek arayanın kim olduğuna baktı. Evet, Nazım arıyordu. Kocası… Birden başından aşağıya ter boşandı. O telaşla tuşa basarken, terden vıcık vıcık olan parmaklarının arasından fırlayan telefonu, bayır aşağı zıplaya zıplaya inmeye koyulmuştu. Kadıncağız da arkasından koşturuyor, yakalamaya çalışıyordu. Ancak, arayı bir türlü kapayamıyordu. Birinden telefonunu yakalamasını isteyecekti ama tepeye çıkarken yoldan gelip geçenler ortadan kaybolmuşlardı nedense! Adımlarını hızlandırırken, kimsenin duymayacağını bile bile, en tiz sesiyle, “Telefonum, telefonum! Ne olur, tutun şu mereti!” diye feryat etti. Derken, dengesi bozuldu ve yüzüstü yere kapaklandı. Kapaklandığı yerde dursaydı bari. Paldır küldür yuvarlanmaya başladı. Açılan bacaklarını elleriyle örtmeye uğraşsa da, durmadan şekil değiştirdiğinden dolayı, beceremedi. Çantası bir yana, kendisi bir yana savrulmuş; telefonla yokuşun dibinde buluşmaya sözleşmişlerdi âdeta. Hâl böyleyken tutunmaya çalıştığı Arnavut kaldırımlarından biri yuvasından sökülüp havalanmış, kafasına inivermişti. Ondan sonrasını hatırlamıyordu artık. Bayılmıştı.
 
Önceleri derinden gelen insan sesleri, giderek netleşmeye başlamıştı. “Hanımefendi, hanımefendi, iyi misiniz?” diyerek yanaklarına minik şamarlar atıyordu bir kadın. Bir adamsa tok bir sesle ikaz ediyordu kadını: “Vurmayınız efendim! Ambulans çağırdık; gelir şimdi.” Kolonya arayan, “Ayaklarını yukarı kaldırın; beynine kan gitsin.” önerisinde bulunan, “Kıpırdatmayın; boynu kırılmış olabilir.” diye endişelenenler de vardı. Sabiha Hanım en çok ayaklarının yukarı kaldırılması ihtimalinden irkilmişti. Gücünü toplayıp gözlerini açtı. “İyiyim, iyiyim; kesin şu tokatlamayı artık.” dedi fısıltıyla. Tokatlayan kadın onu bırakıp ayağa dikildi bu uyarıyla. “Aaa, iyilik de yaramıyor ayol! İşim ver zaten; ben gidiyorum.” dedi ve hışımla oradan uzaklaştı.
 
Ambulansın yaklaştığı siren seslerinden anlaşılınca, başındakiler kenara çekilip Sabiha Hanım’ı yolun ortasında öylece bıraktı. Ambulanstan aceleyle çıkan sağlık ekibi derhal bir sedye açtı, kaşla göz arasında kadıncağızı taşıyarak, arka kapıdan araca soktular. Siren eşliğinde yol alırlarken, tansiyonu ölçüldü, oksijen maskesi takıldı. Hemşire lafa tutuyordu bir yandan: “Ağrıyan bir yeriniz var mı hanımefendi? İsminiz nedir; nerede oturuyorsunuz; haber verebileceğimiz bir yakınınız var mı?” Peş peşe gelen soruları yanıtlayabilmek için maskeyi araladı ve sadece “Yok!” dedi. Tekrar bayıldı.
 
Gözüne tutulan kuvvetli ışıkla ayılmıştı. Aynı anda, kalçasından yediği iğnenin acısını hissetti. Doktor onun ayıldığını görmüş ama umursamamıştı galiba. Kendisiyle konuşmayıp, yanındaki hemşireye “Emar çekilsin; kanını tahlile gönderin, sonuçları da bana getirin.” talimatı vermesinden bu çıkarımı yapmış, gücenmişti. “Ölsem acıyanım olmayacak. Kara bahtım, kem talihim!” diyerek iç geçirdi ve başını öbür yana çevirdi.
 
Kayıt için kendisini sıkıştıran personele sadece adını söyledi. Başkaca bilgi vermedi. İşte, yine paketlenmiş, sedyeyle röntgen odasına doğru yol alıyordu. Asansöre bindirilirken, sedye kapıya çarptı. Sabiha Hanım, sırtında, bacaklarında ağrı hissedip küçük bir çığlık kopardı: “Ah!”
 
Bıyıklı, esmer, iri yarı bir hastabakıcı, “Affedersin anne, kazayla oldu.” diye özür dilese de, doktora küskünlüğü devam ettiğinden dolayı, hiç cevap vermedi ona. Kaşlarını çatmakla yetindi.
 
Hasta odasına dönmesinin üzerinden beş dakika geçmemişti ki, iki polis damladı içeriye. Yanına yaklaşıp sorguya başladılar. “Teyze, geçmiş olsun. Biz hastanenin polis kadrosundayız. Kendi hakkınızda bilgi vermemişsiniz. Şimdi tutanak tutacağız. Kazanın nasıl olduğuna geçmeden önce kimliğinizi beyan etmeniz, yakınlarınızın telefon numaralarını vermeniz lazım. Bu şart. Yoksa hakkınızda işlem yapacağız.”
 
Öyle kesin konuşmuşlardı ki, korktu Sabiha Hanım. “İşlem yapma” lafından “Hapse atarız.” anlamını çıkarmıştı ve istedikleri bilgileri söylemeye karar vermişti anında. “Tamam, tamam. Ne derseniz yapacağım. Çantamı bulun hele şuralardan. Kimliğim içinde olacak.”
 
Çantası da telefonu da kaybolmuştu oysa. Kadıncağız ne kimlik ne de telefon numaralarını hatırlayabiliyordu. Aile fertlerinin isimlerini ve ev adresini yazdırdı tutanaklara. Başına geleni kısaca anlattı. Polisler çıkıp gitti ama doktor, hemşire, hastabakıcı falan, derken, odası boş kalmıyordu ki… İçinden çığlık atmak geliyordu. Sinirlerini kontrol edip telkinde bulundu kendisine: “Sakin ol Sabiha, yine polis gönderir bu vicdansızlar yoksa.”
 
Bir saat kadar sonra, kızı Aysel gözyaşlarıyla dalmıştı odadan içeri. “Anneee, annem! Ne oldu sana böyle? İyi misin ha, iyi misin?” Yanaklarından şapır şupur öpüyordu. “Offf, her tarafın çizik içinde. Kırık falan var mıymış anneciğim?” Vereceği cevabı beklemeden odadan fırlayan kızının, koridorda çınlayan sesini duydu Sabiha Hanım. “Doktor nerede? Çok acil görüşmeliyim. Biri bana annem hakkında bilgi versin, ne olur!”
 
Aysel’in bu çırpınışlarından büyük memnuniyet duymuştu Sabiha Hanım. “Hah, anca kıymetimi bildi nankör evlat. Nazım’la bir olup bana yapmadığını bırakmamıştı, babasının kızı. Bundan sonra böyle! Evden çıkıp çıkıp hastanelere düşmezsem bana da Sabiha demesinler.” dedi içinden. Kocasının adı geçince, neden gelmediğini merak etti. Haberi yok muydu, yoksa kızgın mıydı kendisine? Ardından restini çekti: “Aman, neyse ne; gelmezse, hiç eve uğramadan toplar bohçamı, anamın evine dönerim valla.”
 
Annesinin evine dönmesine gerek kalmayacaktı anlaşılan. Nazım Bey, elinde çiçeklerle süklüm püklüm kapıdan içeri girmiş, kolu serumlu karısının ahvalini anlamaya çalışıyordu. Göz göze geldiklerinde yüzüne kocaman bir gülücük kondurup, yanına seğirtti. “Geçmiş olsun hanım. Duyar duymaz, yüreğim ağzımda koşup geldim. Nasılsın bakalım?”
 
“Gördüğün gibi… Nasıl olacak? Ölüyordum neredeyse. Siz de kurtulurdunuz benden ama olmadı. Derdine yan artık.”
 
Hemen itiraz etti Nazım Bey: “Tövbe de hanım! Allah korusun. Sensiz biz ne yapardık? Yeminle, ödümüzü kopardın. Telefona da cevap vermeyince…”
 
“Zaten hep o telefon yüzünden…”
 
Yüzü asılan karısının hasta yatağının ucuna ilişerek, çiçekleri eline tutuşturdu. “Bak bunları senin için aldım canım. Aslında Aysel’le birlikte gelmiştik. Ben çiçekçiye uğramıştım. Seversin diye… Beğendin mi?”
 
Kocasıyla kızında bir hâller vardı. Suçlayıcı tek laf etmemişlerdi şimdiye kadar. Meraklanıp sordu: “Kızmadın mı yani? Hani tek başıma sana sormadan gezmeye çıktım ya…”
 
“Niye kızayım? Kocaman kadınsın. Gideceksin tabii. Üzüldüm sadece. Gelirken hemşireden bilgi aldım. Çabucak ayağa kalkar, korkmayın, dedi. Yarın gece evdesin inşallah.”
 
Rahatlamıştı kadıncağız. Gördüğü ilgiden hoşlanmıştı doğrusu. “İnşallah” dedi.
 
Eve döndüğünün haftasına kalmadan, evden öfkeyle çıkışından sonra olanları bütün detaylarıyla öğrendi Sabiha Hanım. Aysel onun arkasından hemen telefona sarılmış, babasına “Annem bizi terk etti. Çabuk gel.” demişti. Nazım Bey derhal işten izin alarak eve dönmüştü ve kızının suçlamaları karşısında sıkı bir ağız dalaşına tutuşmuşlardı. Ortalık yatışınca, kaçağı arama derdine düşmüş ama kadıncağızı nerede arayacaklarını bilememişlerdi. Kâbus gibi geçen birkaç saatten sonra, kapılarına dayanan polisten hangi hastanede olduğunu öğrenip, yola düşmüşlerdi. Hatta, kızının aktardığına göre, Nazım Bey çocuklar gibi hıçkırarak ağlamış, dizlerini dövmüştü. O sert mizaçlı adam ağlamıştı ha! Sevildiğini biliyordu ancak bu kadarını tahmin edemezdi doğrusu. Habersizce çekip gitmesi iyi bir ders olmuştu anlaşılan.
 
Zil çalınca elindeki şiş ve yünleri kenara atıp ayaklandı. Gelen kocasıydı. Sıcak bir merhabalaşmadan sonra, evlendiğinden bu yana beklediği teklifi duyuyordu ondan:
 
“Hadi hazırlan hanım! Yemeği dışarıda yiyoruz bu akşam. Peşinden, sahilde turlayacağız; şalını almayı unutma.”
 
Mücella Pakdemir


( Geciken Teklif başlıklı yazı M.Pakdemir tarafından 11.04.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.