.
 
Neden böyle yumruklanıyorsun yıkılası kapı? Ardında kimler var? Hangi acı haberi getirdiler? Açmaya korkuyorum. Gidin! Gidin!
 

 
Bir sabah ter içinde uyandı kardeşim. Uyanırken attığı çığlığı duyup yanına koşturdu yaşlı anacığım. Kendine gelsin diye sarstı zayıf omuzlarından. Oğluna sarılıp ünledi:
 
“Hüseyin, Hüseyin! Neyin var kuzum? Kendine gel Hüseyin’im!”
 
Hüseyin, gözlerini aralayıp baktı anacığına ve konuştu sayıklar gibi:
 
“Cepheye gideceğim ana. Beni çağırıyorlar. Durmam artık buralarda.”
 
Hüseyin 17 yaşındaydı. Çocuk sayılırdı. Askerlik yapacaktı elbette ama daha zamanı vardı. Devletten bir tebligat da gelmemişti üstelik. Annem, sıkışan kalbinin üzerine bastırdı bir elini. Diğeriyle biricik oğlunun alnında biriken boncuk boncuk terleri silerken,
 
“Gideceksin elbet yavrum. Hele az daha büyü. Kınalayıp yolcularız seni cepheye. Şimdi sırası değil daha. Haydi, kalk da üstünü değiştireyim. Sırılsıklam olmuşsun a oğul!” dedi.
 
Aradan iki gün geçmişti ki, Hüseyin, ardında küçük bir not bırakarak evden çıkıp gitti.
 
Anacığım, ablacığım, izin vermeyeceğinizi bildiğim için vedalaşmadan gidiyorum. Dönemezsem beni affedin ve haklarınızı helal edin. Allah nasip ederse, babam gibi şehit olurum. Dualarınızı esirgemeyin benden ve birbirinize iyi bakın. Sizi çok seviyorum. Hüseyin
 
Kabına sığamıyordu artık anneciğim. Sanki oğlunu görecekmiş gibi, her gün saatlerce, köyün tepesine çıkıp, elini siperlik yaparak sürekli etrafı gözlüyordu. Boğazından yemek geçmiyor; uyku tutmuyordu gözlerini. Benim hâlim de pek farklı değildi gerçi ama üzüntüden kendini kaybeden anneciğime göz kulak olmak zorundaydım. Dirayetli olmaya çalışıyordum. Evin bütün mesuliyetini ben üstlenmiştim neredeyse. Ana kız, kuru başımıza, dua üstüne dualardaydık.
 
Altı ay sonra getirdiler kardeşimi. Şarapnel parçaları bacağına, kalçasına ve omzuna isabet etmişti. Aradan geçen altı aydı altı üstü! Sanki altı yaş büyümüştü Hüseyin. Gittiğinde incecik, tıfıl bir çocuktu; şimdiyse, geniş omuzlu, boylu poslu, sakallı, bıyıklı, koç gibi bir delikanlı. Annem evladını bir başka seviyordu artık. Hüseyin dünyaydı; o da uydusu. Çevresinde tüm merhameti ve şefkatiyle dönüp duruyordu ha bire.
 
“Ah Hüseyin’im, can parem! Sen bu kadar kara mıydın? Güneş mi kavurdu seni, harbin dehşeti mi? Şükür kavuşturana, oğul!”
 
Hüseyin, annemi can evinden vuran bir cevap verdi:
 
“Alışma anacığım bana. İyileşir iyileşmez yeniden gideceğim cepheye. Üzülme, kurban olduğum!”
 
Ana yüreği bu. Üzülmez mi, yanmaz mı? Gözlerinden pıtır pıtır akan yaşlarla, oğlunu ikna etmeyi denedi:
 
“Gittin ya oğul! Bak, yaralısın da… Burada tek başımıza kaldık ablanla. Ermeniler buralara kadar gelirse ne yaparız sen olmazsan? Bizi kim korur? Etme yavrum, vazgeç.”
 
Gözlerini uzaklara daldırdı kardeşim. “Olmaz anacığım, olmaz!” dedi. “Arkadaşlarım ‘Korktu, kaçtı.’ der sonra. Hem onların arasında, benden daha küçük yaşta olanlar da var. Onların da anaları yok mu? Sil gözyaşlarını. Ölürsem, vatan için.”
 
Hüseyin de ağlıyordu şimdi. Bir ara başını annemin omzundan kaldırdığında göz göze geldik. Bakışlarıyla öyle çok şey anlattı ki… Yaşadıklarını seyre daldım o an. Her biri canını adamış yiğitlerimizi, siperlerdeki, cenk meydanlarındaki mücadelelerini, gecenin koyu karanlığında parlayan, dev ateş toplarını, başlarının üzerinde vızıldayan kurşunları, oluk oluk akan kanları, havada uçuşan uzuvları… Çığlıklarını, tekbir getirişlerini, şahadete erişlerini… Vatan müdafaasıydı söz konusu olan. Gitmemek olmazdı. Gerekirse ben de giderdim, tereddüt etmeden. Kafamı sallayarak tasdik ettim kararını. Gözbebeklerini parlatarak teşekkür etti bana. Sessizce anlaştık. Anneciğim ağlamaya devam ediyordu hâlâ.
 
O anaydı, ağlardı ama Allah’a, vatana kurban yetiştirdiği oğlunu, cepheye yolculamasını da iyi bilirdi.
 
Gözünden sakındığı evladının, sadece saçına değil, avuçlarına, ayaklarına, hatta dirseklerine, diz kapaklarına da kına yaktı annem. Hüseyin’in tüm itirazlarına rağmen… Kardeşim anlamamıştı ama ben sebebini biliyordum. Tanınmayacak derecede yaralanır veya şehit olursa yavrusunu teşhis etmek içindi. Kahrolası savaş! Kahrolası, cehennem odunu, kalleş gâvur! Bir anaya bunu da yaptırdın ya… Yüreğine iflah olmaz acılar saldın ya… Kahrol e mi, yalancı dünya!
 
Korkunç haberler geliyordu. Gaziler ve şehitler… Komşumuzun birkaç aylık evli oğlu Samet şehit düşmüştü. Ermeniler gözlerini oymuş, kulaklarını ve dudaklarını kesmişti Samet’in. Taze gelin Firuze, kocasının acısına dayanamayıp intihar etti iki gün sonra. Köyün en yiğit delikanlılarından Akil’in kafasına, ateşte korlaştırdıkları, demirden bir kask geçirmişlerdi. Kafatasını bile eritmiş, beynini su gibi akıtmıştı kask. Savaşın yoğun şekilde hüküm sürdüğü Hocalı’dan gelen vahşet haberleri ise dayanılır gibi değildi. Hamilelerin karınları deşiliyor; esir alınan kadınların namuslarına musallat olunuyordu. Üç yaşındaki kız çocuklarına bile tecavüz edilmişti. Yakıp yıkılmıştı Türk yurdu. Cesetler dahi işkenceye maruzdu. Hiç merhameti yoktu düşmanın. İnsanlıktan eser kalmamıştı gözü dönmüş vahşilerde.
 
Ve bir sabah…
 
“Kardeşim! Kardeşim! Hüseyin’im!”
 
Kâbustan, haykırarak uyandım. Yorgan öyle ağırlaşmıştı ki üzerimde… Âdeta ezilmiştim. Yataktan attım kendimi ve annemin odasına koştum. Secdeye kapanmış, ağlıyordu. Duyduklarım karşısında donakaldım.
 
“Ya Rabbim! Oğlumu bir an önce huzuruna al. Düşmanın işkencesinden kurtar. Medet ya Rahim!”
 
Kollarından tutup doğrulttum. Ağlamaktan kanlanmıştı göz pınarları. Kim bilir kaç saattir o vaziyetteydi!
 
“Anneciğim, ne oldu sana? Kalk şöyle. Yüzünü yıkayalım; haydi, gel anneciğim.”
 
Az sonra, salonda karşılıklı, sus pus oturmuş, zamanı çiğniyorduk ruhumuzda. Ne bekliyorduk? Bilmiyorduk. Tahminlerimiz ifşa olmasın diye dudaklarımızı sıkı sıkıya kenetlemiştik. Fazla beklememiştik ki, o gürültü…
 
Neden böyle yumruklanıyorsun yıkılası kapı? Ardında kimler var? Hangi acı haberi getirdiler? Açmaya korkuyorum. Gidin! Gidin!
 
Gitmediler. Seğirtip, usulca açtım kapıyı. Yanı başımda, ayakta zor duran anneciğim… Kocaman gözlerle, karşımızdakilere bakıyoruz. İki üniformalı asker, muhtar, köylüler… Yerdeki bir sedyede, battaniyeye sarılmış biri… Aman Allah’ım! Yoksa bu, Hüseyin mi?
 
Evet, Hüseyin! Anamın kuzusu, babamın emaneti, benim can yarım… Efendimiz (sallahü aleyhi ve sellem)’in ümmeti, cennetin gülü Hüseyin… Vatana adanmış, kınalı kurban…
 
Anneciğim düşüp bayıldı. Ben fırlayıp battaniyeyi açtım hemen.
 
“Başın nerde Hüseyin? O kara gözlerin, dalgalı saçların, inci dişlerin nerede? Ne olur, anneme göstermeyin kardeşimin bu hâlini! Bilmesin; Allah aşkına, kimseler söylemesin!”
 
Tamam, dedi herkes. Kavilleştik. Anneciğimin kınaladığı yerlere baktım tek tek. Onlar da solmuştu, Hüseyin gibi. Parmakları yanmış; karnı, göğsü delik deşik edilmişti. Taze kan sızmaya devam ediyordu boynundan ve deşilen yerlerden. Battaniyeyi sıkı sıkıya şehidimizin bedenine sardım yeniden. İçim bulandı; yanı başına düştüm biricik kardeşimin.
 
Mücella Pakdemir

( Karabağlı Hüseyin başlıklı yazı M.Pakdemir tarafından 7.10.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.