Yaslar ve toylardır hasretlikleri buluşturan, bir araya getiren. Yıllar
yılıydı gidememiştim nenemin toprağına. Bitlis’in eşraflarından annemin amcası
rahmetli Mehmet Veli Gerçek’in damadı çok sevdiğimiz dünya iyisi İsmet Satıç’ın
yası için Bitlis’teydim. Nasıl da özlerini yitirmemiş Bitlisliler… Yas
süresince ağzım açıkta kalmış ve bir o kadar da hayranlıkla izlemiştim hısım,
akraba ve komşular arasındaki dayanışmayı. Kadınlar, ellerinden gelen tüm
mahirlikleriyle ve cevvallıklarıyla çeşit çeşit yemekler yapıyor, getiriyor,
sofralar kuruyor ve yas evinin tüm misafirlerini dört dörtlük ağırlıyorlardı.
Amcam kızı Türkan ablam, her zamanki ağırlığı ve saygınlığıyla köşesinde
taziyelerini kabul ediyor, bir yandan da dışarıdan gelen yemeklerin çetelesini
tutmaları için sevgili kızları Arzu ve Bennur’a kaş göz ediyordu. Dönmeden önce
nenemin mahallesini ziyaret etmek istedim. Bitlis’e beraber gittiğim teyzem
kızı Nuray’a söyledim. Nenemizin toprağına gidecektik. Nuray da heyecanlandı.
Hazırlandık, amcaoğlu Erhan bizi götürdü. Yol çok karlıydı. Arabamız kara bata
çıka, kaya kaya güç bela nihayet Kömüs’e vardık.
Nenemin mahallesi, çocukluğumdan belleğimde kalan o yemyeşil bahçeler
içinde yer alan taş evlerden oluşan, şirin mi şirin mahalle değildi. Değişmişti.
Değişen dünya gibi o da değişimden nasibini almıştı. Eski taş evlerin yerini
betonarme evler almıştı. Hele ki nenemin mülkü dört tarafı kavaklarla çevrili
yoncalık yoktu artık. İçinde yüzdüğümüz, çocukluğumun denizi buz gibi suyu olan
Şerpik,
o da yoktu. Yer mi değiştirmişti, çok da anlamadım. Küçülmüş, küçücük bir
kaynak suya dönüşmüş, yanı başında yapılan caminin akarı olmuştu. Aradım ve
sonunda nenemden geriye kalan tek dikili ağacı buldum. Karlara bata çıka ağacın
altına gittim. Sanki yerdeki beyaz örtü bir anda yeşile bürünmüştü ve biz
nenemle ağacın gölgesine oturmuş konuşuyorduk adeta…
Bitlis’e her geldiğimizde, nenemle Kömüs’e gider ve her gittiğimizde de
nenem eskilere döner, yaşadıklarından
kesitler anlatırdı.
Yine gittiğimiz bir başka zaman, yoncalığın kenarında akan ark boyunca
koşturuyordum. Birden ayağım bir taşa takıldı ve yere düştüm. Dizim kanamıştı.
Canım acıyordu. Nenem koşarak yanıma geldi. Beni kucaklayarak bir ağacın
gölgesine götürdü. Otların arasından bir ot kopardı, yaramın üstüne koydu ve
tülbendinden bir parça yırtarak yaramı sardı. Başımı dizine koydu ve sevgiyle
karışık bir kızgınlıkla:
“Ax oğul, hêç rehet türmêsen, bu yüzden de başından bela hêç eskik
olmê.”
“Ay nene, yaram çok ağrıyor! O, yaramın üstüne bağladığın neydi?”
“İlan dilîdir bu otun ismî.
Ağrî, sızî her şeyin dermanîdır. Bîrezım sebret geçer. Tür sa’an
bî hêkat
anlêdem.”
“He nene, he anlat. Kömüs’teki o son gecenizi anlat.”
Derin bir iç çektikten sonra gözlerini Kömüs’ün o şirin ve derin yeşilliğine daldırarak başladı…
“Ax oğul ax, nice anlêdem men de bilmênem…
******
HÜKÜMETTEN haber gelmiş ve seferberlik hazırlıkları başlamıştı. Gidecektik doğup
büyüdüğümüz bu diyardan. Geri dönüşü var mıydı? Bilmiyorduk ama gidecektik bir
bilinmeze doğru.
Son gecemizdi belki de… Zöhre anam, evin içinde deliler gibi dolanıyor, bir
yandan da kısık sesle bir şeyler söylüyordu. Dayanamadım, sordum:
“Ana sen ne konuşuyorsun öyle kendi kendine?”
“Ne mi konuşuyorum? Vakit göç vakti kızım.
Göç, ölümün kardeşidir. Her ölümde bir göç yok mudur? Göçenlerin geri
geldiği görülmüş müdür hiç? Hani giden Ermeni komşularımız?
Kim geri geldi ki onlardan? Şimdi de
ölüm
meleği bizim kapımızda. Kapıyı ona açmama gibi bir şansımız olmadığı
gibi, ondan bir şans da istenmez…”
Karnı burnunda yüklü Zöhre anam, o gece başını yastığa koymadı. Ben on,
kardeşim Nüsret ise altı yaşlarındaydık. Kardeşim, olacakların farkında
olmamanın rahatlığıyla mışıl mışıl uyuyordu. Ben az çok anlayacak yaştaydım, bu
nedenle yorgan altında, loş odada anamı gizliden büyük bir merak içinde
izliyordum. Anam, bir yandan sessizce gözyaşı döküyor, diğer yandan bir şeyleri
topluyordu. Bir ara oturdu, idare lambasının ışığı altında dikiş dikmeye
başladı. Sırtı bana dönük olduğu için ne diktiğini göremiyor, sadece elindeki
iğnenin inip kalkarken parıltısını seçebiliyordum. Helâya gitme bahanesiyle
kalktım, yanından geçerken eteğindeki çil çil altınları gördüm. Benim
gördüğümün farkına varınca hem irkildi hem de altınları eteğinde gizlemeye
çalıştı.
“Onlar nedir ana?”
“Madem gördün, gel otur yanıma sana anlatayım. Yarın sabah yola çıkacağız.
Yolumuz uzun ve zor olacak. Yanımızda erkeğimiz de yok. Birbirimize destek
olacağız. Bunlar dünyalığımızdır. Kuşak yaptım, içine doldurup belime
bağlayacağım. Sakın ha, kimseye söyleme! Yolda nelerle karşılaşacağız
bilmiyoruz. Kısmet olur da Diyarbekir’e yetişirsek orda da lazım olacak. Savaş
biter de tekrar memlekete dönersek burada da lazım olacak. Onun için bunları
iyice saklamamız gerekiyor. Yolda bana bir şey olursa, bu kuşağı sen beline
bağla, baban bizi almak için Çapakçur’dan Diyarbekir’e gelecek. Diyarbekir’de
babana verirsin.”
“O nasıl söz ana, Allah korusun, sana olacağına bana olsun. Babamı da çok
özledim çoook…”
Önümüzdeki kara günlerin karası, içimizi şimdiden karartmıştı sanki. Ana kız, korku içinde birbirimize öyle bir
sarıldık ki bizi ayırana aşk olsun. Ne kadar sonraydı hatırlamıyorum,
kardeşimin uyanmasıyla ancak birbirimizden ayrıldık gözyaşlarımızı sile sile…
Anam, kardeşimle ilgilenirken ben dışarı çıktım. Helâmız hayatımızın
en ucundaydı. İhtiyacım yoktu aslında. Hayatın kapısını açtım ve gecenin karanlığında mahallemizi gözlemeye
başladım. Evlerin çoğunda ışık yanıyordu. Belli ki komşularımızın evlerinde de
göç hazırlığı vardı. Gözlerimi gökyüzüne çevirdim ve yıldızları izledim uzunca
bir süre. Yıldızların bazıları göç ediyordu, yani kayıyordu. Yıldızların göçünü
hüzünlenerek izledim ve birden ürperdim. Aklıma komşumuzun kızı Lusy geldi.
Lusy ile aynı yaştaydık. Çok iyi anlaşan iki arkadaş ve sırdaştık. Bir sabah
ansızın Lusyler de vatanlarını, doğup büyüdükleri, kök saldıkları topraklarını,
evlerini barklarını, mallarını mülklerini terk edip geri dönmek üzere göçe
zorlanmışlardı. Ama hiçbir zaman geri
dönemediler…
Göçtür göç’ü vuran davulumuz...
Gülten Akın
*CEMİLE / 2018 / Lis Yasyınevi