Kanlı Yüzük
.
Sicim gibi yağan yağmur iliklerine
kadar işlemişti. Ana kız, fasulye fidanları arasında yarım saattir dört dönüp şüphelendikleri
yerleri elleriyle eşeliyor, aradıklarını bulamayınca da, fidanlar zarar
görmesin diye, yağmurdan iyice gevşemiş toprağı yeniden sıkıştırıyorlardı.
Eskidikçe tüylenmiş, kolları
yakaları aşınmış, aşındıkça yediği dikişlerden topaklaşmış, soluk renkli, yeşil
kazağının altına giydiği çiçekli, basma entarisinin etekleri beline kadar çamur
içinde kalmıştı Kadriye’nin. Kızı Ceylan’ın vaziyeti ondan daha kötüydü. Çamur
saçlarına kadar sıçramıştı. Üstelik bir ara ellerini dalgınlıkla yüzüne sürmüş;
yanakları da kirlenmişti. Kadriye, balçıklaşmış toprağa saplanan terliğini
çekiştirip kurtardıktan sonra, kızına seslendi:
“Bulamadın mı hâlâ?”
“Yok ana. Yer yarılmış içine
girmiş sanki. Aha işte, sabah bu kısımdaydım. Karış karış arıyorum Allah
inandırsın.”
“İnandım, inandım da, evdekileri
nasıl inandıracağız şimdi?” derken kızına döndü anası. Hâlini görünce, ellerini
beline dayayarak söylendi: “Hah, şu surata bakın hele! Şahtın, şahbaz oldun
kız. Yüzünü yağmura tut bari.”
“Tamam ana! Tutuyorum. Senin de
benden aşağı kalır yanın yok hani.”
Sinirliydi Kadriye. Dişlerinin
arasından tısladı: “Kör ol, e mi? Babandan bir araba sopa ye de aklın başına
gelsin. Yürü hadi; eve dönüyoruz.”
Aradıkları, Ceylan’ın söz
yüzüğüydü.
xxx
Bulutların grileştirdiği gökyüzü
sanki bütün yükünü boşaltmıştı üzerlerine. Neyse ki hafiflemişti yağmur.
Birazdan duracak gibiydi. Onların eve yaklaştığını gören çoban köpeği Yaman, iki
katlı evlerinin bahçesinden havlayarak fırladı. Kuyruğunu sallaya sallaya kapıya
kadar eşlik etti.
Üşümüş, yorulmuşlardı. Eşiğin
hemen yanında duran güğümdeki suyla ayaklarını yıkadılar. Eteklerini toplayarak
üstlerini değiştirmeye odalarına giderken evin babası Cemil’i karşılarında
buldular. Adam kaşlarını çatarak, gürler gibi hesap sordu karısıyla kızından: “Nerdesiniz
iki saattir?”
Korkudan olduğu yerde zıplayan
Ceylan, anasının arkasına sinip babasının göz açısından çıktı. Cemil,
öfkelendiği zaman küçük bir kıyamet koparırdı oldum olası. Kadriye kekeleyerek
savunmaya geçmişti: “Şey… Tarladaydık. Şey arıyorduk da…”
“Şey de neymiş? Geveleme lafı
ağzında Hanım! Zaten cinlerim tepemde.”
“Yüzük… Ceylan’ın yüzüğü düşmüş,
onu arıyorduk.”
Ceylan, kafasını anasının
arkasından tek gözü görünecek kadar çıkarıp, şikâyetle karışık mazeret bildirdi
hemen: “Bol geliyor demiştim ben size. Nasıl düşmüş anlamadım baba ya!”
“Neee!”
Cemil tam kızının üzerine hamle
yapmak üzereydi ki, gürültüye yanlarına gelen babası Seyfi Ağa, koluna yapıştı.
“Durasın oğul! Yaş içindeler; görmüyor musun? Hele bir kurulansınlar; dinleyip
anlarız. Hem benim yanımda… Tövbe, tövbe!”
Zınk diye olduğu yerde çakıldı
Cemil. Çocukluğundan beri hürmette kusur etmediği, yaşlandığı hâlde nazarında haşmetini
muhafaza eden babasının yanlarına geldiğini görmemişti. Görmüş olsaydı, ne
kadar sinirlenirse sinirlensin, Ceylan’a asla böyle parlayamazdı. Seyfi Ağa’ydı
o. Ağalığı pehlivanlığındandı. Zamanında nice yiğitlerin sırtını yere, mıhlar
gibi yapıştırmış, nice madalyalar kazanmıştı. Sert adamdı. Yediden yetmişe
herkes tarafından saygı gösterilen, çekinilen biriydi. Herhangi bir durum
olduğunda raconu daima Seyfi Ağa keser; kimse onun sözünün üstüne söz
söyleyemezdi. Cemil sıktığı yumruğunu öbür elinin avucuna bastırarak, gerilen
yüzünü yumuşattı ve iki adım geriye çekildi. “Affedersin baba.” dedi kısık bir
sesle.
Seyfi Ağa’nın hanımı Melek Ana da elinde
kehribar tesbihi ile çıkagelmiş, geliniyle torununa gözden kaybolun işareti
yapıyordu. Fırsattan istifade eden Kadriye ve Ceylan, bu iki heybetli adamın
etrafında yarım daire çizerek yanlarından sıvıştı.
xxx
Konu kapanmamıştı. Akşam
yemeğinden sonra olanı biteni bir güzel anlattı Kadriye.
“Bu bizim avare kız, yüzüğünü
düşürmüş tarlada. Baktık; yağmur var. Toprağa gömülmesin diye bir koşu gidip
aradık ama nafile. Bulamadık. Islandığımız da caba kaldı yanımıza.”
Sözlerini “Ben ötesine karışmam
gayrı. Ne yapacaksanız yapın.” diyerek bitirince bütün gözler Ceylan’ın üstüne
çevrilmişti. Allah’tan, Seyfi Ağa “Yenisini alacağız artık; başka çaremiz yok.
Bilerek kaybetmedi ya! Üstüne gitmeyin torunumun.” dedi de kızcağız oturduğu
yerden usulca kalkabildi. Göz önünde oldukça babasının kızgın bakışları onu
takip edecekti her saniye çünkü.
Fakirdiler. On dönümlük tarlalarında
ekip biçtiklerinden ellerine geçenle yaşıyorlardı. El işi de yapıyorlardı
anasıyla birlikte ancak sözü edilir bir para etmiyordu sattıklarında. Yüzüğü
kaybetmekle ailesine yeni masraf çıkarmıştı. Üzüntü içerisinde bir çırpıda toparladı
ortalığı ve suçlu bir ifadeyle büyüklerine “Hayırlı geceler.” dileyerek odasına
çekildi.
Uçları kopmaya yüz tutmuş, ufak
kilimin üzerine, nakışlı seccadesini serdi. Yatsı namazını kıldıktan sonra
duaya geçti: “Ya Rabbim, sen her şeye kadirsin. Ne olur Mehmet’imin yüzüğünü
bir an önce buldur bana. Yenisini değil, onu istiyorum Allah’ım.” Ellerini
gözlerinden süzülen yaşlarla ıslanan yüzüne sürerken, “Âmin!” dedi.
Zonguldak ilinin Çaycuma ilçesinde
yaşıyorlardı. Baharın ilk aylarında, geceleri serin olurdu buraları. Buz
kesilen yatağında, ısınana kadar uyumakta zorlanırdı. Kapının karşısındaki
duvara gömülü yüklüğün alt rafından bir kazak çekerek sırtına geçirdi.
Çetiklerini çıkarmadan yatağın içine daldı. Başının üstüne kadar çektiği, yün
yorganın altında sevdiğini düşünüyordu.
Birkaç ev ötedeki komşularının biricik
oğluydu Mehmet. Çocukluklarından beri âşıktılar. Aralarındaki ilişkiye on beş
yaşına dek bir isim koyamamıştıysa da, onu diğer oğlanlardan farklı kılan bir
şey olduğunun hep farkındaydı. Mehmet de tuhaf davranırdı Ceylan’a. İyi
geçinmek bir yana; didişip dururlar, birbirlerini sinirlendirmekte âdeta
yarışırlardı. Ta ki üç yıl önceki o güne kadar…
O gün, okul dönüşü eve gitmeden
önce, yolunun üzerindeki anneannesine uğramış, hâl hatırını sorduktan sonra
ufak tefek yardımlarda bulunmuş, geri dönüyordu ki, birden kulağının dibinde
Mehmet’in sesini duymuştu: “N’aber civciv?”
İrkilmişti aniden. Omzuna astığı okul
çantasını oğlana doğru sallarken “Civciv deme bana! Tamam mı? Ceylan’dan civciv
olmaz bir kere. Bilmiyorsan öğren.” diye cırlamıştı.
Delikanlı, ağzı kulaklarında
gülmeye başlamış, kızdırmaya devam etmişti: “İsmini yanlış koymuşlar kızım. Ben
ne yapayım? Civcivsin işte! Civciv, civciv!”
Kararını vermişti Ceylan. Uymayacaktı
artık bu şımarık oğlana. Birden durgunlaşıp “Tamam, senin dediğin olsun ama bir
daha benimle konuşma. İstemiyorum.” deyince, Mehmet, hiç beklemediği bu
cevaptan ötürü afallamıştı. “İstemiyor musun gerçekten?”
“Hayır, istemiyorum. Koca kız
oldum; sen yine de çocukmuşum gibi davranıyorsun. Yakışıyor mu yani?”
Ellerini cebine sokup başını
mahcubiyetle öne eğerek cevap vermişti Mehmet: “Ne yapayım? Benimle başka türlü
konuşmuyorsun; ben de sataşmak zorunda kalıyorum.”
“Ne konuşacaktın ki benimle?”
“Şey… Havadan, sudan…”
“Hava güneşli; su berrak. Oldu
mu?”
Genç kızın lafı böyle kestirip
atmasından hoşnut kalmamıştı delikanlı. “Başka şey de var tabii.” demişti
çekinerek.
“Neymiş o?”
“Kızmayacaksın ama.”
Yürüyüşünü yavaşlatarak, umursamaz
bir edayla omuz silkmişti Ceylan. “Yok, kızmam. Söyle hadi.”
“Nasıl söylesem? Ben… Seni… Görmeden
yapamıyorum nedense. Bak; bugün de okul çıkışından beri peşindeyim. Galiba
seviyorum.” Genç kızı durdurarak kolundan tutup kendine doğru çevirmiş ve
eklemişti: “Ya sen?”
Hem şaşırmış hem de bir türlü isim
veremediği o garip ama tatlı duygularının sorgulanmasına hazırlıksız yakalanmıştı
genç kız. Derin bir nefes alarak birkaç saniye bekleyip “Galiba mı?” demişti
yanakları kızararak. “Sevginin galibası mı olurmuş?”
“Yok, yani… Seviyorum, eminim. Sen
de beni seviyorsan…”
Ani bir hareketle kolunu Mehmet’in
kuvvetli parmaklarından kurtarıp koşmaya başlamıştı Ceylan. Sonra birden
arkasına dönüp seslenmişti: “Evet. Galiba…”
Mehmet, boylu poslu, yapılı bir
gençti. Üniversiteye gitmekten vazgeçmiş, komando er yazılmıştı askere.
Gitmeden iki ay önce de, büyüklerini göndererek sevdiğini istetmişti. Aile
arasında sade bir törenle söz kesmişler, nişanı, nikâhı askerlik dönüşüne
bırakmışlardı. İlk ayrılıklarıydı bu. Zor geliyordu her ikisine de. Sık sık
yazışacaklarına, telefonla görüşeceklerine kavilleşip, vedalaşmışlardı.
Öyle çok özlemişti ki Mehmet’ini
Ceylan! Son mektubunu “Ceylan’ın sensiz yapamaz.” diye bitirmişti.
Söz yüzüğünün kaybolması tedirgin
etmişti kuş yüreğini. Hayra yormak istiyor, aklına gelen kötü ihtimalleri kafasından
hızla uzaklaştırıyordu. Derken, gözkapakları ağırlaştı, derin bir uykuya daldı.
xxx
Dört ay süren temel komando eğitimini
tamamladıktan sonra geldiği Çukurca’da Jandarma Sınır Tugay Komutanlığı’na
bağlı bir karakolda yapıyordu vatani görevini Mehmet. PKK’nın sık sık
saldırdığı bir karakol olarak ünlenmişti burası. Mehmet kırk beş gündür
buradaydı ve hemen her gün operasyona çıkıyorlardı. İşte şimdi de, civar
köylerden birindeki koruculardan gelen ihbar üzerine, on yedi kişilik timle operasyondaydılar.
Harita üzerinde cetvelle çizilecek
olsa, köyün üsse uzaklığı dört kilometre falan tutardı fakat engebeli arazide
mesafe kat be kat artıyordu. Sırt çantalarında mühimmat ve ellerinde silahlarla,
karla kaplı keçi yollarında yürümek nefeslerini kesiyordu. Sabahın köründen
beri, dağ, geçit demeden, köyün yakınına intikal etmiş, köy korucusu ile
telsizle irtibat kurarak, onun tarif ettiği bölgede terörist bir grup tespit
etmişlerdi. Gruptan daha yüksek irtifada mevzi tutarak üstünlük sağladıktan
sonra, komutanları ateş emrini vermişti. Çatışma kurşun sağanağı altında
oldukça çetin geçmiş, bir saat kırk dakika sürmüştü. Bir arkadaşlarının kolunu
mermi sıyırdıysa da, hamdolsun ki şehit vermemişlerdi. Gene de moralleri
bozuktu, o hengâmede gözden kaybolan birkaç teröristi ellerinden kaçırdıkları
için. Şimdi dönüş yolundaydılar. Yorgunluktan ayakta duracak hâl kalmamıştı hiç
birinde.
Kara gözlerinde hasret, deli
gönlünde kor vardı Mehmet’in. Daha çocuk sayılacak yaşta gönlü bir ceylana
akmıştı. Onun o mühürlü gözleri, zarif yüzü, pembe, duru teni, ince parmakları,
içini ısıtan gülüşü… Başını döndüren bir güzellik… Yine hayali gelip karşısında
durmuştu aniden. Saçlarının rüzgârda dalgalanışını, buluttan buluta sekişini
izledi. Nefesini tutmuş, hayranlıkla onu seyrederken, hayal silindi ve yalçın
kayalıklar, gerçeğin tüm acımasızlığıyla belirginleşiverdi. “Ah, Ceylan’ım!”
diye inledi.
İçine iki kat yün çorap giydiği
botlarıyla karları eze eze yakındaki tepeye tırmandı. Bir kaya ardına
mevzilenip, dürbünle çevreyi gözetlemeye durdu. Geçen gün girdikleri çatışmada
terörist grubu pusuya düşürmüşler, yirmi leş bırakmışlardı şu karşıki
kayalıklarda. “Asker” adını verdiği G3 piyade tüfeğini güzeller güzeli
Ceylan’ını okşar gibi okşadı ve her günkü tembihini yaptı: “Aferin asker! İki
leş daha ekledim şeref listene bugün. Bu hainlerin kökleri kazınıncaya kadar
emrimden çıkmak yok. İyice anladın mı?”
İlk bir hafta, anlatılan baskın
hikâyelerinden ötürü, doğru dürüst uyku tutmamıştı delikanlıyı. Zaten hemen her
gece nöbet tutuyordu. Nöbet bitimlerinde uykusuzluk ve yorgunluktan baygın
düşüyordu ancak uykusu da kâbuslarla bölünüyor; sıçrayarak uyanıyordu. Yeni
yeni dostluk kurmaya başladığı arkadaşlarının operasyonlarda şehit düşmelerine
şahit olmak kısa sürede karakterini sertleştirmiş, korkusunu silip süpürmüştü.
İçi vatan hainlerine karşı öfkeyle doluydu şimdi.
Karşı tepelerde ve tepelerin
arasındaki ölü dere yataklarında herhangi bir hareketlilik yoktu. Sızma
gelebilecek kör noktaları da bir bir kontrol etti. Emri yerine getirmişti.
Geriye dönüp arkadaşlarına baktı. Çevre keşif çalışmalarını bitirmiş olanlar,
diğer erlerle birlikte Komutanları Salih Teğmen’in karşısında sıralanmaya
başlamışlardı bile. Komutanının el edip kendisini çağırdığını görünce, bir koşu
yanlarına vardı. Tekmil verdikten sonra sıradaki yerine geçti. Karanlık bastırmadan
üsse dönmek üzere, belli aralıklarla dizilip yeniden yola düştüler.
Merkezden gelen helikopter, erzak
ve mühimmatın yanı sıra, asker mektuplarını da getirmişti onlar dağdayken.
Memleketi Zonguldak’tan gelen mektubu teslim alırken heyecan ve meraktan yüreği
sıkıştı. Zarfın üzerindeki yazı, sözlüsü Ceylan’a aitti. İkiye katlayıp göğüs
cebine koydu. Başını kaldırdığında, koğuşta aynı ranzayı paylaştıkları Trakyalı
Hasan ile göz göze geldi.
“Gözün aydın be ya! Senin kızdan
mı?”
“He, Ceylan’dan… Sen nereye?”
“Nöbetim vardır tertip; n’apcaz?
Sen de büle kurcalama gönlüceğini kızanım. Görüşürüz be ya.”
“Sağ olasın Hasan. İyi nöbetler
aslanım. Ben de beş - yedi nöbetindeyim. Görüşürüz.”
Koğuşa girer girmez botlarını çıkararak
ranzasına uzandı. İçeride istirahata çekilmiş birkaç asker daha vardı. Gece
nöbetine kalacak olanlar diğerlerinden erken yatardı. Kendisinin de bir an önce
uyuması lazımdı ama mektubu okumadan, mümkün değil, gözüne uyku girmezdi. Göğüs
cebinden çıkardı zarfı. Koklayıp yüzüne bastırdı bir müddet. Karşı ranzada
yatan Yılmaz’ın horultuları kulağında yankılanırken, sevgilisinin mektubunu
zarfından sıyırdı, pencereden sızan ışıkta okumaya başladı.
“Canımdan çok sevdiğim Mehmet’im! Nasılsın
bir tanem? Günler sensiz geçmek bilmiyor burada. Her şey bıraktığın gibi ama
ben farklıyım bir tek. Bir yanım seninle gitti o dağlara. Eksiğim, mutsuzum.
Dönüşünü iple çekiyorum aşkım. Sen de beni özlüyor musun? Biliyor musun; hasretinden
kalbim ağrıyor; nefes alamaz gibi oluyorum çoğu zaman. Telefon açtım birkaç
kez; “operasyonda” dediler; görüşemedim. Hani her gün görüşecektik? Sesini
duyabilseydim bari… Sen fırsat bulduğunda ara, e mi? Çatışmalara katıldığını düşündükçe yüreğim
ağzıma geliyor; çok korkuyorum sevgilim. Ne olur, kendine dikkat et. Ceylan’ın
sensiz yapamaz. Sevgilerimle!”
Mektubu öptü, öptü… Yastığının
altına koydu. Dudaklarında Ceylan’ın tenini hissetti. “Telefon aç.” diyordu
sevdiği. Açmak istemez miydi? Ya nöbette veya operasyondaydı. Eğitim de vardı
üstelik. Kalan zamandaysa, telefonun başındaki sıra öyle uzundu ki… “Buraya
tatile mi geldim sanıyorsun güzel kız?” diye söylendi; sıcak bir gülümseme
yayıldı yüzüne. Yorgunluktan kapanmak üzereydi gözleri. Battaniyenin altına girip uykuya daldı.
Yarım saat geçmemişti ki, büyük
bir gürültü ve sarsıntıyla uykusundan sıçradı. Sarsıntı o denli kuvvetliydi ki
ranzası bir anda karşı duvara çarpmış, aynı hızla geri tepmişti. Bütün
kemikleri aynı anda kırılmıştı sanki. Gücünü toplayıp ayağa fırladı. Üzerine
yağan tozların arasından çevresini kolaçan ettiğinde gözlerine inanamadı. Koğuşun
yarısı yerle bir olmuştu. Yılmaz yatıyordu o kısımda oysa. Ne olmuştu arkadaşına?
Moloz yığınları arasında kaybolmuştu. Duvardaki koca gedikten, içeriye sağanak
gibi Kalaşnikof mermileri yağıyordu. Sağında başı yana düşmüş vaziyette
hareketsiz yatan Eşref’i fark etti. Bacakları kopmuştu delikanlının. Ölmüş
olmalıydı. Çabucak diğerlerini aradı. Bulamayınca, tüfeğini kaparak, yıkılmış
kapıdan dışarı, koridora attı kendisini.
Bağıran bağıranaydı: “Baskın
yedik! Baskın yedik!”
Komutanı Salih Teğmen, yuttuğu
tozlardan dolayı boğuklaşmış sesiyle uyardı delikanlıyı. “Siper al asker. Yat
yere!” Emre uymak için yere kapaklanırken göz göze gelmişlerdi. Teğmenin
gözlerinde şimşekler çakıyordu sanki. Sürünerek yanına vardı. Komutan
durmaksızın taktik ve komut veriyordu: “Telsizle merkeze haber verin! Ön tarafı
boşaltın! Şu karşı tepeyi tarayın! Aralıksız ateş edin! Karşı tepeye uçaksavar
kurmuş itler. Mevzi alın! Haydi aslanlarım! Kanımızın son damlasına kadar, vatan
için, Allah için!”
Birden ayağa kalkıp binadan dışarı
fırladı komutan. Ardından diğerleri… Teröristler bir hayli kalabalıktı. Yaylım
ateşine tutuyorlardı karakolu. On dakikada mevcudun neredeyse yarısı şehit
olmuştu. Vızır vızır gelen kurşunlar eşliğinde, üzerlerine atılan roketlerin önce
ıslık sesleri duyuluyor, nereye düştükleri patlamadan sonra belli oluyordu.
Küfrün bini bir paraydı. Canını dişine takmış savaşıyordu herkes. Namlulardan püsküren
barut koyu bir dumana dönüşmüştü. Göz gözü görmüyordu.
Yirmi metre ötedeki teröristi,
elindeki bombayı fırlatmak üzereyken son anda yere yapıştırdı Mehmet.
Arkasından gelen beş kişiyi de taramıştı anında. Biri bomba fırlatmayı başarmış
ancak attığı bomba tenekelerin arasına düşüp orada patlamıştı.
O gürültüde Hasan’ın bağırdığını
duydu: “Batı cephesinden sızma var kızanlar.” Sonra da feryadını: “Aaah!”
“Hasan, Hasan!” diye birkaç kez seslense
de cevap alamadı.” O da şehit düşmüştü anlaşılan. Kalbinde acısını duydu.
Ağlamak istedi, ağlayamadı. Karakolun projektörlerinden birisi o yanı
aydınlatıyordu. Teröristlerin siluetlerini görür görmez dönüp taramaya başladı
kafasının üzerinden uçan mermilere aldırış etmeden. Şu ana kadar kendi vücuduna
isabet almamıştı. Öfkeden çıldırmışçasına, son mermisi tükenene kadar sıktı.
Sonra gerideki kum torbalarının arkasına atladı. Şehit düşen Mehmetçiklerden
birinin ağır makinelisi beş metre ötesinde duruyordu. Sürünerek yanına vardı ve
tekrar ateşe başladı. Roketlerin, bombaların ve kurşunların sesinden kulakları
sağırlaşmıştı artık. Kaç kişi kalmışlardı, bilemiyordu. “Karşılıklı ateş devam
ettiğine göre fena durumda değiliz demek ki.” diye düşündü. Ölüm de kanıksanan
bir şeydi herhâlde. Zira şu anda korku namına hiçbir şey duymuyordu ve baskına
gelen bu vatan hainlerinin topunu öldürme arzusuyla doluydu.
Çıldırmışçasına bağırıyordu:
“Gelin ulan, gelin piç kuruları! Topunuz birden gelin!” O sırada sıçrayan bir
şarapnel parçası Mehmet’in sol omzunu koparmıştı. Sırt üstü yere kapaklandı.
Oluk oluk kan fışkırıyordu kopan yerden. Birkaç dakika düştüğü yerde acı
içerisinde kıvrandıktan sonra doğrulup, yeniden ateş etti. Gittikçe hâlsizleşiyordu.
Son duyduğu, hemen yakınında patlayan bir roketin ıslık sesi olmuştu.
Mehmet ucu bucağı görünmeyen,
geniş bir arazideydi. Demin karakolda çarpışıyordu oysa. Buraya nasıl ve ne
zaman gelmişti? Gök neden kızıldı böyle ve üzerine yağmaya başlayan bu ateş
topları da nereden çıkmıştı? Her biri büyük bir gürültüyle ayaklarının dibine
düşüyor, patlıyor, etrafa kıvılcımlar saçıyordu. Kıyamet kopuyor olmalıydı. Cevap
bulamadığı sorularına böyle bir anlam yükleyebilmişti ancak. Elinde “Asker”i
tutuyordu. Devletin, üstüne zimmetlediği tüfeğini… Sıkı sıkı kavradı onu.
Ortalıkta kimseyi göremiyordu. Yapayalnızdı ve etraftaki bunca ateşe rağmen,
üşüyordu. Üşürken terler miydi insan? Terliyordu işte! Eliyle alnını sildi. O
da ne? Ter zannettiği şey kandı ve parmaklarından kollarına süzülmeye
başlamıştı. Bayılır gibi oldu. Yine de bırakmadı Asker’i. Canı hiç yanmıyordu
nedense. Çöktü olduğu yere. “Allah!” feryadı kendi kulaklarında yankılandı.
Ardından, kuvvetli bir rüzgâr
sildi süpürdü o korkunç kızıllığı ve masmavi oldu gökyüzü. Daha önce bulutları
hiç bu kadar tatlı bir pembelikte görmemişti. Pamuk şekeri gibiydiler.
Aralarından bembeyaz siluetler iniyordu. Dikkatle baktı. Meleklere benzetti. Önce
emin olamadı ama onlar kanatlarını çırpa çırpa, müthiş güzellikleriyle
kendisine doğru yaklaşırken, melek olduklarına kanaat getirdi. “Hoş geldin ey
cennetin gülü!” nidalarıyla, selam vererek koluna giriyorlar, etrafında
hürmetle eğiliyorlardı. Sırtını şefkatle sıvazlayıp, dudağına şerbet
damlattılar. Aman Ya Rabbim, bu ne emsalsiz bir tattı böyle! Kana kana içtikçe
içti. Doyamıyordu bir türlü. “Haydi, gitme vakti ey Allah’ın sevgili kulu.” dedi,
gümüş renkli kanatları göz alıcı, kıymetli taşlarla süslenmiş olan melek.
“Nereye?” diye sordu merakla. “İşte buraya.” deyip gökyüzünü işaret ettiler hep
birlikte. Baktı. Şaşırdı. Böyle muhteşem bir manzara dünyaya ait olamazdı.
Köpük köpük, her tonda yemyeşil ağaçlar, şırıl şırıl akan, billur sular, rengârenk
kuşlar, kelebekler, inciden, yakuttan yapılmış saraylar, altın kandiller, uçarcasına
yürüyen, şeffaf tenli huriler… O bir şey sormadan, hep bir ağızdan ama tek
sesle cevapladılar sormak istediğini: “Burası, seni götüreceğimiz, şehitlerin makamıdır.
Firdevs Cenneti… Hazır mısın?” Gördüğü güzelliklere meftun olmuştu. Sayıklar
gibi yanıtladı: “Hazırım.”
O gece dağlar ejderha kesilip yürüdü.
Gök kat kat yarıldı. Tel tel
döküldü bulutlar.
Yıldızlar koptu yörüngelerinden;
sular kaynadı; ateş harlandı.
Ciğerleri kızgın demirlerle dağlandı
bir ananın.
Ve bir Ceylan vuruldu tam
kalbinden.
xxx
O esnada Ceylan da rüya görüyordu.
Ama ne rüya! Mehmet eşsiz bir güzellikteydi ve nur saçıyordu etrafına. Üstünde
bembeyaz atlastan, topuklarına kadar uzanan bir kıyafet vardı. Ona doğru koşmak
istese de ayaklarını kıpırdatamıyordu. Aralarındaki mesafe de gitgide büyüyordu
üstelik. Sevdiği genç öyle güzel gülümsüyordu ki… “Gitme Mehmet’im, beni
bırakma!” diye haykırdı. Heyhat! Mehmet uçar gibi süzülüyordu. El salladığını
görünce o da elini salladı. “Asker sana emanet.” dediğini duyar gibi oldu.
“Asker mi? Hangi asker sevgilim?” diye sordu fısıldar gibi. Cevap alamamıştı
zira delikanlı o anda gözden kaybolmuştu. Var gücüyle bağırdı: “Mehmeeet!
Mehmeeet!”
Ev halkı Ceylan’ın haykırışlarına
uyanmış, odasına koşturmaya başlamışlardı. İçeriye diğerlerinden önce, annesi
Kadriye dalmıştı. Seri hareketlerle ışığı yaktı ve yatağında ter içinde
çırpınan kızını sarsarak uyandırdı. “Ne oldu sana kuzum? Kendine gel
Ceylan’ım.” diyerek doğrulttu ve kıymetlisine sarıldı şefkatle.
Kızcağız iki gözü iki çeşme ağlıyordu.
Hıçkırıklar arasında ızdırapla inliyordu. “Anacığım! Mehmet… Mehmet gitti. Beni
bırakıp gitti.”
Beş kez düşük yaptıktan sonra
nihayet Ceylan’ı doğurabilmişti Kadriye. Sert davransa da biricik evladını
dünyadaki her şeyden çok sever, onun üzerine titrerdi. Kızının ağlamasına
dayanamıyordu. Teselli etmeye çabaladı: “Seni bırakıp da hiçbir yere gitmez a
kızım. Kâbus görmüşsün. Bak hepimiz buradayız. Mehmet de askerde. Çıkıp gelecek
yakında. Özledin de ondan, yavrum. Geçecek, geçecek.”
Bir türlü teskin olamıyordu
Ceylan. Anasının omzuna gömdü başını. “Gördüm ama; o gitti.”
“Dedim ya; kâbus gördün. Hay Allah!
Toparlan yavrum. Bak, bizi de korkutuyorsun.”
Melek Ana, oğlunu ve kocasını,
“Haydin, siz gidip yatın. Yok bir şey.” diyerek dışarı çıkarttıktan sonra,
dolaptan yeni bir pijama takımı bulup, gelinine uzattı. “Su içinde kalmış
yavrucak, baksana. Değiştiriver üstünü kızın. Hasta olacak yoksa. Ben de bir
bardak su getirivereyim bu arada; içsin, aklını yitirmeden.”
Köpekleri Yaman da bahçede
aralıksız havlıyordu. Baba - oğul, odadan çıkar çıkmaz, hayvanın neden
huysuzlandığını öğrenmek üzere yanına gitmişlerdi. Yaman, yeri eşeler gibi
hareketler yapıyor, sonra kuyruğunu sallaya sallaya kendi etrafında dönüyor ve
eşelemeye, kaldığı yerden devam ediyordu. Cemil elindeki feneri hayvanın
üzerine tutup, yanına yaklaştı. Yerde bir yüzüğün parladığını gördü. Eline
aldığında Ceylan’ın söz yüzüğü olduğunu anladı. O, tarlada düşürdüğünü
sanıyordu ama demek ki burada düşürmüştü. Yaman da bulmuştu işte.
“Ağam, bak ne buldum!” diye
heyecanla işaret ve başparmağının arasına sıkıştırdığı yüzüğü babasına gösterdi.
Her ikisi de çok sevinmişti. Müjdeyi vermek için kızın odasına geri döndüler.
“Yüzüğün kayboldu diye
üzülüyordun. Bak; Yaman bulmuş onu bahçede.
Yüzün gülsün azıcık hele kız. Biz senin çığırmana kalktık sandık ama meğerse
bunun niyetine kalkmışız.”
Ağlaması kesilmişti Ceylan’ın.
Elindeki bardağı annesine vererek yataktan fırladı. Babasının elinden kaparak,
parmağına geçirmeye yeltendi. “Kirlenmiş ama bu. Kırmızı bir leke var
üzerinde.”
Kadriye elini uzatarak yüzüğü
aldı, incelemeye koyuldu. “Kana benziyor. Yaman’dan bulaşmıştır. Ben yıkayayım
hele. Sen yatağına gir.” dedi kızına ve bir hamlede odadan çıkıp, salonun
karşısındaki banyoya geçti. Lavaboda ne kadar yıkasa da yüzüğün üzerindeki, taze
kan görünümündeki, kırmızı leke bir türlü gitmiyordu. Sonunda yıkamaktan
usandı, bir güzel kurulayıp geri döndü.
“Gece gece çıkartamadım lekeyi.
Sabahleyin daha iyi yıkarız; geçer gider; tertemiz olur.” diyerek kızına verdi.
“Böyle tak; bir şey olmaz.”
“Olur ana. Teşekkür ederim.”
Kızının ışıldayan yüzünü sevdi
Kadriye. “Hah, şöyle, gül biraz. Şimdi yat bakalım. Işığı kapatacağım şimdi.
Yarın sabah doğru tarlaya. İyi geceler kuzum.”
“İyi geceler ana.” Ardından
babasına, dedesine ve ninesine de iyi geceler diledi. Onların odadan çıkmasıyla
yorganın altına sinmesi bir oldu. Yüzüğün bulunmasına sevinmişti sevinmesine ama
gördüğü rüyanın tesiriyle huzursuzdu hâlâ. Peş peşe dualar okuyup uykuya daldı.
Huzursuzlaşan başka biri daha
vardı ev ahalisinden: Seyfi Ağa. Yaşının kazandırdığı güngörmüşlük, yüzükteki, yapışmayan,
bulaşmayan, ancak yıkamalara rağmen bir türlü temizleyemedikleri, taze kanı
sorgulatıyordu. Kalbine doğan ihtimalleri yorumlamak dahi istemiyordu. Uyumaya
çabaladıysa da başaramadı. İmsak vaktine az kalmıştı zaten. “Cemil nasıl olsa
namaza kaldırır onu.” düşüncesiyle, hanımını rahatsız etmedi. Usulca kalkıp bir
güzel abdest alarak, caminin yolunu tuttu.
Besmele çekip sağ ayağını caminin
kapısından içeri atar atmaz, ezanı okumayı henüz bitirmiş, iç merdivenlerden
aşağı inmekte olan Müezzin Süleyman Efendi’yle karşılaştı. Selamlaştılar. Camide
yalnız olmalarını fırsat bilerek, müezzine açılmak istedi. Beraberce mihraba
doğru yürürlerken sordu:
“Sana danışmak istediğim bir durum
var evladım. Vaktin var mı?”
“Olmaz mı Seyfi Ağa’m? Her daim.
Önce buyur; şöyle oturalım.”
Yüzlerini kıbleye dönerek
çöktüler. Yaşlı adam iç çekerek birkaç saniye soluklandıktan sonra söze başladı:
“Süleyman Oğlum! Dün gece tuhaf bir
şeye şahit oldum, anlam veremedim. Senin dinî bilgin bizlerden üstündür. Zaten
dünya bilgin de öyle ya… Neyse, anlatayım da; yorumla hele.”
Müezzin, kültürüyle, oturaklı
şahsiyetiyle, sorunlara psikolog maharetiyle yaklaşmasıyla, cami cemaati
tarafından çok sevilen, sayılan biriydi. Cami hocası çok yaşlıydı. Hocanın
vazifesini de Süleyman Efendi yüklenmişti. Cüppesinin yere kayan tarafını
toplayıp bacaklarının üstüne atarken edeple başını yana doğru eğdi, tevazu ile “Estağfurullah
ağam! Elimden gelen ne varsa…” dedi.
Olanı biteni bir bir, bütün
detaylarıyla anlatmıştı Seyfi Ağa. Alacağı cevabı merakla bekliyordu şimdi,
gözlerini kırpmadan. Süleyman Efendi “Allahu ekber!” demiş ve susmuştu. Geçmek
bilmeyen saniyelerden sonra, yaşlı adamın sırtını sıvazladı. “Allah’a iman
etmişiz ağam. O ne yaparsa, ne dilerse en güzelini yapar, en güzelini diler.
Bize razı olmak düşer. Yoruma gelince; öylesi de, böylesi de hayırdır. Sen
yüreğini ferah tut. Asker oğlumuz ve hanım kızımız için hayır dualarda bulun.
Rabbim cümlemizin mekânını cennet eylesin inşallah. Âmin.” dedi.
Aldığı bu üstü kapalı cevap, Seyfi
Ağa’nın yüreğine çöreklenen sıkıntıyı gidermekten çok uzaktı. Ancak şimdi, serin
bir huzur yayılmaya başlamıştı içine. Başını
tevekkülle salladı. Cemaat sökün etmişti bu arada. Müezzin izin isteyip kalktı.
Ardından, “Safları sıklaştıralım ey cemaat-i müslimin!” komutuyla, hep birlikte
kıbleye yöneldiler.
Melek Ana haricindekiler, sabahın
köründe tarlanın yolunu tutmuştu. Cemil sırtına vurduğu tırmık ve çapa ile
yirmi beş adım kadar önden yürüyordu. Göz ucuyla kızını süzdü Kadriye. Ruh
hâlini anlamaya çalışıyordu. Biraz huzursuz gözüküyordu Ceylan. “İyisin, değil
mi?” diye sordu.
“İyiyim de…”
“De hele. Ne var?”
Parmağını uzattı genç kız. “Yüzük…
Evden çıkmadan ben de iyice yıkadım. Kırmızı lekeyi çıkartamadım. Neden ola
ki?”
Kadriye yürümeye devam ederken
yüzüğü inceledi. “Evet ya! Ne hikmetse… Sen üzülme ama. Bak, deden ‘Yenisini
alırız.’ demişti ya… Hiç olmadı, öyle yaparız.”
Kızcağız itiraz edercesine
mızmızlandı: “Yaaa…”
“Yası, ması yok! Uzatma hadi.
Hızlanalım biraz; baban köpürecek yoksa. Aç şu adımlarını.”
Nihayet tarlaya vardılar ve çalışmaya
koyuldular. Aradan iki saat geçmemişti ki, yan komşunun on yaşlarındaki oğlu
Recep, dili dışarıda koşarak yanlarına geldi.
“Cemil Ağam! Seyfi Ağam sizi eve
çağırıyormuş. Hemen gelsinler, demiş. Hadi çabuk, çabuk!”
Durumda bir gariplik vardı. Babası
neden böyle bir haber göndermişti acaba? Cemil heyecanla oğlanı sorguya çekti:
“Anama bir şey mi oldu yoksa? Konuşsana be çocuk!”
“Bilmiyom ağam. Anam yataktan
kaldırıp gönderdi beni. ‘Böyle, böyle de.’ dedi. Seyfi Ağa’yı da, Melek Ana’yı
da görmedim.”
“Tamam, sen geri dön; biz de
geliyoruz hemen.”
“Peki ağam!”
Cemil, konuşulanlara kulak
kabartan ve endişelendikleri her hâllerinden belli olan karısıyla kızına dönüp
âdeta kükredi: “Sallanmayın hadi. Eve dönüyoruz.”
Recep’in arkasından koşuşturmaya
başladılar hep birlikte.
Eve yaklaştıklarında bir de ne
görsünler. Küçük - büyük, tanıdık kim varsa bahçeye doluşmuş, ah, vah çekiyor. Cemil,
adımlarını açarak koşup bahçeden içeri daldı. İri gövdesiyle kalabalığı yara
yara, kapının dışındaki bir iskemleye yığılmış olan babasının yanına vardı. Onu
omuzlarından tutarak gür sesiyle ortalığı çınlattı: “Baba, baba!”
Seyfi Ağa, dizinden zor kaldırdığı
sağ eliyle “Yok bir şey.” işareti yapıp kuruyan dudaklarını diliyle ıslattıktan
sonra, kısılmış sesiyle oğlunu yatıştırmak istedi: “Sakin ol Cemil. Yavaş,
yavaş…”
“Nasıl sakin olayım baba! Herkes
toplanmış; sen bu hâldesin. Anam nerde? Kime ne oldu; söyle!”
“Mehmet… Şehit düşmüş. Sen kıza
mukayyet ol.”
Etraftaki komşulardan ve mahalle muhtarından,
Cemil’e yatışması için tavsiye sesleri yükseliyordu. O ise, yanlarına yeni
gelmiş olan hanımına ve kızına “Siz içeri girin, anama bakın.” dedi ve onları
iterek evden içeri sokup kapıyı çekti. Muhtara dönüp sorgulamaya devam etti: “Doğru
mu duyduğum Ferit; sen mi getirdin haberi?”
Muhtar Ferit, göbeğinin altında
birleştirdiği kollarını daha da gerginleştirip, bir suçlu gibi cevap verdi:
“Maalesef doğru. Başımız sağ olsun. Telefonla fazla bilgi vermediler. Seyfi
Ağa’yı doktora götürmemiz lazım Cemil. Hatta ananı da… Bana itiraz etti. Bir de
sen söyle. Müsaadenle, dünürlerine gitmem lazım. Onlar da çok kötü durumdalar.
Allah yardımcınız olsun.”
Cemil’in dünürü Hayrullah kalp
hastasıydı. Hanımı Gönül’se kırk beş kiloluk, hayalet gibi bir kadın. Ya biricik
evlatlarının dayanılmaz acı haberini aldıklarında onlara bir şey olduysa? Şu anda
kendi anne babasını bırakamazdı ama. Bahçe duvarının üstünden Mehmetlerin evine
göz gezdirdi. Kalabalığı görünce, “Onlarla ilgilenenler de var nasıl olsa!”
diyerek saniyeler içerisinde kararını verdi ve ani bir hamleyle kendi evine girdi.
Önce annesi ne hâlde diye bakacak, akabinde, sağlık ocağına telefon açacaktı.
Evin içi kadın kaynıyordu. İlk
rastladığına, “Anam nerede?” diye sordu. “Yan odada.” cevabını alınca oraya
seğirtti. Yaşlı kadıncağızı yatağa uzatmışlar, bir yandan ellerini limon
kolonyası ile ovuyor, diğer yandan ağlaşıyorlardı. Yandaki sedirde de baygın
yatan Ceylan’ı ve onun başında, feryat figan çırpınan karısını gördü. Midesine
kramp girmişti üzüntüden. Kendini hole attı.
Sağlık ocağından gelen doktor,
fenalaşan hastalarına sakinleştirici iğneler yapmış, şimdi de Kadriye’ye, güven
telkin eden bir tonla “İhtiyaç olursa arayın; hemen gelirim.” tembihinde
bulunuyordu. Cemil onların konuşmasını dinlerken başının döndüğünü hissetti.
Sesler derinden geliyor; kelimeler birbirine karışıyor; zemin ayaklarının
altından kayar gibi oluyordu. Yakındaki bir sedirin üzerine attı kendisini.
Biraz sonra telefon çaldı. Arayan
Muhtar Ferit’ti. Kısaca hâl hatır sorduktan sonra, seri bir şekilde, kendisine
yeni gelen bilgiyi aktardı Cemil’e: “Cenazeyi yarın sabah, özel askerî uçakla
getireceklermiş. Oradan camiye, sonra da şehit mezarlığına… Resmî tören
yapılacakmış. Ben her şeyi ayarlayacağım; merak etme. Havalimanına ağamı ve
Melek Ana’yı getirme. Perişan olurlar. Koy yanlarına hısım akrabadan birilerini;
onlar doğrudan camiye gitsinler. Sabah sizi almaya bizim Fırat gelecek
arabayla. Saat dokuz gibi hazır olun. Yine arayacağım, detaylı bilgiyi
vereceğim; tamam mı?”
“Allah razı olsun Ferit. Kime
koşturacağımı şaşırdım inan ki. Kadriye de pek iyi değil. Ben de değilim ama dirayet
gösteremezsem başlarında kim duracak? Mecburen dayanmaya çalışıyorum. Dediğin
gibi yaparız. Sağ olasın.”
xxx
Mehmet’in naaşını karşılamaya akın
etmişti Zonguldak halkı. Al bayrağa sarınmış tabutu havalimanının dış kapısında
görünür görünmez, kadını, erkeği, hep bir ağızdan “Şehitler ölmez, vatan
bölünmez!”, “Kahrolsun PKK!” sloganlarıyla ortalığı inletti. Askerlerin omuzlarında
cenaze arabasına taşındı. Büyük bir konvoy eşliğinde camiye götürüldü. Musalla
taşına yerleştirildi. Cami avlusunda adım atacak yer yoktu. Vali, kaymakam gibi
mülki amirler, komutanlar, bazı siyasiler ön safta yerlerini almışlardı. Medya
çalışanları da gelmişti ve her anı kare kare görüntülüyorlardı. Namazdan önce her
iki ailenin fertleri, Mehmet’in tabutuna sarılıp, nemli gözlerle, içleri yanarak
son kez vedalaştılar can pareleriyle.
Cenaze namazını kıldıran hoca öyle
güzel bir konuşma yapmıştı ki, bir şehidin sözlüsü olma sıfatını taşıdığı için göğsü
kabardı Ceylan’ın. Göğsüne taktığı resmini okşayarak mırıldandı: “Cennette
buluşacağız inşallah aşkım. Sana kavuşacağım günün hayaliyle yaşayacağım son
nefesime kadar. Yiğitliğinle gurur duyuyorum bir tanem. Seni çok seviyorum.” O
dakikadan sonra tek damla gözyaşı dökmedi. Helallik istendi ve tabut gençlerin
omuzlarına teslim edildi. Hemen yakındaki Şehitler Mezarlığına kadar “Allahu ekber!”
nidalarıyla yol alındı. Nihayetinde, defin işlemleri tamamlanarak Hakk’a teslim
edildi.
Ayrılık sonradan kor, derler. Öyle
de oldu. Ceylan şu son birkaç gün içerisinde, yemekten içmekten kesilmiş,
durduğu yeri bilmez vaziyete gelmişti. Cenazedeki metaneti kaybolmuştu. Özlemin
hüznü içini yakıyordu. Sürekli Mehmet’i düşünüp ağlıyor, sevdiği gençle
kavuşamamış olmanın üzüntüsünden dolayı kahroluyordu. Kimsecikler teselli edemiyordu
onu. Müezzin Süleyman Efendi’nin hanımı Selma’yı “Bir de sen konuş bakalım;
belki seni dinler.” diyerek eve getirttiler son çare olarak. Gerçekten de işe
yaramıştı bu çözüm. Hitabeti yüksek olan Selma’nın şehitlik makamına ve başa
gelen musibetlere karşı sabretmenin önemine dair verdiği dinî vaazdan sonra
teskin olmuştu genç kız.
Ertesi gün Kadriye, “Biz taziyeye gittik
Mehmet’in evine; sen gitmedin. Gönül “Gelinimi görmek istiyorum.” diye ısrar
etti yavrum. Diyecekleri varmış. Şu yemeğini ye de gidelim. Ha kuzum?”
teklifinde bulundu.
Çorba tasını masanın ortasına itti
Ceylan. “Hiç içesim yok ana. Israr etme gözünü seveyim. Boğazımdan geçmiyor.
Anlatamıyorum galiba. Tamam; birazdan çıkarız.” dedi.
Yarım saat sonra Mehmet’in
evindeydiler. Üstünde kocaman bir Türk bayrağı asılı kapıyı açar açmaz Ceylan’a
sımsıkı sarılıp ağlamaya başlamıştı Gönül. “Ah benim güzel gelinim! Böyle mi
gelecektin sen bu eve? Telinle, duvağınla gelmen nasip olmadı yavrum. Oğlumdan
yadigârsın bana. Ebediyen kızımsın. Bahtsızım benim.” yakınmaları arasında
salona davet etti misafirlerini. O ağlayınca Ceylan da tutamamıştı kendisini. Kadriye
Hanım, Hayrullah Bey ve eve taziyeye gelen diğer misafirler de gözyaşı
kervanına katılmıştı. Epey sonra sakinleşerek, birbirlerine başsağlığı dileyip
dua ettiler.
Ceylan, Mehmet’in şehit olduğu
gece gördüğü rüyasını anlatmak istiyordu Gönül’e. Rüyasında gözden kaybolmadan
önce “Asker sana emanet.” demişti sözlüsü. Bunun manasını bir türlü çözememişti;
şehit haberini aldığından beri kafasını kurcalayıp duruyordu. Bilse bilse, ailesi
bilirdi. Fırsatını bulduğunda “Gönül Anneciğim, Mehmet’i rüyamda görmüştüm
şehadet gecesi.” diyerek söze girdi. En ince ayrıntısına kadar anlattı. “Yalnız
o emanet ettiği ‘Asker’ neydi, onu anlayamadım. Siz biliyor musunuz?” diye
sordu.
Kadıncağızın ince bedeni yaprak
gibi titriyordu. Hıçkırıklar arasında kafasını salladı. Sonra yavaşça kocasına
doğru dönerek, “Oğlanın yüzüğünü ve Asker’i getirir misin Hayrullah?” dedi.
Adam karısının sözünü ikiletmedi. Üzüntüden
sırtı kamburlaşmış vaziyette, salona açılan bir odaya gidip, elinde biri küçük,
öteki büyük iki kutuyla geri döndü. Gönül kutuları kocasından teslim alarak
dizlerinin üstüne koydu ve Ceylan’ı yanına çağırdı. “Yaklaş yavrum. Şöyle
yamacıma otur hele. Emanetin bu büyük kutuda duruyor. Senin açmanı istiyorum.”
Genç kız, meraklı bakışlar
arasında kadıncağızın yanına oturdu. Kutuyu aldı, kapağını açtı. İçinde,
namlusu ve kabzası parçalanmış, kanlı bir tüfek, boylu boyunca uzanıyordu. Şaşkınlıkla
Gönül’ün yaşlı gözlerine çevirdi yüzünü. Heyecandan kelimeler boğazına
tıkandığı için, bir şey söylemeden, öylece, cevap vermesini bekledi.
Gönül, Ceylan’ın sırtını
sıvazlayarak izahatta bulundu: “İşte kızım, merak ettiğin ‘Asker’ bu tüfektir.
Mehmet’ime üç yaşındayken, elinde tüfek bulunan, plastikten bir oyuncak asker
almıştı babası. Bir gün oynarken, nasıl olmuşsa, kızgın sobanın üzerine
fırlatmış. Askerin bedeni yanarak erimişti ama tüfek kısmı kenara geldiği için
sağlam kalmıştı. ‘Artık işe yaramaz; atalım, sana yeni bir oyuncak asker
alalım.’ dediğimiz zaman, itiraz etti, razı gelmedi. ‘Başka asker istemem;
benim askerim bu.’ demişti çocuk aklıyla. Onunla oynamaya devam etti okula
gidene kadar. Epey seneler, diğer oyuncaklarıyla bir arada durdu dolabında, sonra
birden kayboldu. Küçükken en sevdiği oyuncak olduğu için hepimiz çok üzülmüştük.
Mehmet bu tüfeğine de aynı ismi takmış. Karakoldaki arkadaşlarına da tüfeğinin
hikâyesini anlatmış. Mektubunda bahsetmişti. Komutanı da biliyormuş herhâlde
ki, hem parçalandığı hem de üstünde onun kanı bulunduğu için bize göndermiş,
sağ olsun. Demek ki asıl sahibi senmişsin. Ben de sana teslim ediyorum. Mübarek
olsun yavrum.”
“Teşekkür ederim anne. Emanet
başım, gözüm üstüne. Allah razı olsun sizden.” Yeniden sarılıp, ağlaşmaya
başladılar.
Neden sonra Kadriye, daha önceki
gelişlerinde konuştuklarını hatırlatmak gayesiyle “Bir de yüzük meselesi vardı
Gönül’cüğüm. Hatırladın mı?” diye sordu dünürüne.
“Unutmadım Kadriye. O da diğer
kutuda duruyor. Ceylan, şu söz yüzüğünü parmağından çıkarır mısın kızım? Ben de
o arada, Mehmet’in diğer kutudaki yüzüğünü çıkartayım. İkisini karşılaştırmak
istiyorum.”
Ceylan’ın verdiği ve kutudan çıkan
yüzükler Gönül’ün avucunda yan yana duruyordu şimdi. İkisinin üstünde de
birbirinin tıpatıp aynısı kan lekeleri vardı. Küçük bir çığlık attı Ceylan.
“Nasıl olur? Mehmet’imin kanı kilometrelerce öteden benim yüzüğüme nasıl
bulaşır? Bu mümkün mü? Ama…”
Büyük bir iman coşkunluğuyla Ceylan’ın
sözünü kesti şehit anası:
“Şehitler ölmez diye boşuna
söylememişler yavrum. Onların kavuştukları makamlara bizim aklımız, sırrımız
ermez. Sen rüyamda gördüm, diyorsun ama belki de oğlum o gece vedalaşmaya
cismen ve ruhen senin yanına geldi. Gelmemiştir, diyebilir miyiz? Aranızdaki
tertemiz, büyük sevginin hatırına Rabbim mümkün kılmıştır. Müsaade edersen
senin yüzüğünü de ben almak istiyorum. Bu kutuda ikisi yan yana durmalı ve hiç
ayrılmamalı. Siz kavuşamadınız; bari onlar kavuşsun. Ne dersin?”
Ceylan yerinden doğrulup Gönül’ün
önünde diz çöktü. Elindeki yüzükleri öptükten sonra şehit anasının parmaklarını
yüzüklerin üzerine doğru kapattı. “Kurban olurum sana annem!” diyerek boynuna
sarıldı.
Mücella Pakdemir
xxx
ÖYKÜMÜ GÜNE SEÇEN DEĞERLİ SEÇİCİ KURUL'A SONSUZ TEŞEKKÜRLERİMLE.
(
Kanlı Yüzük başlıklı yazı
M.Pakdemir tarafından
26.06.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.