1
ŞU KÜLLÜKTE HOROZ ÖTTÜREMEDİM!
İlkokulu köyünde bitiren Bala nın Alim
okuyup öğretmen olma hayaliyle yanıp tutuşmaktadır. Babası çok fakir olsa da
ondaki bu hevesi kırmamak için Kırşehir Aşık paşa Mahallesinde Perihan
adındaki dul ve yaşlı tek başına
yaşayan kadının bir göz damını kiralayıp Kale Orta Okulu’na da kaydını
yaptırır. O yıllarda köylüler daha henüz şehre göç etmediklerinden dolayı
çocuğunu okutmak için iki üç aile bir araya gelerek müstakil evlerin
odalarını ortaklaşa kiralayarak çocuklarını okuturlardı.
Alim’in ağabeyi Yusuf, şehirde amelelik yaptığı için orada burada yatıyor,
bayağı perişanlık çekiyordu. Bu köyün gençleri
güçlü, kuvvetli olduklarından bağ belletecekler, kazma-kürek işi yaptıracaklar
işten kaytarma bilmeyen bunları tercih
ederlerdi. Ameleler Cacabey Camii civarında gündüz iş beklerler, eğer götüren
olursa orada çalışırlar, akşam olunca da bir akrabası ya da bir öğrencinin
evinde yatarlardı. Alim'e şehirde ev
tutulması Yusuf'un daha çok işine yaradı. Hiç olmazsa minnetsizce orada yatıp
kalkar, hem de kardeşine sahip olurdu. Alim sabah okula giderken Yusuf da
amele durağına gidiyor, orada köylüsü ve arkadaşı Dabıcın Yağmur'la
buluşuyor, genelde de beraber
çalışmaya önem veriyorlar, şakalaşmayla, gülüp eğlenmeyle vaktin nasıl
geçtiğini bilmiyorlardı. Günler böyle geçip giderken her ne sebepse Yağmur misafir olarak kaldığı akrabası olan öğrencinin ev
sahibiyle takışmış, morali bozuk olduğu için canı iş görmeyi istemiyordu.
Ondaki bu durgunluğu gören Yusuf nedenini sorar, o da durumu anlatınca, “Aman
senin derdin bu mu? Boş ver biz de kalalım, kirayı üçe böleriz olur biter”
dedi. Yattığı yorganı eve beraber taşıdılar. Yağmur'un keyfine diyecek yoktu.
Kapıda öten horozun sayesinde sabah erken kalkıp hemen iş buluyorlar, hem de
birbirlerine can şenliği oluyorlardı. İşe gidiş-gelişlerinde kapıda
tavukların arasında beyaz, iri kıyım, kırmızı yeleli, mağrur mu mağrur bir
horoz onların dikkatini çekiyordu. Arada tavukları kovalaması, onlara
artıklık satması, üzerine yüklenmesi, yerleri deşinmesi, hele onun ötüşürken
çıkardığı ses kendi köylerindeki horozlara hiç benzemiyordu. Ev sahipleri
Perihan teyze akşamları yalnızlıktan
sıkılıyor bazen arada sırada , “Çocuklar misafir alır mısınız, eğer Alim’in
fazla dersi yoksa biraz oturabilir miyim?” diye utana sıkıla kapılarına
geliyor, onlar da eğer Alim in dersi az ise kapıyı açarak kendisini buyur
ediyorlardı.
Kadın bir ay önce kocasının öldüğünü, çocuklarının evlenip başka şehirlere
yerleştiğini, bir kedi ve kapıdaki beyaz horozdan başka canlı bir şeyinin olmadığını, bu
kapıya nasıl gelin geldiğini, ne sıkıntılar çektiğini uzun uzun anlatırken
arada eli cebindeki mendile gidiyor, bazen de kediyle birbirine sırdaş
olduklarını, onun mırıltısını ninni zannederek yatakta beraber nasıl
uyuduklarını anlatırken arada sırada olanlara gülmesi çektiği acıları
unutturamıyordu.
Kadın kedisinin karnını her gün düzenli olarak doyururken suyunu da başka bir
kapta içiyor, kabını da her gün temizliyordu. Hele horoza verdiği önem
bambaşkaydı. Onu sever, okşar, temizliğini yapar, yemini kendi avucundan yetirirdi.
Yusuf ve Yağmur'un canı tavuk eti istediğinden gözleri her gün bu horoza
takılıyor, daima onu yufka ekmek üzerine dökülmüş pilavın içinde yemeyi hayal
ederlerken nasıl elde ederiz planlarını yapıyorlardı.Akşamın birinde yalnızlıktan sıkılan Perihan
teyze yatsı namazını kıldıktan sonra onların kapısını çaldı. Sağdan, soldan
konuşurlarken birden Yusuf'un gözleri fal taşı gibi açıldı. Aklına bir plan
düşmüştü.
- Perihan teyze ben senin kocanı tanıyıp bilmem ama bugün onu rüyamda gördüm.
- Hayırdır oğul, anlat da duyalım Yusuf'um.
- Vallahi Perihan teyze hatırladığım kadarı ile senin beyin üstü başı biraz sefildi. Bana
dediğine göre sen onun altını üstünü tam vermemişsin. Güya orda bir işte
çalışıyormuş, horoz olmadığı için yataktan her gün geç kalkıyormuş. İşe geç
gittiği için de zebaniler onu her gün dövüyorlarmış.
Biraz nefes alan Yusuf kadının yüzüne baktı, acaba plan etkisini
gösteriyormuydu.
Rüyadan kadın bayağı etkilenmiş, adeta suçluymuşçasına eli, yüzü kızarmaya
sonrasında da vücudu du tamamen terlemeye başlamıştı.
Arada sırada elleriyle giyisilerini sağa sola bedeninde zikzaklıyordu. Az bir
soluk aldıktan sonra;
- Eee Yusuf'um sonrası sonrası?
- Sonrası var mı teyze... Adam orda bu yüzden çok rahatsızmış. Perihan teyzene
söyle evdeki horozu bir hoca nezaretinde ilk gördüğü iki fakir gence versin
de ben öbür dünyada rahat edeyim.
Kadının adeta nutku durmuştu. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemedi.
“Vakit geç oldu bana müsaade oğullarım” diyerek evden ayrıldı. Sabaha kadar
gözüne bir dirhem uyku girmedi. Beri döndü, öte döndü, horul horul uyuyan kediyi
kıskandı. Sabaha karşı tam bağrı tutmuştu ki öten horozun sesiyle birden
irkilip kendini toparladı. “Bir hoca bulmalıyım” diyerek evden apar topar
ayrılıyordu ki işe gitmek için evden henüz çıkan Yağmur'la kapıda karşılaştı.
- Hayırdır Perihan teyze, sabah sabah bu ne telaş? Bu ne acele?
Kadıncağız Yağmur'a durumu anlattıktan sonra “Hocalar nerde bulunur” diye
sordu.
Yağmur düşünüyormuş gibi yaptıktan sonra,
- Teyze hoca aramana gerek yok. Biz sana demeye utandık. Aslında Yusuf
hocadır. Bu yıl çalışacak bir köy bulamadı, bu yüzden amelelik yapıyor.
Tam bu sırada Yusuf da evden dışarı çıktı! Yağmur ona gülücükle karışık iş
oluyor anlamında bir işaret çaktıktan sonra Perihan teyzeyle aralarında olan
konuşmayı anlattı.
Kendisine bir hoca süsü veren Yusuf, “Perihan teyze, sen bana bir adet doksan
dokuz tespih ile bir de kefaret kefili kadın bul da rahmetli amcanın altına
üstüne oturalım” deyip Yağmur'la beraber işe gitmeyip kendi odalarına
çekildiler. Bir saat sonra, “Hoca efendi, hoca efendi” diye çağıran Perihan
teyzenin evinde buluştular. Yusuf bir
hoca edasıyla kafasına bir poşu geçirerek önce içinden süreler okuyormuş gibi
yapıp, devamında da dualar edip, bir yandan da “amin amin” diyerek orada
bulunanların yüzüne hızlı bir şekilde üfürdükten sonra, “Önce rahmetlinin
altına-üstüne oturalım” dedi. Üçel tespihi çekerken bir yandan da tekrar süre
okuyormuş gibi yaparak dudaklarını kıpırdatıyordu. Az sonra Perihan teyze
üçer kere, “Kefareti sahum (tutulmadık oruç), kefareti salat (kılınmadık
namaz), kefareti yemin (yalan yere edilen yemin)” diyerek, “Parayı vekalet
verdiğin Sultan halaya ver” dedi.
Perihan teyze içi, önceden Yusuf'un hesapladığı üç beş lira demir para dolu
çıkıyı Sultan halaya uzatırken üç kere “Aldın, kabul ettin mi” diye sordu.
Çıkıyı alan Sultan halada üç kere “Aldım, kabul ettim” deyip elindeki çıkıyı
aynı şekilde Yusuf hocaya, o da keseyi aynı merasimle fakir olan Yağmur'a!
vererek önceden yarım kalan alt-üst işini tamamladılar. Sıra ahiretteki adama
horoz gönderme merasimine gelmişti. Yusuf okuyup üfürdüğü bir peşkirin ucunu
düğümleyip Perihan teyzeye verirken, “Aman bu horozu temsil ediyor, sen
vekilin Sultan'a verdin, kabil ettin mi” diye sorup uzatırken, “Onun bacağına
bununla hızlıca vur. Sultan hala da ‘Aldım kabul ettim’ diye üç sefer
söyleyip peşkiri bana, ben de aynı şekilde Yağmur'a vereyim de vazifemizi
tamamlayalım” dedi. Üç gün sonra davet ettikleri arkadaşlarıyla koca sininin
etrafına döşenip kemiğine kadar yedikleri horozun sesini bir daha o mahallede
duyan olmamıştı!
Altmışlı yılların ortalarına doğru Almanya'nın Türkiye'den işçi alımına
başlamasıyla Yusuf ile Yağmur bulup buluşturup kazmayı, küreği, beli bir
tarafa bırakarak bu kervana katılıp Almanya'nın yolunu tutmuşlardı. Uzun
yıllar Almanya'da çalışıp köye kesin dönüş yaptıklarında eski fakirlik
günlerini geride bırakmışlar, çoluk çocuklarını ele güne muhtaç etmeden
büyütmenin gururunu madalya gibi omuzlarında taşırlarken, eski günlerin iyi
yönlerini yaad ederek yaşamışlar, torun torbaya karışmışlardı.
Yağmur'un büyük oğlu Bayram askerliğini yaptıktan sonra şehirde bir işe girip
oraya yerleşmişti. Arada sırada köyünü, ana-babasını özlediğinde küçük oğlu
Murad’ı ve hanımını yanına alıp onları ziyarete giderdi. Yağmur, torunu
Murad’ı çok sever, onu kolundan tuttuğu gibi köyü gezdirirdi. “Şu meydan
mezerin başı. Şura selektör binası. Şurası eski okul. Şurası yeni okul. Şu ev
falanın, şurası damına gençliğimde kelle attığım konak” diyerek yavaş yavaş
evinin yolunu tutardı.
- Bayram’ın evi yüksekçe bir yerde olduğundan köy ve arazi adeta ayaklarının
altında gibiydiler. Şu gördüğün Seyfe Gölü, şu köyler, Boztepe, Horla,
Araplı, Dalakçı... Şuradaki dağ Ağan
dağı. İlerisi Dalgara dağları. Şu tepe Özlü’nün tepesi, ilerisi şu dağ,
gerisi bu dağ, alttaki yerler Kum bağları, onun bu yanı Kaya bağları...
Ayağı küllüğe değince birden sesi kesildi.
(Eskiden soba külü ve buna benzer atıkların
döküldüğü yerlere genelde küllük denirdi.)Eskileri biraz düşündü.
-Muratım, torunum, benim üzüntüm
evimizin altındaki ayağımızı bastığımız şu küllüğü sen ömrü hayatında asla
unutma” derken adeta sesi titriyordu. Torun dedesinin gözlerine gözlerini
dikerek, “Hayırdır dede bu küllükte küp mü sakladın?” dedi. Yağmur, boyundan
büyük laf eden torununun sırtını okşarken, “Küpü kim yitirmiş ki ben bulayım
oğlum” diye cevap verdi.
Bir sigara yakıp dumanını iyice ciğerlerine
çektikten sonra,
- Murat biz köyde yaşayan, gücümüzün yettiğince ineği, danası, davarı,
tavuğu, horozu olan kişileriz. Yıllardır el alemin küllüğünde horoz ötüyor da
bizim küllükte ol görüp ötmüyor.
Dedesinin üzüntülü haline acıyan küçük Murat, “Neden ki dede” diye sordu.
- Muradım her Almanya'dan izine gelişimde tavuklarımızı yumurtlatsın diye bir
yavru horoz alırdım.
Sigaradan bir nefes daha çektikten sonra,
- Horoz yetişip, etlenip tam ötme kıvamına geldiğinde daha gık bile demeden
yediği taşla komşuların midesini bulurdu...
Sigarası o an kendice kendisine teselli vermese
koskoca adam üzüntüsünden neredeyse oturup ağlayacakt. Bir horoz meraklısı
olan Yağmur kendisini dikkatle dinleyen torununa “ŞU KÜLLÜKTE BİR HOROZ
ÜTTÜREMEDİM Muraıııım, torunuuuum …..”Sözünü bitirdiğinde belki de “etme
bulma dünyasında” yaşadığının farkında bile değildi.
NOT: Öyküleri şahısları
küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım...
ERDOĞAN
ÇALIŞKAN GERÇEK YAŞANMIŞLIKLARDAN 16 012012