Beddua - 1
.
Gamze, on sekiz yaşında, sarışın,
mavi gözlü, incecik bir kızdı. Bir kazada bacağı kırıldıktan sonra uzun süren
tedaviler yüzünden işsiz kalıp gurbette bir türlü dikiş tutturamayan babasının
Almanya’dan kesin dönüş kararı almasını içine sindiremiyordu. Köln’de yaşamaya
devam etmeleri için, kendisinden küçük beş kız kardeşiyle birlikte, günlerce
ağlayıp yalvarmışlardı babalarına. Ama o, kararından dönmemişti. Oldum olası
kocasının tarafını tutan anneleri Gülay Hanım’a da onca dil dökmelerine rağmen
durum değişmemişti. Türkiye’ye döneceklerdi. Çaresiz, boyun eğmişti.
Henüz üç yaşındayken geldiği bu
ülkede yaşamaktan mutluydu oysa. Anavatana iki defa tatil amacıyla gitmişler, anneannesinin
Balıkesir’in Dursunbey ilçesindeki evinde kalmışlardı. Her defasında sıkılıp, bir
an önce Köln’e dönmek istemişti. Babası son günlerde, İstanbul’da yaşayan
amcaoğlu Rıza ile birçok kez telefonla konuşmuş, kara günler için yıllardır
biriktirip bir kenara koyduğu paraları banka havalesiyle göndererek ona Küçükçekmece
ilçesinde bir ev satın aldırmıştı.
Evdeki herkes toparlanma telaşı
içindeydi. Bavullar evin girişinde tepeleme yığılmıştı. Neredeyse bütün dönüş
hazırlıkları tamamdı ailenin.
“Suratını asma küçük cadı!” dedi
babası, oda kapısının aralığından. O sırada Gamze bir karış suratla odasını
topluyordu. Elinde tuttuğu kazağı hırsla yere fırlatarak söylendi: “Gitmemiz
şart mıydı baba? Az çok işsizlik tazminatı alıyorsun. Ben de işe girerdim,
geçinip giderdik. Ha, bir de acı paraları var. Yetmez miydi?”
Acı parası Almanya yasalarına göre
talep edilebilen bir haktı. Alman komşularının çoğu evlerinde köpek besliyordu.
Babası Ali Bey, son zamanlardaki maddi sıkıntılarına çözüm ararken, para
kazanmanın kolay bir yolunu keşfetmişti. Kızlarını sırayla komşu köpeklerini kızdırmaya
yolluyordu. Kızlar ne yapıp edip, köpeklerin kendilerini ısırmasını
sağlıyorlardı. Ali Bey de doğruca adalete başvuruyor ve “acı parası” adı
altında, tazminat alıyordu. Kızların ısırılmadık yeri kalmamıştı. Her tarafları
köpek dişi izleriyle doluydu. Gamze buralardan gitmektense bu izlerin
çoğalmasını tercih ediyordu, anlaşılan.
“Acı parası diyorsun ama hâkim son
seferinde ‘Bir daha bu sebeple karşıma gelmeyin.’demişti. Üstelik bütün
komşularımızla aramız bozuldu. Bu oyuna daha fazla devam edemeyiz. Senin de
tahsilini tamamlaman lazım. Hele bir gidelim İstanbul’a, burayı özlemeyeceğine
eminim. Bak; Rıza Amcan bize ev satın aldı. Bir fabrikada bekçilik de
ayarlayacak bana. Anlayışlı olmaya çalış kızım.”
Gamze “Çok üzülüyorum baba. Ne
olur, kusuruma bakma.” diyerek babasının boynuna sarıldı. Gözlerinden yaşlar
süzülmeye başlamıştı. Onun bu üzüntüsü Ali Bey’e de sirayet etti. Baba - kız
bir müddet ağlaştılar. Yemeğin hazır olduğunu söylemek için o esnada odadan
içeri giren Gülay Hanım, kaşlarını çatarak kocasıyla kızına çıkıştı: “Aaa, ne
oluyor size böyle! Hadi, kesin artık! Elinizi yüzünüzü yıkayın da sofra başına
oturalım. Hadi, hadi!”
xxx
İstanbul… Osmanlı'nın başkenti, dillere destan güzelliği şiirlere, şarkılara, romanlara nakış
nakış işlenmiş, bir görenin bir daha asla unutamadığı, sahip olmak için uğrunda
büyük savaşlar verilmiş, efsane şehir… Her gelen sevdalısına gönlünün kapısını
ardına kadar açmış maşuk… İşte şimdi de, gurbetten anavatanına gelen bu sekiz
kişilik Yıldırım ailesini ağırlıyordu. İki buçuk saatlik uçak yolculuğundan
sonra, sıcak bir yaz sabahı İstanbul'a indiler ve iki taksi çevirip evlerinin
yolunu tuttular.
Küçükçekmece’deki evleri beş katlı,
dış cephesi sarı boyalı bir binanın üçüncü katıydı. Üç odası ve büyük salonu
ile hiç de küçük sayılmasa da, altı çocuklu bir aileye göre de değildi. Kızlar
ilk günlerde bağrışa çağrışa, hararetle oda kavgası yaptı. Gülay Hanım, onları
teskin etmeye çalışırken kendi sinirlerini bozmuştu. Sanki trafiğin hızla
aktığı bir caddenin ortasında kalmış gibi hissediyor, sık sık baş ağrısı
ilaçları içiyordu. Sonunda dayanamayıp “Bulduğunuz ev bu muydu? Bak; yetmiyor
işte!” diyerek kocasıyla kapıştı. Bir türlü yerleşememeleri iki hafta kadar
sürdü. Bu sürenin sonunda ortalık sütliman kesiliverdi. Ali Bey, amcaoğlu
Rıza’nın götürdüğü fabrikada bekçilik işine başladı; kızlar yeni mahallelerine
alıştılar ve Gülay Hanım komşularla çarçabuk arkadaş oldu. Türkiye’ye
geldiklerine hiçbiri pişman değildi artık.
Sonbahar yaklaşıyordu. Tahsillerine
devam etmeleri için kızların okul kayıtları yapılmalıydı. Konu aile arasında
konuşulurken Gamze, fırsattan istifade ederek, fikrini açıkladı: “Tahsilime
devam etmek istemiyorum. Çalışmaya karar verdim.”
Anne ve babası, ne kadar itiraz ettiyseler
de kızlarına söz geçiremediler.
Bir hafta kadar sonra, evlerine
çok yakın bir caddede, ithalat - ihracat yapan bir firmaya iş başvurusu yaptı.
Almancayı üst düzeyde konuştuğu için aynı gün işe kabul edildi. Güzelliği, neşesi
ve çevresindekilere karşı iyi davranışlarıyla herkesin gönlünü kazandı. İşinde
de çok başarılı olmuştu üstelik. Yeni yılla birlikte patronu maaşına hatırı
sayılır bir zam yapınca, kazancı babasının maaşını geçmişti. Maaşından
kendisine ayırdığı parayla güzel kıyafetler alıyordu. Böylelikle dikkatleri üzerinde
toplamış, genç delikanlıları etrafında pervane etmeye başlamıştı. Fakat Gamze kalbini,
evlerinden iki sokak ötede oturan, Mehmet adındaki bir tamirciye kaptırmıştı. Mehmet’in
evinin altındaki tamirhanenin önünden sık aralıklarla geçiyor, geçerken de
içeriye dikkatle bakıp, Mehmet orada mı diye kontrol ediyordu. Bir gün,
postanenin yerini sorma bahanesi ile delikanlıyla konuşmayı başardı. Müteakip
günlerde de muhabbeti ilerlettiler. Kısa sürede, ne yapıp edip, oğlanın aklını
başından almasını bildi ve çıkmaya başladılar.
Mehmet annesiyle birlikte
yaşıyordu. Annesi Zeliha Hanım aksi bir kadındı. Bir gün camdan bakarken köşe
başında Gamze’yle konuştuğunu gördüğü oğlunu eve geldiğinde bir güzel hesaba
çekmiş, kızın Almanya’dan kesin dönüş yapan bir aileden olduğunu öğrenince de
kıyametleri koparmıştı. “O kız Almanya’da serbest yetişmiştir, bizim aileye
uyum sağlayamaz; başımızı durduk yere belâya sokma; bak, karışmam!” diyerek, tehditle
karışık, çıkışmıştı. Mehmet, her ne kadar annesine açıktan açığa karşı gelmese
de, sevdiğiyle buluşmayı sürdürdü. Gamze bir sohbet esnasında delikanlının
annesinin onu istemediğini öğrenince çok bozulmuştu. “Ne varmış Almanya’dan
geldiysem? Ne yanlışımı görmüş de böyle söylüyor? Bak, ben gelemem böyle şeylere;
ona göre!” diyerek tavır koydu. Mehmet iki arada bir derede kalmıştı. Annesine
söz geçiremezdi ama Gamze’yi tatlı dille sakinleştirebilirdi. Öyle de yaptı.
İki gencin sevgisi, günden güne
kuvvetlenerek, aşka dönüştü. Her akşam iş çıkışı buluşup birkaç saat
gönüllerince dolaşıyor, sevdalarını yaşıyorlardı. Mehmet, Gamze’nin iş
arkadaşlarıyla da tanışmış ve kısa sürede onlarla da samimi olmuştu. Hele
ihracat servisinde çalışan Oğuz tam kafa dengi birisiydi. Oğuz’un da Serpil
isminde, esmer güzeli bir kız arkadaşı vardı. Bazen dördü birlikte bir yerlere
gidip eğleniyorlardı.
Bir gün Mehmet yine Gamze’nin
işyerine gitti. O gün cumartesi olduğu için mesai yarım gündü. Yeni gösterime
giren bir filme dört bilet almıştı. Gamze’nin çalıştığı üst kata çıkarken,
rastladığı diğer çalışanlarla tek tek merhabalaştı. Gamze ile karşılaşınca
“Hadi, Oğuz’a söyleyelim, sinemaya gidiyoruz. Acele et; çok az zamanımız kaldı,
daha Serpil’e de haber vereceğiz.” dedi. Gamze, masasındaki evrakları toparlarken,
bir yandan da Mehmet’e “Onlar gelemez sanırım. Ayrılmışlar bu sabah.” diyerek
kötü haberi verdi.
Delikanlının yüzü aldığı bu
haberle allak bullak olmuştu. Yakın arkadaşının sevdiği kızdan ayrılması canını
sıkmıştı. Merak ve endişe ile gözlerini kocaman açarak sordu: “Allah Allah!
Nereden çıktı şimdi bu ayrılık? Sebebi neymiş?”
“Çok detaylı bilemiyorum ama
galiba, Oğuz evliliğe yanaşmıyor diye, Serpil istemiş ayrılığı.”
Bu açıklamayı duyunca şaşkınlığı
kızgınlığa dönüştü Mehmet’in. “Bak sen şu işe! Dur, şunla bir de ben konuşayım.
Nerede şimdi o?”
Gamze, ellerini iki yana açıp sanki
bir şey bastırıyormuş gibi ‘Sakin ol!’ işareti yaptıktan sonra, dâhili hattan
Oğuz’u aradı. Henüz çıkmadığını öğrenince de, bir yere ayrılmamasını söyleyerek
telefonu kapattı. Ardından Mehmet’i onun çalışma odasına kadar götürdü ve “Hadi,
siz konuşun; benim on dakika kadar daha işim var. Raporları patrona teslim
etmem lazım. Sizi çıkış kapısında bekleyeceğim. Gecikmeyin sakın.” dedikten
sonra hızla geri döndü.
İki delikanlı tokalaşıp sarıldılar.
Oğuz, arkadaşını karşısındaki misafir koltuğuna buyur ettikten sonra “Sana çay
söyleyeyim.” dedi.
“Çay falan istemiyorum. Benimki
kötü bir haber verdi; doğru mu? Hayırdır; ne iş?”
Haber ne de çabuk yayılmıştı.
Parmaklarını kenetleyip geriye doğru çıtırdattı Oğuz. Sakin bir tonla izah etti
kestirmeden: “Ayrıldık işte; ne olsun? Tutturmuş evlilik diye. Tamam,
hoşlanıyorum; her şey iyi, güzel ama onu evliliği isteyecek kadar çok
sevmiyorum. Ne bileyim; eksik bir şeyler var işte! Konuştuk, ayrıldık. Bütün
mevzu bu.”
Mehmet arkadaşının rahat
tavırlarına bozulmuştu. Belli etmemeye çalışarak konuşmasını sürdürdü: “Yapma
ya! Ben de sizin için ‘Ne güzel anlaşıyorlar.’ diyordum. Çok şaşırdım doğrusu.
Hep beraber sinemaya gidecektik güya bugün. Biletlerimi yaktınız ulan!
Yapılacak iş mi şimdi bu?” diye şakayla karışık söylendi.
Oğuz, elindeki kalemi arkadaşına
fırlatarak, “Söylediğin şeye bak oğlum. Ben kızdan ayrılmışım, şurada
kahroluyorum; sen ‘bilet’ diyorsun. Hadi, çıkalım da Gamze’yi fazla bekletmeyelim.
Sen de seninkiyle takışma bari.”
“Ha, belli, belli ne kadar
kahrolduğun. Bir göbek atmadığın kaldı serseri. Düş önüme!”
.............devam edecek.
Mücella Pakdemir
(
Beddua - 1 başlıklı yazı
M.Pakdemir tarafından
17.07.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.