1 Hiç Bir Şey Eskisi Gibi Olmayacak
Kaçıyordu. Neden kaçtığını biliyordu. Kokuşmuş ve yoz bir ortamdan kısa süreli de olsa, hiç değilse yaşadıklarını unutana kadar, saklanması gerekiyordu. Katil yada hırsız değildi. Adi suçlu hiç değil. O düşünce denizin de boğulan üniversiteden sonra kazandığı bir sınavla iş hayatına başlamak üzere olan bir gençti.

Şehrin, karmaşık yapısı, insanların, çıkarları doğrultusunda neler yapabileceklerini görmek onu bir hayli yıldırmış ve yormuştu.Üniversite hayatı ona çok şey kazandırmıştı.Belki de hayatı ve insanları tanıma adına ilk adımdı. Ve hayatın geri kalanında daha neler yaşayabileceğini, nelere şahit olacağını bilemiyordu. Bu düzen içinde kendi de değişime uğrayacak ve şu an yadırgadığı insanlarla birlikte o da hayatın içinde akıp gidecekti. Kim bilebilirdi ki?
Üniversiteye başladığı dönemler, onsekiz yaşın başlarıydı. Aileden ilk defa biri ayrılıyordu. Bir askeri uğurlar gibi otogarda uğurlanmıştı. Gözyaşları içerisinde. Aile için büyük bir olaydı. ilk erkek torun olmanın yanı sıra , ilk üniversiteyi kazanan da oydu.



İskenderun’ da yaşadığı hayatın dışında, farklı bir yaşam tarzı olduğunu üniversitede anlamıştı. Ankara Siyasal Bilimler Fakültesini kazanmış, büyük şehir hayatının yoğun temposu, koşuşturmacası önce ona bir bocalama yaşatmış ardından alışmıştı.

İnsanları tanımıştı. Yaşam hakkında önüne envai çeşit insan ve olay sunulmuştu. Burası farklı bir dünya dercesine. İnsanların birbirlerine karşı yaptığı ayrımı görmüştü. Milliyetçi, solcu, sağcı, alevi, Sünni, Bektaşi… Yabancı olduğu ve onsekiz yaşına kadar haberdar olmadığı olaylardı bunlar. Tarafsız durmuş, bir köşeden, sadece gözlemlemekle kalmıştı,şahit olduğu bu saçmalıklara. Arkadaş çevresinde yediği birkaç darbeden sonra , kendini savunmayı öğrenmişti. Ama kısa sürede ağırbaşlılığı ve dürüstlüğü sayesinde saygınlık kazanmıştı çevresinde.

İnsanları tanımıştı, yalnız başına yaşamayı, mücadele etmeyi. Ailesinin gönderdiği kısıtlı parayla okumaya çalışmış, yeri gelmiş cebinde bir ekmek alacak parası olmadan uyumuştu.
Zor günlerdi,ama o ideallerinden vazgeçmemişti.
Üniversiteyi bitirdikten sonra iş sınavlarına girmişti. İlk etapta hayali kaymakam olmaktı. Ve ülkesine hizmet etmek. Daha sonra kaymakam olamayacak kadar erdemli kaldığını fark etti. Etrafında ki yalakalarla uğraşamazdı.

Sürekli iş sınavlarına giriyor, yazılı sınavları yüzün üzerinden yüz alarak kazanıyor, fakat mülakatta eleniyordu. Hatta bir keresinde mülakata daha girer girmez, görevlinin, iki konuşmadan sonra’’ pırlanta gibi çocuksun ama maalesef kütükten kaybettin oğlum ‘’demesiyle donup kaldığını anımsıyordu. Demek sorun kütüğün Hatay olmasıydı. Doğum yeri önemli değildi. Nasıl bir düzendi bu. Ama o yılmamış inatla direnmişti. Ve sonun da Ankara gümrük müdürlüğün de gümrük kontrolörü olarak işe girebilmişti. Başarmıştı kendince yasal başvurularını tamamlayıp işe girdekten sonra , babasının ondan gizli torpil kullandığını öğrenecekti ama işten de artık vazgeçemezdi. Düzenin ufakta olsa bir kısmına boynunu bükmüştü. Ama kararlıydı ,babası da olsa kim ne isterse istesin, asla gümrükten geçirtmeyecekti. Hiç değilse işini yaparken kendi doğruları devam etmeliydi.

İyi niyetli bir çocuktu. İnsanları seviyordu. Güneye has tatlı bir esmerliğinin yanı sıra , kara gözleri ona ayrı bir hava veriyordu. İdealleri vardı,Hayat hakkında.
Yaşamında ki en önemli dönem, ne zaman başladı diye sorulsa ,ilk söyleyeceği’’ üniversite yıllarımda ‘’olurdu.
Akdenizin güneyinde Hatay’ın İskenderun ilçesin' de yaşamışlardı. Ama doğum yeri İzmir Karşıyaka idi.

Dört yaşında iken İzmir’den İskenderun’a yerleşmişler, ve hayat burada devam etmişti. İskenderun çoğu insanın düşündüğünün aksine modern , küçük bir sahil kasabasıydı.
Zaten topu topu yerleşime açık iki üç mahallesi vardı. Kozmopolit yapısı ile her din, dil, ve ırkta insanı içinde barındırıyordu. Ve dışarıdan gelen kimseye hayır demiyordu. Halikarnas balıkçısının Akdeniz için söylediği ‘’ evetin gürlediği güzel ülke Akdeniz’’ İskenderun için geçerliydi. Sanki Cevat şakir iskenderun’u kastetmişti.
Sevgi, barış ve hoşgörü kasabasıydı.


İskenderun’u çok özlemişti. Her şeyi, çocukluğu, gençlik yıllarının paylaşımları, hepsi bu kasabadaydı. Ve biliyordu işe başlayınca tamamen kopacak ve artık Ankaralı olacaktı.
Belki de bu kasabasını son ziyareti olacaktı. Ama yeni hayata başlamadan önce son defa anılarıyla yüzleşmek, çocukluğunun masum ve saf yüzünü hafızasına kazımak istiyordu.
Yolculuğu sona ermek üzereydi. Sabah ilk ışıklarını otobüsün pencerelerinden sızdırmaya başlamıştı.İşte puslu bir hava ve isdemir’in bacaları görünmeye başlamıştı. Ve o koca isdemir’in üstünü kaplayan gri duman yığını. Değişimi fark etmeye başladı. Yığınla küçük fabrikalar kurulmuştu.
Sanayi gelişmişti. Büyüklü küçüklü demir sektörüne ait fabrikalar sarmıştı yolun sağını solunu. Eskiden sadece İsdemir vardı ve havanın ne kadar kirlendiği bariz bir şekilde ortadaydı.

Evet her yer gibi İskenderun' da değişimin içine girmişti. Bir an içini hüzün kapladı. Daha sonra kendi kendine’’ ne bekliyordun ki oğlum’’ diye söylendi. ‘’ Ne bekliyordun? Her şeyin bıraktığın gibi kalacağını mı?’’

Bunları düşünürken İskenderun liman kapısı, ardından bakım onarım ve otogar. Eski küçük otogarın yerine daha büyük daha derli toplu bir otogar yapılmıştı. Sonunda iskenderun’daydı. Ve değişimlerin farkındaydı.

Dolmuş durağına doğru hızlı adımlarla ,ilerlemeye başlamıştı. Bir an önce, çocukluğunun geçtiği yere varmak istiyordu. Kafasında bütün planlar hazırdı. İlk günü babanne ve halalarına ayırmıştı. Babaannesi onu görünce ne çok sevinecekti. Altı yıldır görüşememişlerdi ve şundan da emindi, cüzdanında resmini taşıdığı kalbinde ayrı yer tutan torunlarından biriydi. Nede olsa ilk erkek torundu. Okurken de az destek olmamıştı kendisine. Parasız kaldığı her dönemde babaannesi ve büyük halası imdadına yetişmişlerdi. Sanki aralarında bir telepati köprüsü vardı.

İlk işi babaanesi ile, kesinlikle isteyecekti. Hoş geldin muhabbetlerinden sonra ‘’Serkant hadi gel bir el ellibir yada altmışaltı oynayalım.'' Babaannesi diğer babaannelerden farklıydı. İskambil oyunlarını, hemen hemen tüm torunlarına öğreten oydu. Bir de yenilgiye hiç gelemez, çaktırmadan da kart çalardı.Daha sonra okey muhabbetleri ortaya çıkmış ve iyi bir okeyci olmuştu. Kesin biliyordu. Bir iki sohbet, ne var neler yaptınlardan sonra akşama küçük amcası gelecek ve sabaha kadar okey oynayacaklardı.
Bu oyunlar, aile içerisinde , elektiriğin olmadığı dönemlerde, zamanı geçirmek için yaptıkları bir işlemdi. Sevginin hakim olduğu, büyük küçük demeden, oyunların beraber oynandığı bir ortamda büyümüştü. Ne yazık ki ne kadar şanslı bir çocukluk geçirdiğini üniversite yıllarında anlayacaktı.

Şehir dışında yaşamak ona hep bir eksiklik gibi gelmişti. Nedendir bilinmez, dedesi yıllar önce izmir’den İskenderun’a göç etmiş, göç etmekle kalmamış kütüğü de İskenderun’a aldırmış, bu küçük kasabada yaşamak yetmiyormuş gibi, şehirden köye , köyde değil, inin cinin top oynadığı, köy sınırların da dışında arsa almışlar ve oraya yerleşmişlerdi. Ama şimdi ''iyikide yerleşmişler'' diyordu. İyiki de teknolojiden uzak kalmışlardı, yoksa bu kadar yaratıcı bir zekaya sahip olabilirmiydi? Televizyonsuz geçen yaz gecelerini hatırladı. Akü ile çalışan, ortanca teyzesinin Almanya’dan getirdiği küçük bir televizyonları vardı. Ve sadece haber dinlemek için ,ardından da Pazar günleri Pazar sineması için açılan küçük bir televizyon. Ne hikmetse genelde Pazar günleri aküsü biterdi. Gülümsüyordu. Çünkü gerçekten çok güzel bir çocukluk geçirmişti. Ve çocukluk hatıraları ardı arkasınca sıralanmaya başlamıştı.
Yaz gecelerini hatırladı. Kendi her zaman organizatör olur sık sık diğer kuzenlerle birlikte büyüklerine gösteriler hazırlarlardı. Kendi hep sunucu olur, tiyatro sanatçısı dayısından aldığı küçük skeçleri çalışırlardı. Haftalar öncesinden gösteri için herkesin görev dağılımı belli olurdu. Yaş sınırı 12 ve 14 olanlar skeçte rol alır, almanyadan gelen teyze oğlunun her sene şaşmaz sabuha repertuvarı, ardından hababam sınıfının koro halinde neler oluyor hayatta şarkısı söylenir ve son final 5 yaşlarında ki kız kardeşi ve teyze kızı oryantalle gösterinin kapanışını yaparlardı.

Tüm aile büyüklerine onurla sundukları bir gösteri olurdu. Her akşam balık ağından yaptıkları voleybol filesiyle voleybol maçları yapılır bağırılır, yenilgiye tahammül edemeyenler özellikle amcası, küplere binerdi. Ve babaanne huysuzluğu üzerindeyse, oyunu bölmek için ya tavuklarını korkuttuklarını bahane eder yada top, duvarına vurduğu için başını ağrıttığını. Ama oyun bitipte ''hadi babaanne, gel seninle bir el altmış altı oynayalım'' deyince ne tavuklara köpeklerin saldırması nede duvara çarpan toplar umursanmazdı. İyi bir kadındı aslında, ama yaş ilerledikçe kaprislere ve ilgisizliğe tahammül edememeye başlamıştı. Sabahtan akşama kadar ara ara uyku molalarını saymazsa, hep oyun oynayabilirdi. Güzeldi, hüzünle karışık bir mutluluk sardı. Asla o günler gelmeyecekti. Eğlenceli ,kavgalı , hırgürlü ama bir o kadarda sevgi yumağı içerisinde yaşanılan çocukluk yılları bir daha asla yaşanamayacaktı…

Dolmuşa bindiğinde içini küçük bir sevinç kapladı, onu görünce şaşıracaklardı. İskenderun ‘dan çıkmaya başladıklarında gözü gelincik tarlalarını aradı. Yoklardı. Gelinciklerin yerini bina tarlaları almıştı. Bakir topraklar bina yığınlarıyla sanki tecavüze uğramışlardı. Sonunda evlerini görebildi. Artık sadece üç ev yoktu. Ve halasının evinin önünde ki devasa çam ağacı.

Büyük halası ile babaannesinin çok farklı diyalogları vardı. Evleri karşılıklıydı ve her ikisi de yalnız yaşıyorlardı. Ama kimse kimsenin evinde kalmıyordu. Halası, babaannesini yanına çağırıyr, babaannede kızını .Hastalandıkların da, o gel ben sana bakarım diyordu, diğeride sen gel, ama inatla evlerini terk etmiyorlardı. Bu polemikleri yıllarca devam etmişti. Birbirlerinin yalnızlıklarına, sesti her ikiside.Ama ayrı evlerde. Geceleri yanan ışıklarını bile görmek onları rahatlatıyordu.

Yolun kenarında indi . Karşıdan karşıya geçti. Halasının evinin bahçesinde sandalyeler vardı.’’ Hayırdır’’ dedi. Başı örtülü kadınları gördü.
Kimse fark etmedi geldiğini. Babaannesinin evine doğru yöneldi. Halasının sesini duydu. ‘’Annem, annem ,ben şimdi kime anne diyeceğim. Beni yalnız bıraktın biz arkadaştık senle.’’
Serkant birden yerde yatan babaannesini gördü. Annesi Serkant gelecek, yolda,bekletelim cenazeyi demişti ve babaanne morgtan yeni getirilmişti.

Çığlıklar vardı. Ağlamalar vardı. Annesi ,babası. Amcası kuzenleri herkes oradaydı. Kimse coşkuyla sarılmadı Serkana , sarılamadı. Serkan ‘da kimseye, tüm özlemleri ,gelirken kurduğu hayalleri boğazında, yüreğinde bir yerlerde düğümlendi. Babaannesine doğru ilerledi , uyuyordu, alnını saçlarını okşadı. Buz gibiydi. ''Hoşça kal'' babaannem dedi. Alnına öpücüğünü kondururken. Dudakları babaannesinin alnına değdiği an, bir şeyi fark etti. Aslında o öptüğü, babaannesi değildi. Sadece bir görüntüydü. Bir et yığını. Ruhu yoktu. Babaannesini babaannesi yapan ruhuydu. Anlamasız geldi o an her şey. İlk defa sevdiği bir insanı kaybediyordu. Ve yüreği kanıyordu.’’ Sadece’’ dedi,’’ sadece tabutunu ben ve Mehmet taşıyacağız . İki erkek torunu. Babanesinin tabuta yerleştirilişini izledi. Erkek karadeşiyle hazır beklediler. Tabutu cenaze arabasına ikisi taşıdı zorlana zorlana, amca ve babasınında yardımlarıyla.

Göz yaşı yoktu gözlerinde. Vedalaşamamıştı babaannesiyle. Son defa okey oynayıp mavra yapamamışlardı. Onu yenememişti.Takılamamışlardı birbirlerine. Yalandan da olsa kızdıramamıştı onu. Kızdırıp sonra sarılarak gülüşememişlerdi. Kızma birader oynarken zar tutuşunu anımsadı. Altı, altı, altı. Babaanne bak zar tutuyorsun. ‘’Tutmuyorum oğlum’’ deyip bıyıkaltı gülüşü gözlerinin önüne geldi. Ne yiyeceği İskenderun’un dürümü aklındaydı, ne peynirli künefesi ,ne de şalgamı.

O sadece şunun farkındaydı. Babaannesi artık başı sıkıştığında telepati köprüsünde olmayacaktı. Ve artık ne zar tutabilecek nede kart çalabilecekti. Ve o bir daha sabahlara kadar babaannesiyle oynayamayacaktı.Onu sonsuza dek uğurlamıştı. Ama bedenini. Bunu biliyordu. Babaannesinin ruhu her daim yanında olacaktı. Ruhlar yaşardı, bu babaannesinin en büyük inancıydı. Yola çıkarken içinde yaşattığı tüm özlemleri, hangi amaçla geldiği, hepsi anlamını birer, birer yitirmiş, babaanesinin balkonunda oturduğu sedir boş kalmıştı. Sabah kalktıklarında oraya bakıyorlardı. Halası gece kalktığında annesinin evine bakıyor,’’ yanmıyor Serkanım yanmıyor ışığı, rüyadır diyorum her bakışım da ama değilmiş’’. ''Annem yok artık''. Evet, belli etmese de ,o da aynı şeyleri düşünüyordu. Babaannesi hepsine son bir şaka yapmıştı. Ama bu gerçekten ciddi bir şakaydı ve artık yoktu.

Ertesi gün babaannesinin en sevdiği zinzirak ağacının yıkıldığını gördüler.’’ Halası, ağacı da onunla gitti ‘’dedi. Ve zinzirak ağacı bir daha yeşermedi…
Serkant kesin biliyordu artık, hiçbirşey asla eskisi gibi olmayacaktı, ve hayat onları bilmedikleri yerlere doğru her zaman savuracaktı...


( Hiç Bir Şey Eskisi Gibi Olmayacak başlıklı yazı gul-deniz-ye tarafından 25.02.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.