1
DAHA ADIMI BELLEMEDİN Mİ?
Halil dört oğlan kardeşin en
büyüğü idi. Kardeşleri Ali, Hasan (Hasso), ve Aslan kadar güzel olmasa da ilk oğlu
olmasından dolayı anası onu daha çok el üstünde tutardı.
Küçük kardeşi Aslan gibi okuldan
teneffüslerde kaçıp anasını bulduğu yerde emmese de ana ve babasına benzemiş,
diğer kardeşlerine göre daha iri kıyım bir çocukluğu olmuştu.
Onun çocukluğunda köylü genelde
fakirdi. Sabah bulunursa tarhana çorbası, diğer vakitlerde de bulgur pilavı,
kuru fasulye, mantı, pancar çırpması firek soğan parpılaması gibi et yüzü
görmeyen yemeklerle karın doyururlardı.
Yaşı ilerledikçe iri kıyım bir
babayiğit olurken şapkasıyla saklamaya çalıştığı başında sonradan oluşan üç tane yumurta şeklindeki yağ bezleri de belirgin hale gelmişti. Lakap takmada gecikmeyen köylüleri
ona bu iri kıyımlığından dolayı 'gürbüz ve iri kıyım' anlamına gelen ‘Göbül’ lakabını
yakıştırmışlardı. Zamanla asıl adı unutulmuş Göbül aşağı, Göbül yukarı olmuş, ilk
önceleri kızsa da zamanla o da bu lakaptan zevk alır olmuştu.
Gerek askere gitmeden, gerekse
askerden geldikten sonra köyde düğünlerde gelenek haline gelen “kelle atımında” zengin düğünlerinde yemeklik için kesilen inek yada tosunun kellesini belirlenen yüksekçe bir damın üstüne atarak orada seyirci olarak bulunan kelle alayını evlerinin önüne çeken sayılı gençlerden biri olmuştu.
Babası onu köyün güzel kızlarından
Güllüyle evlendirdikten sonra evleri dar geldiğinden dolayı onları evden ayırmak
zorunda kaldı.
Evlenip çoluk çocuğa karışınca
çiftçi durmakla, amelilik, yapmakla, köy bakkallarının şehirden aldığı matağını
taşmakla geçimini temin etmeye başladı.
Akçaağıl köyünün ekinleri başka
yerlere nazaran bir ay erken yetiştiğinden dolayı orada tırpan sallar, sonra da
köye döner, iyi çalıştığından dolayı herkes hemen onu tarlasına elden beş fazla
verip ekin biçmeye götürürdü.
Kerpiç kesmede, kuvvetli olduğundan duvarın üstünde çalışan ustaya kerpiç atmada üstüne yoktu. İnşaatlarda
çalışırken ustaların taşları, kerpiçleri üst üste denk getirip koymalarına, ip
ve şakül tutmalarına çok dikkat eder, hele sıvacının malasıyla çamuru duvara
çarptıktan sonra elindeki malayla duvara sıvanmasına bayılırdı.
Zamanla bu işe kendini öyle vermişti ki zamanla aranan ustalardan biri haline gelmişti. Hatta şehirde Baktıroğlu konağını nasıl
sıvadığını gerine gerine anlatırken ağzındaki sigaranın dudağını yaktığını fark etmezdi
bile.
O yıllarda şehirde köyünün gençleri Cacabey Cami çevresinde elde bel, kazma, kürek bekleşir bağ belletecek,
amelelik, ustalık yaptıracak şehirliler hemen bunları tercih ederlerdi. Nedeni
bu kara yağız gençlerin yediği ekmeğin hakkını vermeleriydi.
Arada sırada köylülerine katılıp
Ankara’ya çalışmaya gider iyi para kazanıp köyüne dönerdi. Bu gidiş
gelişlerinde inşaatın aşçısına yardım ederken ondan yemek pişirmenin
tariflerini almış, başka bir inşaat’ta da aşçı olarak çalışanlara yemek
hazırlarken bu sayede amelelik ve onun yorgunluğundan kurtulmuştu.
Çevre köyler onun nasıl çalışkan
biri olduğunu bildiği için diğerlerine bakarak Halil ustayı tercih ederler, bu durum da bazen kıskançlıklara neden olurdu.
Köylüsü Kasıllıların Memmet Ali
ile Horla köyünde keseniye (iş bitimi) bir evin yapını üstlenmişlerdi. Memmet Ali
usta evin duvarlarını kerpiçle örerken biten yerleri de ardı sıra Halil ağzında bir
hasret türküsü ha bire mala sallıyor işi bir an önce bitirmeye gayret ediyordu.
Geleli on beş gün kadar olmuş evi, çocukları ve köyü gözünde tütüyordu.
Çalıştığı yerin yakınında “çerçi,
çerciii, çerçi geldiii, leblebim, üzümüüm, keçi buynuzum vaaar, çorap eskisiynen, eski naylon
ayakkabıyınan, yününen satarım” diye kendisine yabancı gelmeyen bir sesle
daldığı hayallerden birden uzaklaştı. Pür dikkat bakınca bu köylüsü çerçi Çolak
Irza'dan başkası değildi.
Köy köy çerçilik yaparak geçimini
sağlayan Çolak Irza'nın yolu o gün Horla köyüne düşmüştü. Başı müşteri fazlası çocuklardan dolayı
düğün evi gibi kalabalıktı. Alıyor, veriyor, bir yandan da çalmasınlar diye
çocuklardan gözünü ayırmıyordu.
Beko Emmi Malya çiftliğinde çoban durmuş,
çocuklarını hanımına emanet etmiş orada davar güdüyor, arada sırada bir izin alıp köyüne geliyor,
evinin eksiğini, gediğini görüp tekrar geri dönüyordu.
Çolak Irza'nın başındaki
çocuklardan birisi de Beko’nun oğlu yaramaz Mustafa idi. O da diğer çocuklar gibi
çerçiden bir şeyler alacak ama ona verecek ne para ne de evlerinde bir şeyleri vardı. “İlla sende
al aney, bende isterim aney” diye anasına eziyet ediyor, taşlıyor, arada tekme
sallıyor, ağıdının birini bırakıp diğerine başlıyordu.
Bir çare kalan kadın umut ışığı olarak az
ileride ki inşat’ta sıva yapan Halil ustayı gördü. “Göbül ağa, “Göbül ağa”sana
zahmet şu çocuğu bir azarla da korksun” diye yalvaran sözlerini utana, sıkıla
ona ulaştırmaya çalışıyordu.
Halil usta başını bir o yana, bir bu yana
çevirirken sigaradan bir nefes çekti, öfkeyle onu bir eline alıp ağzını serbest
bırakınca “Benim adım Halil onbaşıııı, Halil onbaşııı, bi daha unutma olur mu, adımı iyi belle, ben ‘ayı gurtmuyum’ da senin veledini
gorkuduyum fışgııı (hayvan pisliği)” diye o gür bas bas bağırmaya başladı.
Altmışlı yılların başlarında
Almanya’ya işçi akımı başlamıştı. Kimi kişiler işçi bulma kurumu kanalıyla,
kimileri de turist olarak kaçak yollardan sınırı geçebilirse önce Avusturya’ya, yolunu
ve adamını bulurlarsa oradan da Almanya’ya geçebiliyorlardı. Halil usta da
turist gidenlerden biriydi.
Zor şartlarda Avusturya’ya
ulaşmış, orada işçi olarak kalmış, sonradan oğulları Yılmaz ve Memmet Ali’yi
de oraya düşürmüştü. Aradan geçen yıllar içerisinde haliyle yaşanmaya yüz
tutmuş, Güllü'sünün hasreti de ağır basınca köyüne kesin dönüş yapmak zorunda kalmıştı.
Hafta da bir gün evinin
ihtiyaçları için şehre gelir, işlerini bitirdikten sonra da oğlu Yılmaz’ın
kaynı olan Eski Ankara Cad. Uğrak Pasajı’nda turu temizleme işiyle uğraşan
Kaya’nın yanına uğrar, köyün arabasının kalkış saatine kadar orada hasbi hal ederek
beklerdi. Bu geliş, gidişlerin
de Kaya ona çay, kahve ikram ederek gönlünü alırdı.
Kahveyi önceleri çalıştıranlar
Almanya’ya işçi olarak gidince orasını Horla köyünden birisi devralmış, o
çalıştırıyordu. Adam kendi halinde, aza kanaat eden, kimsenin işine, aşına
karışmayan efendi birine benziyordu.
Halil ustayı Kaya’nın yanına
gelip, giderken görmüş, kafası büyük, şapkası küçük bu adamı tanımakta güçlük
çekmemişti.
Bu onun çocukluk döneminin Göbül emmisiydi.
Ocakta çay doldururken Göbül emmisini gelip geçerken görüyor, pek oralı olmuyor gibi davranarak ona bir muziplik yapmanın yollarını arıyordu.
O gün Halil usta işleri
dolayısıyla Kaya’nın iş yerine gelmekte biraz gecikmiş, dolmuşun kalkmasına az
bir zaman kaldığı için de sözlerini kısa kesiyor, bir an önce oradan kalkmanın
telaşını taşıyordu.
Kaya, Halil Ağasına köy dolmuşunu kaçırtmak ve bu sayede onu akşam evine misafir etme sevdasına işi mahsustan ağırdan alıyor
“Amaan Halil Ağa, acelen niye, sanki evde‘gara gözlü’ avradın seni mi bekliyo, ben
sana gayfeden bir çay sööleyimde gursağına bir sıcaklık düşsün” diye ona takılmaktan geri kalmazken farkında olmadan Mustafa’ya aradığı muziplik yapma
fırsatını veriyordu.
Aradan beş dakika geçmeden Mustafa elinde bir
bardak çayla içeri girip selam verdikten sonra gözlerini Halil ustanın
gözlerine dikip hafifçe gülümseyerek “buyur Göbül emmi, çayını getirdim, iç
afiyet olsun” diyerek ‘bu yumurtadan nasıl civciv çıkarırım' hesabı içindeydi.
O anda Halil ustanın cinleri
tepesine çıkmış, beyni zonk zonk ediyordu. Deli danalar gibi tepinerek oturduğu
yerden bastonuna dayanarak zar zor ayağa kalkıp belini doğrultunca gözlerini Mustafa’nın
gözlerine dikerek “Ula Beko’nun oğlu, anan sana benim adımı daha belletmedi mi? Daha
adımı öğrenemedin mi? Benim adım Halil
onbaşı, Halil onbaşı” diyerek çıkıştığında meğer o da Mustafa’yı aradan geçen
bunca zamana rağmen unutamadığını belli ederken orada bulunanların gülüşmeleri
görmeye değerdi.
ERDOĞAN
ÇALIŞKAN KIRŞEHİR 13 09 2017 GERÇEK YAŞANMIŞ HİKAYELER.