Bir köy düğünündeyiz. Mevsim sonbahar, aylardan Ekim. Tüm köy halkı davetli düğünümüze, kadın-erkek, yaşlısı genci herkes ama herkes. Kazan kazan yemekler pişirilmiş. Birlikte yemekler yenmiş. Halaylar çekilmiş, horonlar oynanmış pür neşe içinde. Gençler güreş tutmuş. Çocuklar alabildiğine koşuşturmuşlar. Güneşin kızıl ışıkları ufuktan yavaş yavaş süzülürken düğün şenliği de son buluyor. Köy halkı coşku içinde eğlenmenin, birlik ve beraberlik olgusunun elle tutulur, gözle görülür örneklerini oluşturmanın hazzı içinde evlerine dönüyor. Düğün sahipleri akrabalarını, komşularını, tüm davetlilerini güzel biçimde ağırlamanın mutluluğu içinde. Tatlı bir huzur bulmuşlar. Ertesi gün işçiler işine, çiftçiler çiftine gidecekler dinlenmiş olarak. Çocuklar okullarının yolunu utacaklar. Göçmen kuşlar sıcak diyarlara uçarken, rüzgârlar dökülen yaprakları uçuracaklar. Köyde kış hazırlıkları telaşından başka hiçbir kaygı olmayacak.

         Şimdide güzel bir kentin spor alanındayız. Bir ulusal bayram kutlanıyor. Hava güzel, aylardan Mayıs. Güneş bu gün sanki daha bir parlak doğmuş ülke ufuklarından. İnsanların hoşgörü ve barış içinde birlikteliğine selam gönderiyor masmavi göklerden. Çocuklar geçiyor sıra sıra, öğrenciler. Pırıl pırıl, rengârenk kıyafetleriyle. Öğretmenleri yürüyor yanı başlarında çağdaş kıyafetleriyle. Seyirciler kim? Anneler-babalar, genç kadınlar, genç erkekler. İşçiler-işverenler, memurlar-amirler, erler-erbaşlar, subaylar… Tüm kent halkı bir arada. İç içe, gönül gönüle. Gösterilerini izliyorlar kendi çocuklarının. Onlarla beraber heyecanlanıp onlarla beraber gülüyorlar. Yarınlarından umutlu, yaşadıkları anlardan mutlu herkes.

         Betimlemeye çalıştığım bu güzellikleri yaşamamız mümkün ülkemin köylerinde, kentlerinde yedi iklim dört bucağında. Yeter ki barışı, bir arada yaşama olgusunu yaşama kültürümü içselleştirelim. Huzuru, barışı, hoşgörüyü, duygudaşlık kültürünü kişisel çıkarlarımıza, dizginlenemez hırslarımıza tutsak etmedikçe ülkemizde barışı sağlayabiliriz. Hem de yarın, yarından da yakın bir zamanda. Bir durup düşünelim, ne yaptık ne yapıyoruz, ne yapmalıyız diye. Dünya ulusları tarihin geçmiş safhalarında neler yapmışlar?

         Batıya çevirelim gözlerimizi bir an. İngilizlerle Fransızlar (1337-1453) yılları arasında Yüzyıl Savaşları diye adlandırılan savaşlar yapmışlar. Birbirlerinin can damarlarına koparmışlar yıllarca. Nihayet barışı yakalamışlar. Savaş sonucu anlaşılmış ki, savaşla bir ulus diğerini yok edemiyor.

         Avrupalılar (1618-1648) yılları arasında bu kez Otuz Yıl Savaşları diye adlandırılan mezhep savaşları yapmışlar. Savaşın sonucunda inanç, mezhep uğruna savaş yapmanın gereksiz olduğu bilincine varmışlar. Din ve vicdan özgürlüğünün güzelliğini kavramışlar.

         Fransa’da bir cüce denecek kadar kısa boylu Napolyon adlı bir adam çıkmış ortaya. Tüm Avrupa’yı kızıla boyamış. Moskova’ya kadar ilerlemiş. Almanlar güçlenmiş Paris’i işgal etmişler. Shopein’nin ülkesi Harslarla, İvanlar arasında pay edilmiş bir süre. Haritadan silinmiş Polonya adlı koskoca ülke.

         İnsanlık âlemi yirminci yüzyılda iki yıkım, iki büyük savaş yaşadı. Nice genç insanlar öldü savaş meydanlarında. Birinci ve ikinci Dünya Savaşlarından bahsediyorum. Kadını-erkeği, yaşlısı çocuğu milyonlarca kayıplarla son buldu bu büyük savaşlar. Arkasında yıkık kentler ve aç susuz, perişan insanlar, yıkılmış aileler bırakarak bitti bu savaşlar. Kaybeden kaybetti savaşı, galip tarafların kayıpları da mağluplar kadardı en az.

         Avrupa bu savaşları yaşarken bir taraftan dinde reform olgusunu yaşamlarında yer verdi. Demokrasi kültürünü geliştirdi. İmparatorların ve kralların hâkimiyetine adım adım yıl yıl son verildi. Kiliseyi kendi alanına çekildi. Din olgusunu bireyin vicdanı ile yaratanın arasında özel bir ilişki olduğu bilincini geliştirdi.

         Matbaanın bulunmasıyla binlerce kitaplar basıldı. Üniversiteler kuruldu. Halkların aydınlanmasının yolları açıldı. Bilim, teknik ve sanat alanında büyük başarılar sağlandı. Sanayi devrimi ile üretim arttı. Kıtalar keşfedilerek, keşfedilen zenginliklerle Avrupa devletleri her alanda gelişti.

Afrika, Asya ülkeleri, özellikle Osmanlı Devleti bu gelişmelerden uzak kaldı. Nerdeyse üç yüz yıl sonra matbaa ülkemize getirildi. Osmanlı Devleti 1683 ikinci Viyana bozgunundan sonra girdiği hemen hemen tüm savaşları kaybetti. En son vatan parçasını da kaybetme safhası yaşadık. Mustafa Kemal Atatürk ve O’nun silah arkadaşları sayesinde yıkılmış bir imparatorluğun külleri arasından yeni bir devlet Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.

         Tüm bu konuları kısaca anlatırken kazanılan başarılarda bilimin tekniğin önemini vurgulamak isterim. Bilimi yaşamlarına katan ülkeler her alanda başarı sağladıkları bir gerçek. Fatih Sultan Mehmet topları kullanmasaydı büyük olasılıkla surları geçip İstanbul’u fethedemeyecekti. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı’nda ordusunun topçu gücü vardı. Şah İsmail’in atlılarının top güllelerine karşı fazla şansı olamazdı ve olmadı da.

         Bizler şanslı bir kuşağız. Savaşları belgesellerde ve sinema filmlerinde izledik. Uçakların bombardımanında sığınlardaki insanların korkulu anlarını seyrettik rahat koltuklarımızda oturarak. 1923’den beri yıllarca ülke olarak büyük bir savaşa girmedik.

         Savaşa girmedik dersek ülkede pek iç barışı sağladık denemez maalesef. Mezhep farklılıkları yüzünden, ideolojik düşünceler yüzünden ülkemizde de büyük acılar yaşandı. Genç yiğitler özellikle yetmişli yıllarda acımasızca birbirlerine kıydılar. Siyasi liderlere, genç fidanlara darağaçları kuruldu bu ülkede. Şimdide bir terör belası sardı ülkeyi. Otuz yıldır önü alınamıyor terör olaylarının. Ülkenin enerjisi boşa harcanıyor.

         Bir olayı anımsayalım. GAP adlı bir projeyi uygulama şansını yakalıyordu bu güzel ülke. Bizim ülkemiz. Güneydoğu bölgemizde büyük barajlar inşa edildi. Sulama kanallarıyla susuz topraklar suya, bölge insanı işe, aşa kavuşacaktı. Şimdi ne oldu? GAP diye bir konu konuşulmuyor. Peki, ne duydu bu güzel ülkenin çileli halkı? BOP diye bir proje duyduk. Duyuyoruz. Büyük Orta Doğu Projesi ile nice evler yıkıldı Irakta, Suriye’de Libya’da, Yemen’de… İnsanlar perişan oldu.

         Avrupa 1945 yılından İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiğinden günümüze kadar yeni bir savaş yaşamadı. Avrupalı devletler birbirlerini içten sevmeseler bile birleştiler. Barışı inşa ettiler. Büyük bir birlik oluşturdular kendi aralarında. Savaş rüzgârları esmiyor artık Fransa ya da Almanya semalarında. İtalya ve İspanya’da, Polonya ve Macar ovalarında panzerler yürümüyor artık.

         Bu ülkeler okullarında nitelikli eğitim-öğretim programları uyguluyor. Okuyan, sorgulayan özgür kuşaklar yetiştiriyorlar. Adalet ve hukuk sistemini yerleştirmişler. Halklarını sosyal güvenceye kavuşturmuşlar. Nihayet savaşlarda yıllarca yaşadıkları acılardan ders çıkarıp barış içinde bir arada yaşamanın yollarını bulmuşlar.

         Üç tarafı denizlerle çevrili, aynı zaman dilimi içinde dört mevsimin birden yaşandığı bir güzel kara parçasında yaşıyoruz. Pazarlarımızda her mevsiminde yetişen sebze ve meyvelerini bulanabiliyoruz ne güzel. Neye ihtiyacımız var peki? Bir arada yaşama kültürünü oluşturma gereksinimimiz var acilen. Ne yapmalıyız öncelikle? Okullarımıza, eğitim-öğretim çalışmalarımızdan başlamalıyız. Yıllarca çocuklarımızı dershane girdabında boğduk. Çocuklarımız ne çocukluklarını yaşayabildi, nede ilk gençlik yaşlarının güzelliklerini. Okul, yetmedi dershane, ezberci eğitim…Test sınavları… Doğru yanıt a, hayır a değil b ya da c… Avrupalı eğitimcilere anlatamazsınız bizde ki dershane olgusunu. Evet, öncelikle okullardan başlamalıyız çalışmaya…

Yeniden Amerika’yı keşfetmeye gerek yok. Çağı yakalamış ülkelerin eğitim, demokrasi, çalışma hayatı gibi alanlarda yaptığı çalışmalardan da yararlanarak bu güzel ülkede barış ve huzuru sağlayabiliriz. Bir birlerimizi ötekileştirerek, sağduyu, bilimi, aklı saf dışı bırakırsak ülkede kaostan, anarşiden kurtulamayız. Ya tarihten ders alacağız. Tıpkı batılılar gibi asgari müştereklerde birleşip doğusuyla, batısıyla, güney ve kuzeyle güzellikler içinde yaşayabilelim. Diyalog, ortak akıl ve bilimi sorunlarımızı çözmede kendimize kılavuz edinelim. Böylelikle güzellikleri, barışı, huzuru bu topraklarda da sağlayabiliriz. Hem de sonsuzluğa kadar.

        

         

( Niçin Ak Güvercinler Uçurmayalım Bu Gök Kubbemizde? başlıklı yazı sahara tarafından 13.10.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.