Bazen öyle çok düşünüyorum ki kendimi kafamdaki hayali şahıslarla tartışırken buluyorum. Ne zaman bu hallere düştük biz? Gözümüzü bağlayan neydi? Ne oldu da kaybettiğimiz onca değerimizi umursamaz hatta küçümser olduk? Ne zaman bu kadar materyalist bir toplum olduk çıktık? Attığı her adımda, içtiği suda dahi mana arayan, yaşadığı her durumdan ders çıkarmayı bilen bir millet iken, şimdi tüm bu hasletlerden nasıl bu kadar uzağız? Adım atmayı gereksiz ve yorucu bulan, içtiği su bardakta olunca umursamayıp popüler bir internet sitesinden aldığı pahalı bir termos bardakta ise içmelere doyamayan, yaşadığı her olaya isyanlar edip serzenişlerini sosyal medya hesaplarında afişe eden insanlar hâline dönüştük. Ama böyle inanılmaz bir dönüşüm yaşarken nasıl oldu da bu acınası hallere düştüğümüzü fark edemedik, beni en çok bu üzüyor.

Söylemek istediklerimi ne kadar anlatabildim bilmiyorum ama esasında bahsetmek istediğim mesele 'Torunum benden süt istedi, alamadım!' meselesi. Evet, belli bir yaşın üzerindeki bir teyze, üzerinde mikrofonlar bulunan bir kürsüye çıkıp kameralar karşısında aile ekonomisinin acınası(?) durumundan öyle içli bahsetti ve öyle güçlü serzenişlerde bulundu ki ülkece hepimiz acayip(?) olduk. Daha bu teyzenin hüzünlü(?) açıklamalarının etkisinden kurtulamamışken hemen akabinde ikinci bir teyzenin benzer açıklamalarıyla daha da beter olduk. Vah ki vah. Meğer ne kadar da mış insanlarımız.

 Çocukluk dönemlerimi anımsıyorum. İkinci bir kıyafetin lüks olduğu, ayakkabılarımızın seneye de giyebilelim diye birer numara büyük alındığı zamanları... Yumurtaları tane ile satın alırdık, bakkal kese kağıdına ya da sigara kutularına koyardı. Tabii ki kese kağıtları da pek sağlam olmadığından yumurtaları düşürüp de kırmamak için yoğun çaba sarf ederdik. Kıymetli anneciğim bir kere tüm yumurtaları kırıp da eve gittiğim zaman hemen dışarı fırlamış, kurtarılabilir haldeki yumurtaları kurtarmıştı. Para yoktu ki tekrar gitsin alsın. Gerçekten yoktu. Dersimize gelen öğretmenlerimizin hep aynı elbiseyi, dikişleri patlamış ve yıllanmış ayakkabıları giydiklerini çok iyi hatırlıyorum. Pazarlarda yama satılırdı, hani şu yırtılan elbiseleri onarmak için kullanılanlardan... Bizler pantolonlarımızın dizlerini ve arka ceplerini çabuk eskittiğimizden en çok oralara yamalar vurulurdu. Babacığım iş için gittiği İstanbul'dan para bulup da gelemediği için bazı sabahlar sadece zeytin ve ekmek ile kahvaltı yaptığımız dönemler hâlâ gözlerimin önünde. Çevremizdeki insanların da durumu bizden çok farklı değildi. Anneciğim tasarruf olsun diye sobada yakıp da içindeki kovada biriken külleri döktüğümüz yerden çok yanmamış olan kömürleri tek tek eliyle seçer bir daha yakardı sobada. Ama o dönemleri bunca yokluğa ve çektiğimiz sıkıntılara rağmen çok özlüyorum. Sanki o dönemin insanları şimdiki insanlara nazaran çok daha kaliteli ve elitti. Bir kere ne sıkıntı çekerse çeksin sabretmeyi bilen, şükreden insanlardı o dönemlerin gün görmüşleri. Bana böyle hissettiren şeyler saymakla bitmez. Misal o dönemlerde öğretmenlerimiz her türlü yokluğa ve imkansızlığa rağmen öyle güzel ders yaparlardı ki... Tadı hâlâ damağımda o eski kitapların, kalabalık sınıfların ve macunsuz sıraların ilim kokan atmosferinin. İlmin de ötesinde bir irfan ile bizleri 'Hocam eti senin kemiği benim' diyerek öğretmenlerimize teslim eden velilerimizin bizleri yetiştiren emektarlara duydukları güven...  Bir oyuncak bile o kadar kıymetliydi ki bizim için. Hastanelere parasızlıktan gidemeyip de anneciğimin papatya çaylarıyla ne güzel tedavi olurduk. Gençlerde meslek edinme, evlenme ve okuma kaygıları vardı. Takip ettikleri şarkıcıların, sanatçıların gerçek anlamda hayranıydılar. Bir postere ulaşmak için gazete ekleri kovaladıklarını hatırlıyorum. Uzaktaki arkadaşlarına mektup yazarken en güzel kartpostalı seçme telaşı duydukları o anlar, mektup yazarken hitabete, belagate ve imlaya gösterdikleri özen... Yani o dönemin ihtiyarları bir başka, gençleri bir başka, çocukları bir başkaydı. Davası için çabalayan insanlar ise bambaşka...

Gelelim şimdiye. Sanırım Aliya İzzetbegoviç'in dediği gibi oldu. Sıkıntılar altında büyüttüğümüz güzel hasletlerimizi rahatlığa erişince kaybettik. Eskinin şükretmeyi bilen insanları yerine başkalarında gördükleri her şeyi istemeyi kendinde en doğal hak gören ve bunlara erişemeyince de veryansın edip yaygaralar koparan insanlara dönüşüverdik. Baksanıza, sosyal medya hesabında tükettiği içkileri boy boy fotoğraflarla paylaşan teyzemiz bile torununa süt alamadığı için içinde biriken acısını kafasına taktığı güneş gözlüğü, boynundaki fuları ve sırtındaki güzel kabanı ile kameralar karşısında ne de içli ve acıklı haykırdı değil mi? Bir öz eleştiri olsun; son model otomobillere binip her hafta sonu gittiğimiz kafelerde, restoranlarda çekindiğimiz 'selfie' leri paylaşırken, öğrencilerimize nasıl daha faydalı olabiliriz diye kafa patlatmayan, düşünmeyen öğretmenlere dönüşmedik mi? Yeni bir şeyler öğrenecek olmanın heyecanını hiç bilmeyen, tatmayan ve yeni bir şeyler öğrenme gereksinimi duymayan, ekranlar tarafından hipnotize edilmiş öğrencilerimiz var artık. Evine onlarca kitap alıp özene bezene oluşturduğu kütüphanesinden her gün fotoğraflar paylaşıp da kitapların durumundan doğru düzgün haberi bile olmayan, bir kitabı bile kafa yorarak okumayan  sosyal medya aydınlarımız var artık. Vallahi de billahi de Sosyal Bilgiler dersi öğretmeni olup, hem de yedi senelik, ülkücü olduğunu her fırsatta dile getiren ama sosyal medya hesabında boy boy 'Che Guavera' fotoğrafları paylaşan meslektaşım bile var.  Varın siz düşünün yaşadığı ikilemi :)

Elbette ki tüm bu olumsuzluklar içinde kendime söylediğim, kendi kendime söylendiğim çok şeyler var. Ama genel olarak serzenişim insanlarımıza. Akif'in 'Biz ki millet, hem nasıl milletmişiz, gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz.' diye nitelediği insanlara bu durum hiç yakışmıyor. Ne öğretmenimiz öğretmen, ne öğrencimiz öğrenci, ne annelerimiz anne, ne babalarımız baba... Sanal alemlerde takıla takıla sanal bir toplum ve sanal aileler, sanal evlatlar, sanal anne-babalar olduk çıktık. İdarecilerimizden şikayetlenebiliriz tüm bu olumsuzluklar için elbette ama hemen aklıma Rasulullah Efendimiz Sav.'in 'Nasıl yaşarsanız öyle idare edilirsiniz.' hadisi şerifi geliyor. Orhun Kitabelerinde denildiği gibi titreyip kendimize gelmenin zamanı değil mi sizce de? 
( Nasıl Yaşarsanız Öyle Yönetilirsiniz başlıklı yazı Mahmut Uzun tarafından 15.03.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.