Köy sevdası kalemlerin kağıda
dökülmesiyle ifade edilecek, tarifini yazmaya kelimelerin kafi gelmeyeceği bir
tutkudur. Hele bu sevdayı köyünden gurbette olup ta köyünü yaşayanlar, onun
hasretiyle yanıp tutuşanlar daha iyi hisseder ve anlarlar.
Ben köy hasretiyle yanıp tutuşanlardan
biri olarak 1966 yılında Ortaokulu okumak için ayrıldığım köyümün; taşını , toprağını,
küllüğünü, bağını, bostanını, bahçesini, 1970 yılında Kırşehir’e göçtüğümüzde
terk ettiğimiz şimdi viran ama rüyalarım da hep sağlam olarak gördüğüm evimizi
unutmam mümkün mü…
Ben köyümde yaşanmış olan öyküleri
yazarken hem kendi köyümün, hem de bunları okuyan köylerine hasret kalan
okuyucularımın hayallerindeki köylerinin o yıllardaki yaşam tarzlarını
canlandırırken belki de bir nebze onların köylerine olan hasretlerini böylelikle avutmuş
oluyor, arada sırada yerel bir gazetede bunları okuyanlardan"Kırşehir'in Fakir Baykut'u " iltifatlarına maruz kaldığım olmuyor değil.
Bazen öykülerimin fazla uzun olduğu
kanısına varsam da bundaki amacım yeni nesillere nereden ve nasıl bu günlere
gelindiğini bilgilendirmek, eskiyi unutturmamak amacı gütmekteyim.
Seri halde yazdığım “Etem Fal
Öykülerinde” okuyucularım Etem emmimin “Herkesle dalga geçen, kendisini daima
yüksekte gören ukala birisi olduğu” kanısına varmış olabilirler. Etem emmim
benim” İbiş oğulları” diye anılan sülalemden olup amcazademdir ki aslında her
köylüsü gibi o da o yıllarda itilen, ezilen ve kakılanlardandır.
Benim öykülerime konu olan olaylar genelde
1900’lü yıllardan bu tarafadır. O günler savaşların, kıtlıkların, depremlerin, harbe
gidip gelemeyenlerin;1940’lı yıllardan bu tarafa doğru geldikçe İkinci Dünya
Savaşı, girmesekte bize çektirdikleri, aşar vergisi, yol parası, Kore
Savaşları ve ihtilaller… İşte sayamadığımız bu ve buna benzer bir sürü nedenlerden
dolayı bulursa sabah karnını tarhana çorbasıyla, öğle ve akşam bulgur pilavıyla
doyurmaya talim eden köylülerin moral düzeltmek için ‘Etem Fal’ gibilerine öyle
çok ihtiyaçları vardı ki.
Mustafa Etem’in kardeşi Saydın ikinci oğluydu.
Etem’in Mustafa’ya karşı bambaşka bir sevgisi vardı. Onu gördüğü yerde hal ve hatırını
sormadan edemez, eğer cebinde üç-beş kuruşu varsa onu yeğenine vermeden rahat
yüzü görmezdi.
Mustafa’nın ağabeyi Rıza da Etem’in yeğeniydi ama
Mustafa ona daha bir cana yakın gelirdi. Zamanla Rıza ile Mustafa büyümüşler
babalarının çiftinden, çubuğundan tutar olmuşlardı.
Gel gör ki Rıza okumayı, öğretmen
olmayı,”çiftin, çubuğun karın doyurmayacağını ”yaş itibarıyla kardeşi
Mustafa’dan daha önce kavramıştı.
Onda
ki bu cevheri fark eden Öğretmen Habip Arıöz babası Sayıt’ın ”çiftin ucundan
kim tutacak” diye bütün itirazlarına rağmen Rıza’yı kolundan tuttuğu gibi diğer köy
çocuklarıyla beraber Ankara Hasan oğlan Öğretmen Okuluna kayıt ettirmeye
götürmüştü bile.
Mustafa kimsenin etlisine, sütlüsüne
karışmayan, kötü huyları olmayan, kanaatkar, efendi, uzun boylu, kara yağız bir
delikanlıydı. Ağabeyi okumaya gidince ahır, samanlık, çiftin ucundan tutma gibi
bir sürü işler onun sırtına binmişti.
Etem emmisinin taa çocukluğundan beri
devam eden ona olan sevgisi şimdi daha da artmış, her gördüğü yerde halini, hatırını sormadan
edemez olmuştu.
Her karşılaştıklarında bir ihtiyacının
olup olmadığını sorduktan sonra ayrılacakları zaman tekrar
Emmim nasılsın?
İyiyim Emmi…
Oh Emmim;Oh,oh…!
Anan nasıl evladım?
İyi Emmi…
Oh Emmim; Oh, oh…!
Ya ağan (baban) nasıl evladım?
O da iyi emmi…,
Oh Emmim; Oh, oh oh…!
Emmi yeğen arasındaki bu samimiyet
günlerce,aylarca devam etti.Mustafa’ya önceleri tatlı gelen bu hal-hatır
sorma,emmisi tarafından ona değer verilme işi aradan geçen zaman içerisinde
‘kabak tadı vermeye başlamıştı. Emmisini seven-sayan Mustafa’ya bu işten artık gına
gelmiş ’Emmisiyle yolları karşılaştığında yolunu değiştirmek zorunda kalır
olmuştu.
Karşısına geçip ”Bu yaptığın çok ayıp emmi,
yeter gayri bu kadar hal-hatır sorman benim sinir katsayılarımı artırıyor, belki
kalbini kırarım” diyecek oluyor geri de; ”Emmi ne de olsa babanın yarısı demek
oluyor” diye bundan vazgeçiyordu.
Günün birinde Mustafa’ya babası Sayıt; ”Oğlum
toprak tava geldi, şu bahçeyi belle de buraya bir şeyler ekelim, yaşlandım ne
de olsa benim elim, kolum tutmuyor” diye talimat verdi. Bahçe evlerinin önüydü.
Mustafa bel sallaya, sallaya yorulmuş, eli-kolu kalkmaz duruma gelmişti. Kendisine
“tav” (gayret) vermek için “Haydi Mustafa, çabuk ol Mustafa, sen daha bitmedin” diye yüksek sesle
telkinlerde bulunuyordu.
O an bahçesinde çalışmakta olan Etem bu
sesleri duymuş ”Acaba bir şey mi var” diye kendi bahçesinin duvarının çelenine
çıktığında meseleyi anlamış ama anlamamış gibi yaparak ”Hayırdır Mustafa; bir
şey mi var(?) ne diye kendi kendine bağırıp-çağırıyorsun(?)” diye sordu.
İki
bahçenin arasında Çamcı’nın evine giden yol olduğu için birbirine bağırarak
konuşuyorlardı.
Mustafa sesinin dışarıya duyulması
şaşkınlığını üstünden attıktan sonra ” korkulacak bir şey yok emmi, kendi kendime gayret veriyorum da”…
O an Etem’in yine muzipliği tutmuştu
Peki öyle olsun emmim.
Sen iyi misin?
İyiyim Emmi…
Oh Emmim; Oh, oh…!
Anan nasıl Emmim?
İyi Emmi…
Oh Emmim; Oh, oh oh…
Ya baban nasıl?
Bu son soruyla kendisini zor zapt eden
Mustafa adeta freni boşalmış araba misali ”senin de, anamın da, babamın da
bağına omca dikerim...!
Oh Emmim; Oh, oh, oh….!
ERDOĞAN ÇALIŞKAN GERÇEK YAŞANMIŞLIKLARDAN.
Öyküleri şahısları küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmıyorum.