İlk gençlik yıllarımda
tarihi romanlara büyük merak sarmıştım. Atsız’ın, Bozkurtların Ölümü,
Bozkurtlar Diriliyor romanlarını büyük bir zevkle okuduğumu dün gibi anımsarım.
Gerçi çokça kitap bulma olanağım yoktu. Elime ne geçirirsem okuyordum roman,
öykü adına. Genelde de tarihi romanlarla buluşuyordum. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun
kitaplarını da bir solukta okurdum deyim yerindeyse.
Kozanoğlu’nun özellikle
Osmanlı şehzadelerinin padişah olma mücadeleleri beni sonsuz heyecanlandırırdı.
Örneğin Yıldırım Beyazıt’ını kardeşi Savcı Bey’i saf dışı bırakışı ilginçti.
Aynı biçimde Çelebi Mehmet’in Timur’un esaretinden kurtulan Düzme Mustafa’nın
padişah olma hayallerini bitirdiği tarihin kaydettiği başka bir iktidar
savaşıydı. Kozanoğlu şehzadeler arasındaki mücadeleleri akıcı üslubu ile
anlatırken Yıldırım ve Çelebi Mehmet’in galip gelme anlarını tarihin
şekillendiği biçiminde vermekteydi. İlgimi çeken durum şu olurdu: Mücadeleyi
Savcı Bey ya da Düzme Mustafa kazansaydı Osmanlı Devleti’nin geleceği nasıl
şekillenirdi?
Olayların akışı
analitik bir bakış açısıyla irdelenirse durum pek farklı olmazdı. Şöyle ki,
kuruluş ve yükseliş devirlerinin koşulları ve devlet nizamı Osmanlıların
ilerlemesine uygundu. Osmanlılar sağlam temellere oturtulmuş bir devlet düzeni
kurmuşlardı. Ordunun disiplini, şehzadelerin aldıkları eğitim ve sancaklarda edindikleri
yönetme deneyimleriyle padişah olduklarında devleti yönetmekte hiç zorluk
çekmiyorlardı. Ve kuruluş, yükseliş dönemlerinde Balkanlarda, orta Avrupa’da
güçlü devletler yoktu. Anadolu’da ise beylikler gün gün güçlenen Osmanlılara
karşı birer ballı lokma idiler.
Kanuni’nin
oğlu şehzade Mustafa’yı öldürtmesini daha farklı irdelemek gerek kanısındayım.
Olayı irdelemeden önce birazcık Kanuni ve O’nun vazgeçilmez eşi Hürrem
Sultan’dan bahsedelim. Kanuni dönemi Osmanlıların altın yıllarıdır. İmparatorluk
üç kıtada gelişmiş, büyümüş dönemin yenilmez armadası olmuştur. Bu bağlamda
Kanuni’nin kendisinden yardım isteyen Fransa yazdığı kendisini yücelten kralı
basite alan mektubu ünlüdür. Krala şöyle seslenir:
“Ben ki sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara
taç veren Allah'ın yer yüzündeki gölgesi Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve
Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Azerbaycan'ın ve Şam'ın ve Halep'in ve Mısır'ın ve
Mekke'nin ve Medine'nin Ve Kudüs'ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen'in ve nice
memleketlerin sultanı ve padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Süleyman Han
oğlu Sultan Süleyman Han'ım.Sen ki Fransa vilayetinin kralı Fransuva'sın.”
Kanuni, kralı Alman imparatorunun
esaretinden kurtarır. Fakat aynı dönemde Fuzuli’nin Osmanlı memurlarının
rüşvete bulaştıklarını belgeleyen “ Selam verdim rüşvet değildir diye
almadılar…” yakınmasıyla başlayan mektubu bize Osmanlının sefahat dönemine yavaş
yavaş girdiğinin acı bir belgesidir. İşte bu dönemde dedesi Yavuz Sultan gibi bahadır,
bilgili ve deneyimli Mustafa Çelebinin padişah olması devletin geleceği için
hayırlı ve uygun olacağı en makul görüş olarak kabul edilir. Ne yazık ki,
olaylar farklı gelişme gösterdi. Araya gönül işleri, Hürrem Sultanın sarı
saçları, mavi gözleri ve keskin zekâsı girdi. İşte Hürrem Sultanın Kanuni’nin
kanını kaynatan ve kendisinin keskin zekâsının örneği sergilediği mektuplardan
bir örnek:
“Benim Yusuf
yüzlüm, şeker sözlüm, lâtif, nâzenin Sultanım! Allah dergâhına yüzüm süpürge
kılıp niyâz ederim ki; mübarek yüzünüzü yine tez zamanda bana göstersin! İlâhi,
eğer denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa dahi, bu ayrılığın açıklamasını
yazabilirler mi? Ayrılığa düşenin halini bilmek isteyenler, Süre-i Yusuf
okusun, bu hali ancak o tefsir eder.
Gözümün nuru Sultanım! Gece
yoktur ki âhlarımın ateşinden bütün âlem yanmaya. Seher yoktur ki, gül
yüzünüzün arzusuyla ağlamaya ve feryatlarımdan felekler parçalanmaya…”
Hürrem’in padişahın vazgeçemediği
bir ahu olduğu bilinir. Hele Kanuni’ye yazdığı mektuplar aşk üzerine yazılmış
emsalsiz güzeldir. Böylesi kalbin derinliklerinden kopup kâğıda dökülen güzel
nağmelerin sabine Kanuni bigâne kalamadı ömrü boyunca. Ve O’nun isteklerini baş
tacı yaptı.
Hürrem kendi oğlunun tahtın varisi
olmasını istiyordu. Olayların nasıl
geliştiği bilinir. Hürrem kışkırtmaları ve olayların akışı Mustafa Çelebi’nin
Konya’da babasının gözetiminde öldürülmesi ile sonuçlanır. “Baba beni boğuyorlar…”
feryadına Kanuni sessiz kalır ve Osmanlı saltanatının güçlü bir taht varisi
tarih sahnesinden silinir.
Mustafa Çelebi halledilince
Hürrem’in oğlu silik karakterli Sarı Selim padişah olur. Bundan böyle birkaç
iyi örnek dışında Osmanlı tahtında kuruluş ve yükseliş dönemlerindeki cihangir
padişahlar göremeyiz. Ve 1579 Sokullu’nun öldürülmesinden sonra devlet
duraklama dönemine girer. Şimdi başa dönüp soralım Mustafa Çelebi öldürülmeyip
padişah olsaydı Osmanlı’nın geleceği farklı olabilir miydi? Olayları akıl ve
bilim süzgecinden geçirerek irdeleyelim.
Maalesef Osmanlı bütçesi ilk kez
Kanuni döneminde açık vermeye başladı. Bu durum yıl yıl devam etti. Fuzuli’nin
mektubundan da anladığımız gibi devlet bürokrasisi içinde rüşvet, yolsuzluk
benzeri hoş olmayan olaylarla ağaçlara musallat olan kurtlar gibi devlet
düzenini kemirmeye başlamıştı. Yönetici atamalarında ise liyakat değil iktidara
sadakat aranır olmuştu.
Tüm bu durumlardan daha önemlisi
Avrupa Rönesans ve Reform hareketleriyle yeni bir döneme girdi. Matbaanın
bulunması ile halkın aydınlanmasının yolu açıldı. Orta Çağ’ın karanlıklarından
Avrupa halkları ışığa kavuşurken Osmanlı ufukları kararmaya başladı. 1583
yılında rasathane yıktırıldı İstanbul’da. Batı Yeni Çağa girerken Osmanlı
Ortaçağ’ın karanlıklarına gömüldü. Keşifler sonucu ele geçirilen varlıklarla
Avrupa zenginleşti, bilimin ışığında gelişti. Yeni buluşlar yapıldı. Sanayi
devrimi yaşandı. Bizde ilerleme adına, bilimsel buluş adına yaprak kıpırdamadı.
Uzayan savaşlar halkı iyice yordu. Büyük toprak kayıpları yaşandı. Batının
ilerlemesine ayak uydurulamadı. Koskoca imparatorluk Avrupalıların pazarı
haline geldi.
Osmanlı, zamanında zamanın ruhunu
okuyabilseydi durum farklı olurdu elbette. Olay Şehzade Mustafa, şehzade
Selim’in padişah olmasından öte daha önemi durumlarla ilgilidir. Örneğin matbaayı zamanında getirip
medreselerde çağın gereklerine uygun bilimsel ve nitelikli eğitimi başlatabilseydi
devlet duraklama ve gerileme yaşamazdı. Hele açık denizlere açılıp keşiflerden
pay alabilme olanağını yakalasaydı savaşların giderleri kolayca karşılanırdı.
Devletlerin gelişmesini sağlayan bilimin yolunu tutma anlayışından
uzaklaşıldığı için Osmanlı devleti tarih sahnesinden silinmiştir. Olaylar
irdelenirken tarihin akışını geniş perspektiften irdelersek ancak o zaman
akılcı sonuçlara varabiliriz.