Yürüdü, yürüdü, yürüdü…Ardına bakmadan, hiçbir eşyasını almadan, ağlamadan. Göz bebeklerinin ardında saf tutmuş bekliyordu kirpikleri, atılmaya hazırlanmış birer ok gibi. O sıralar bulutlar birbirine sıkıca sarılmıştı ancak çöl kavurucu sıcaklığından feragat etmiş, kumlarını sere serpe ayaklarına dolayan genç adamı sorgusuz sualsiz kabulleniyordu.
Sonunda yorgun düşen bedeni aniden yere yapışan dizine sığındı genç adamın. Durdu, kirpikleri göz bebeğini öpüyordu, birkaç damla süzüldü bu yakınlaşmadan. Ardından bulutlar da, her bir damlasının genç adamın gözyaşlarını yakalaması için yarışa girdi. Rüya, her zaman olduğu gibi rüya olduğunu bütün benliğiyle hissettirmişti.
Ne var ki, pencerenin hafif
kıvrımları arasından içeriye sızan Güneş’e söz dinletemedi ve ihtiyarı
istemeden gerçekliğe teslim etti. Derince iç çekişleriyle uyandı;
mağrurluğuyla, yorgunluğuyla, kanaya kanaya, şiire ramak kala. Dışarıdan
bakıldığında içerisi nasıldı acaba? Yirmi beş yıl kadar önceye gitti hâlâ umut
kırıntılarıyla beslenen gözleri.
Savaşlar bitmiş miydi?
Sokak çocuklarına ne olmuştu? Bakkal Ahmet Efendi ile Terzi Tahsin Efendi yine
aynı muhitte hasbıhal ediyorlar mıydı? Yıkılan evinin yerine ne yapılmıştı? Ya
sevdiceği? Yirmi yıl olmuştu mektubunu keseli. Beklemek ne kötü şeydi… Bir
türlü kabul edilmediği dünyanın evine sevdiceği girmiş miydi? Saçları hâlâ
kömür karası, sözleri halâ işler acısı mıydı acep?
Soğuğun vücudunu sardığını
hissettiği vakit kapadı pencereyi. Babadan kalma gümüş tesbihini çekmeye
başladı. Çaycı, ihtiyarın her zamanki gibi ziftliğinden ödün vermeyen demli
çayını yanındaki kahvaltılıklarla beraber getirdi yanına. Çaycı ihtiyarın
sohbetine doyamaz, sözlerinden feyz almak adına sohbet ne zaman başlasa dikkat
kesilirdi. Ancak artık suskunluğu da sıfatlarından biri olmuştu yaşlı adamın.
Her şey ıramıştı da
şairliği payidar kalmıştı ihtiyarda. O da gitseydi yaşayamaz, yaşatamazdı
yaşamak için ciddiyetini. Şair karıştı düşlerine yine. Soğumuştu dünya. Ne
fikri, ne dili, ne silüeti uydu ama gözleri olabildiğince inanıyordu Nazım
Hikmet’e. Umut şairine…
Kaç gece kaç sabah kovaladı
birbirini. Güneş ilk defa rüyanın sözünü dinledi, boynunu bükerek bir gün.
Zaten umut kırıntılarıyla beslenen gözleri de inancını yitirmişti çoktan
ihtiyarın. Kirpikleri göz bebeğini gerçekten öpüyordu bu kez ve gerçekten
süzülüyordu birkaç damla gözünden.
Hakikaten yaşlı adamın, gözyaşlarına sarılmak istiyor ama içeriye
girememek hırsıyla pencerelere şiddetle çarpıyordu yağmur damlaları. Bütün
çizgilerin yalnız duvarlardakilerden ibaret olmadığı da anlaşılıyordu yorgun
yüzünden. Parmakları ayasına yapışmışcasına tuttuğu kâğıdın bağımsızlığını ilan
etmişti nihayetinde. Yere doğru uçuştu sayfalar, satırlar, dizeler. Yalnız parmaklıklar
hâlâ puslu hâlâ sevimsizdi.
‘’Yaşadım diyemedim’’
yazıyordu bir Nazım Hikmet şiirinin alt kısmında el yazısıyla ihtiyarın. Demir
kapı sesleri duyuldu birkaç metre öteden…
-Yaşadım diyebilmek için
yaşamak ümidiyle-