Ali ilkokulda başarılı bir öğrenciydi. Pekiyi
derece ile ilkokulu bitirip diplomasını aldığında okumayı şehirde kale
ortaokulunda ya da sanat okulunun orta kısmında devam ettirmek istiyordu. Belki
de ilerde doktor olup hasta anasını tedavi etmek hayali güdüyordu. Okumaya öyle
heves ediyordu ki yaz tatillerinde mahallenin danalarını Güneyin çayında
güderken veya arkadaşlarıyla muzurnazlık yaparken bile aklı fikri hep bundaydı.
İçinde biriken okuma hırsını bir türlü
yenemiyor, babası kara Mustafa’ya meramını anlattığında ondan hep “hayır”
cevabı alıyordu.
Babası fakir olmasına rağmen “ağa keyf, çalışmayı
pek sevmeyen, açtığı odasında arkadaşlarıyla gününü gün eden, şen, şakrak
yapıya sahip biriydi. Ali’yi şehre okumaya gönderirse iş ahır, samanlık, bağ-bahçe,
çiftçilik gibi işler diğer oğlu Hüseyin’in üstüne kalacak, o da tek başına
bunların üstesinden gelemeyince işler yine kendisine yüklenmiş olacaktı. Bu
yüzden Ali’nin okumasına gönlü razı gelmiyordu.
Babasından her seferinde ret cevabı alan
Ali’nin o kıvırcık simsiyah saçlarının arasında biriken ter taneleri kaşlarından gözlerine tuzlu, tuzlu
inerken acı veriyor, görenler Ali’yi
ağlıyor zannediyor, onunla dalga geçerlerken esmer yüzü” elinden bir şey
gelmemenin ezikliği” ile simsiyah geçiyordu.
Okul
açılmaya neredeyse bir ay kadar kısa bir zaman kalmıştı. Köyde oğlunu okutmak
isteyenler kayıt yaptırmak için bir yandan şehre giderken, okutanlar da
şehirden ev tutma telaşına giriyorlardı. Ali şehirde okuyanlara gıpta ile bakıp
özeniyor” Acaba bende bunlara katılıp ta öğretmen Habib Arıöz’ün açtığı
çığırdan gidebilirmiyim” in hesaplarını yapıyordu.
Babası
her ne kadar inatçı,”bildiğinden bir karış şaşmayan “ biri olsa da içi merhamet
yüklüydü. Gerek Ali’nin okumaya olan hevesi, gerekse okuyup ta en az öğretmen
olup devletin yakasına yapışanları görmesi, bir de bunların yanında akraba ve
arkadaşlarının ısrarıyla bir şartla gönlü bu işe razı oldu. O yıllarda lisede
okuyan komşusu Hacı Hasan’ın oğlu Alim Kahraman Ali’yi yanına alır, beraber oda
arkadaşlığı yaparsa ancak oğlunu okutacağını ısrarcılara söyler…
Atmışlı
yılların ilk başlarından köyden şehre göç akımının başladığı yetmişli yılların
ortalarına kadar çocuğunu okutmak isteyen Karacaörenli ailelerden bir kaçı
genelde Aşıkpaşa mahallesi ve civarında müstakil ev kiralayarak çocuklarını
okuturlardı. Çocuklar okumak zorundaydılar. Zamanla köyün nüfusu çoğalmış az
olan tarlalar bölüne, bölüne beş on dönüme kadar düşmüş, çiftçilik amelelik hayvancılık
karın doyurmaz olmuş, neredeyse hırsızlık, hainlik başlayacak duruma gelmişti
Alim bir yıl önce oturduğu evin
kirasını ödeyip boşaltmamıştı. Nede olsa hem mühite alışkın, hem de insancıl
bir ev sahibi vardı. Eve ana kapıdan girince ortası koridor tipi boşluk, kenarlarında
da penceresi sokağa bakan iki odası vardı. Karşı odayı da Güzülü’nün Paşayla
pilavcı’nın İrbaam tutmuşlardı. Onlar da Ali gibi okumaya heveslenmişler, babalarının
gönlünü edip okumak için şehrin yolunu tutmuşlardı. Beraber yiyip içiyorlar, yat
saatinde de kendi odalarına çekiliyorlar, derslerine çalışıyorlar, bilmedikleri
bir şey olursa gelip Alim ağabeylerine soruyorlardı.
Ali
sanat okunun orta kısmına kayıt yaptırmıştı.”Babama yüzüm kara çıkmasın” diye
derslerini ihmal etmiyor, bazen arkadaşlarına uyup kaytarırsa da o zaman Alim
ağabeyinden yediği fırçanın bini bir para oluyordu. Nede olsa ona emanet
edilmişti.
Babaları haftada ya da on beş gün de bir geliyor ihtiyaçlarını az
buçuk tedarikleyip tekrar köye gidiyorlardı .O yıllarda köyden şehre doğru
dürüst yol ve araç olmadığından ulaşım zor sağlanıyor, kışın ise Horoz gediği
vicdana gelip yol verirse kamyonlar o güzergahtan çalışıyor, olmaz ise
Kervansaray dağlarından at , eşek gibi hayvanlarla gelinip gidiliyor haliyle
ulaşımdaki aksamalarla okuyan öğrencilerin maduriyeti başlıyordu. Odun bulursa
gazı, gazı bulursa odunu bulamıyor, çığsımış
odun zor yanınca soba tütüyor, elektiriği olmayan çoğu evlerde
gaz bitince gaz lambası yanmıyor, bu yüzden ders çalışılamıyordu. Ütü
olmadığı için pantolonlar döşeğin altına serilirken kiminin ayağındaki
böğründen delik soğuk kuyu lastiği su alıyor, içindeki kırk yamalıklı örgü yün
çorap ıslanıyor, ayaklar soğuktan buz kesiyordu. Gravatı sabah o telaşla bulup
takacaksın, şibiği kırılmış eski, yırtık kasketle nöbetçi öğretmeni atlatıp
okula gireceksin…
Sabahları
kahvaltı da zeytin’in adını bilen varsa da sofrada gören yok, köyden getirilen
yarı küf tutmuş tulum peyniri yufkanın arasına dürersin, ya da bulursan
haşlanmış yumurta çay ile …
Öğle
ve akşam ya makarna ya da bulgur pilavı en kıymetli katık. Bir de misafir
gelirse bardak, çay, şeker ne yapar, nasıl yetiştirir kime ödünce gidersin. Otuz
evler semtinde Şaşkın bakkal, Aşık paşa türbesi yanı Paytoncu bakkal Kadir, hemen
onun bir alt sokağında Şekerci bakkal, çarşıda köylüleri bakkal Cikcik Hasan’ın
gönlü olur veresiye verirse ne ala, vermezse çalacak değilsin ya, çık işin
içinden nasıl çıkarsan…
Ali,
İrbaam, Paşa yiyecek hususunda pek zorluk çekmiyorlardı. Ne de olsa öğretmen
Mehmet Ceylan enişteleri değimliydi. Hanımı bunlardan kimisinin halası
kimisinin teyzesiydi. Oraya gittiklerinde hem karınlarını doyuruyor, hem de eve
döndüklerinde yanlarında öteberi de getiriyorlardı. Çok sıkıştıklarında hemen
oraya koşuyorlar, eğer onlar evde yoksa avludaki tavuğu, girdikleri evin
penceresinden sonra geri getirmeye ödünç (!)peynir, zeytin, yufka ekmek, yağ, yoğurt,
salam ve bir küp dolusu turşuyu evlerine taşıyorlardı. Hatta bir keresinde
kümesten arakladıkları tavuğu temizledikten sonra gaz ocağında haşlamaya
bırakıp meşhur Saray sinemasına gitmişler, dönüp geldiklerinde gaz tenekesinde
haşlanıp pişen tavuğu yufka ekmek arasında saniyede iç etmişlerdi de kimsenin ruhu duymamıştı…..!
Genelde Ali’nin dersleri diğer sınıf
arkadaşlarına göre biraz daha iyiydi de İngilizce
ve Türkçesi not ortalamasında dokuzdan aşağı gelmiyordu. Nede olsa Alim ağabeyi
vardı. Türkçe öğretmeni Tayip Canatan’ın verdiği kompozisyon ödevini ertesi gün
derste Ali” Ey cengaver avcılar “diye okumaya başladığında öğrenciler pür
dikkat kesilmiş, Tayip bey bunun bir başkası tarafından yazıldığını hissetse de
yinede öğrencisinin şevkini kırmamak için ona on puan vermişti.
Boztepe’li Ahmet’te okulda Ali ile
aynı sırada oturuyor, onunda İngilizce dersi çok iyi olduğundan haliyle bu durum iki arkadaşın arasında göze batar bir
rekabetin doğmasına yol açıyordu. Ertesi günü yapılacak yazılı sınavda kimin
notu diğerinden az gelirse çok gelene” çemen ekmek” ısmarlayacaktı. Ali akşam
olanları Alim ağabeysine anlatınca o da kendisine “Hele şu derslerimizi bir
çalışıp bitirelim ondan sorası kolay aslanım…”
Gece geç saatlere kadar İngilizce
dersi çalıştılar. Öyle yorulmuşlardı ki kafalarını nasıl yastığa koyduklarını
bile hatırlamadan uyuyakalmışlardı.
Ali rüyasında İngilizceden sözlü
sınav oluyor, öğretmeni ne sorarsa sorsun takır takır doğru cevaplar veriyordu.
Alim Kahraman güneş daha yeni doğmuş, pencereden ışığı içeri süzülmüştü ki her
günkünden biraz daha erken bir vakitte Ali’nin ağzından dökülen anlaşılmaz bir
takım mırıltılarla birden uyandı. Kulağına gelen acayip seslere pür dikkat
kesildiğinde onun“Diziz-ebuk, Ebuk laaaa
Ebuk, Ebuk la öğretmenim Ebuk…..! “diyen sesini duyunca meseleyi anlamış oldu.
Alim kafayı bir o yana, bir bu yana
çevirdi. Vakit daha çok erkendi, uyusa belki uyanamaz okula geç kalabilirdi. ”Uyan
lan domuz, başlatma Ebuğuna, kalkta sofrayı hazırla….”diyerek yatağından doğrulurken
onun sesi ile uykusundan uyanan Ali bir yandan elleriyle gözlerini üfelerken , bir
yandan da olanları ve çevreyi tanımaya çalışıyordu.