Makale / Eğitim Makaleleri

Eklenme Tarihi : 5/16/2009
Okunma Sayısı : 1300
Yorum Sayısı : 0
MİLENYUMDA MÜZELERİMİZ VE BİZ

M.NİHAT MALKOÇ

Türkiye, bünyesinde farklı kültürleri barındıran bir kültür mozaiğidir. Pek çok medeniyete beşiklik eden bu topraklar kadim tarihin aynasıdır. Ülkemizde çok zengin bir tarihî eser birikimi mevcuttur. Bunlar kendi içinde çeşitlilik arz etmektedir. Türkiye, deyim yerindeyse adeta bir açıkhava müzesi görünümündedir. Gözün baktığı her yer tarih aynası…

Bilindiği gibi müzeler; sanat, bilim, tarih ve kültürle ilgili eserlerin halka gösterilmek için toplanıp sergilendiği yerlerdir. Halk bu gibi mekânlarda geçmişe yolculuk yapar. Ben müzeleri gezdiğim zamanlarda hep mağrur bir edaya bürünmüşümdür. Hele Topkapı Müzesi, içimdeki gurur çağlayanını coşturmuştur. O ne muhteşem bir medeniyet mirası… O ne harika bir kültürel birikim… Osmanlı Devleti, müzelerdeki heybetiyle sınırlı kalsa da, bu mekânlarda hâlâ yaşıyor. Onların bize bıraktığı eserler göğsümüzü alabildiğine kabartıyor.

Tarihî kaynaklardan öğrendiğimize göre ülkemizde müzecilik, 19. yüzyıl ortalarında başladı. 1846 yılında, Sultan Abdülmecit'in emriyle bazı eski eserler ve eski silâhlar Aya İrini Kilisesi'nde toplandı. Daha sonra 1868 yılında, Ali Paşa'nın sadrazamlığı sırasında, bu kilise ve içerisindeki eserler "Müze-i Hümâyûn" adı altında ilk müze olarak açıldı. Bu dönemde Maarif Nezareti, Osmanlı Devleti sınırları içerisinde bulunan tüm tarihî eserlerin İstanbul'a gönderilmesi konusunda bir emir yayınladı. 1881 yılında, Osman Hamdi Bey müze müdürü olunca, gerçek anlamda müzecilik çalışmaları başladı. Osman Hamdi Bey, 1883 yılında eski eserlerin yurt dışına çıkışını önleyen "Eski Eserler Kanunu"nu hazırladı. Yine bu dönemde, Anadolu'daki kazılar denetim altına alındı. Zaman içerisinde bu konuya daha çok önem verildi. Özellikle Atatürk zamanında bu alanda çok büyük yol alındı. Çünkü Atatürk'ün "Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır." sözü, müzeciliğin önemini de gösteriyordu aynı zamanda. Ecdadımızı tanımanın bir yolu da müzelere gitmek, oluşturulan maddî ve manevî kültürü yerinde görmek ve solumaktır.

Müzeler kültürümüzün yaşayan tanıklarının sergilendiği ortamlardır. Bilim ve sanat ürünlerimiz orada halkla buluşur. Çok kere de tarihî değerlerimiz bu ortamlarda yaşatılır ve genç nesillere tanıtılır. Tarihi kuru ifadelerle anlatmak tarih şuuru kazandırmaz gençlere. Onları tarihî değerlerimizle bizzat yüz yüze getirmeliyiz. Fakat bugün ülkemizde tarih, maalesef dört duvar arasında kuru bilgiler verilerek öğretilmektedir. Oysa bizim gibi zengin bir medeniyeti olan bir millet, bu birikimden yararlanmalıdır. Bugüne kadar bu zenginliğimizi teşhir edemedik. Çocuklarımıza ancak savaşların hangi tarihlerde yapıldığını öğrettik. Bu da bir yarar sağlamadı onlara. Ezbercilik eğitimimizi kütükleştirdi. Madem böyle bu ısrar niye?...

Müzeler zamanın dondurulduğu mekânlardır. Orada tarihin izlerini görebiliriz. Fakat müze demek sadece tarih demek değildir. Bugün pek çok müze çeşidi vardır dünyada ve ülkemizde. Arkeoloji müzeleri, etnografya müzeleri, güzel sanatlar müzeleri, açıkhava müzeleri, bilim müzeleri, tarih müzeleri, askerî müzeler ve özel müzeler bunlar arasında sayılabilir. Müze çeşitliliği hayata bambaşka bir renk katıyor. Müzeler zamanı donduruyor.

Günümüzde özel şahıslar da müze kurabiliyor. Merhum Sakıp Sabancı ve Vehbi Koç'un kurduğu müzeler, özel müzelerin en ciddi olanlarıdır. Koç Grubu'nun İstanbul'da kurduğu Sanayi Müzesi, alanında kurulan müzelerin ilkidir. Ülkemizde bunun bir benzeri de yoktur. Sabancı Müzesi de pek çok değerli koleksiyonu içinde barındıran bir kültür ve sanat cennetidir. Buradaki eserler para gücüyle alınamayacak kadar önemlidir. Özel müzelerin çoğalması kültürümüz için büyük bir zenginliktir. Zengin insanlarımızın müzeciliğe eğilmesi gerekir. İşadamlarının, kazançlarının bir kısmını kültürel alanlarda kullanması geleceğimiz açısından çok önemlidir. Her şeyi devletten bekleme alışkanlığından kurtulmamız lazımdır.

Yine benim en çok beğendiğim müzelerden birisi de İstanbul'daki Harbiye Askerî Müzesi'dir. Askerliğimi İstanbul'da yaptığım için defalarca bu müzeye gitme imkânı bulmuştum. Ayrıca burada verilen mehter konserlerinin tadı da hâlâ belleğimde saklıdır.

Türkiye'de müzeciliğin tarihi çok eskidir. Atatürk bu konudaki çalışmalara büyük destek vermiştir. Günümüzde ülkemizde müzecilik konusunda çok büyük aşamalar kat edilmiştir. Türkiye'de müzecilik Batılı standartlara erişmiştir. Müzeler düzenlenirken ziyaretçilerin beklentileri daha çok ön planda tutuluyor. Müzeler beğenilere göre oluşuyor.

Müzelerin eğitime katkısı çok büyüktür. Müzeleri sadece turizmle irtibatlandırmak, bu kurumları hakkıyla anlayamamaktır. Müzelere ticarî açıdan bakmak çok da doğru değildir. Müzeler çağdaş dünyada, ülkelerin turizminde ve tanıtımında başrolü oynamaktadırlar.

Ülkemizde müzelere, sanki turistler için düzenlenmiş birimler gözüyle bakılmaktadır. Gerçi bu mekânlara daha çok turistler ilgi duyuyor. Fakat bunda o kurumları idare edenlerin bakış açılarının etkisi büyüktür. Bizler halkımızı müzelere çekmeyi beceremiyoruz. Gerçi son yıllarda uygulamaya konulan "müzekart" sistemi bu alanda devrim niteliğinde bir yeniliktir. Bu kart sayesinde müzelere duyulan ilgi geçmişle kıyaslanamayacak derecede artmıştır. Fakat bu kart halka pahalı satılmaktadır. 20 lira veren kişi Türkiye genelindeki 185 müze, 130 ören yerini gezebilmektedir. Gerçi bu kadar yeri ziyaret etmek için 20 lira fazla bir para değildir. Fakat halkı müzelere çekmek istiyorsanız bu miktarı beş liraya çekmelisiniz. Hem halkın Türkiye'nin dört bir yanını gezmeye imkânı var mı ki müzeleri ziyaret edebilsin. 20 milyonu verip müzekart alan kişi ancak yaşadığı ildeki veya çevre illerdeki müzeleri gezebilmektedir. Bu işin meraklıları bin lira da verir bir müzeyi ziyaret etmek için… Ya halk, halktan bunu bekleyemezsiniz. Halkı müzelere çekmek için müzekart bile yeterli değildir. Çünkü halkın birinci önceliği geçim derdidir. Bunun yanında müzenin önemini kavrayacak birikim gerekir.

Milletimize mal olmuş şair ve yazarların yaşadıkları evler, kendilerinin ölümünden sonra müzeye dönüştürülüyor. Bu türde onlarca müze vardır Türkiye'de. Ünlü Türk Şairi Tevfik Fikret'in 1906-1915 yılları arasında yaşadığı ev olan Aşiyan; 1940 yılında İstanbul Belediyesi tarafından eşi Nazime Hanım'dan satın alınıp, 1945 yılında Edebiyat-ı Cedide Müzesi olarak açılmıştır. Daha önceleri Eyüp Mezarlığı'nda bulunan naaşı, 1961 yılında doğal görünümünü çok beğendiği bu bahçeye nakledilmiş ve bu tarihten sonra müze "Aşiyan Müzesi" adını almıştır. Tevfik Fikret, evinin projelerini kendisi çizmiş, Farsça "Yuva" anlamına gelen "Aşiyan" kelimesini de buraya isim olarak koymuştur. Bahçe içerisinde ahşap üç katlı olan Aşiyan Müzesi bugün ücretsiz ziyaret edilmektedir. Ülkemizde bunun gibi pek çok meşhur şair ve yazar müzesi vardır. Bunların sayısını ve kalitesini daha da artırmalıyız.

Ücret dedim de aklıma geldi… Aslında müzeleri ziyaret etmek parasız olmalıdır. Bu mümkün değilse, çok az bir parayla gezme imkânı tanınmalıdır. Müzelerden alınan paralar genellikle buraların giderlerini karşılamak için kullanılıyor. Fakat devlet istese bunu kendisi de karşılayabilir. Bence müzeler parasız olsa herkes buraları gezer. Akşam eve ekmek götüremeyecek durumda olan insandan parasıyla müze gezmesini bekleyemezsiniz. Gerçi durumu iyi olanlar da müzeleri gezmiyor. Fakat ücret alınmazsa buraları ziyaret eden insanların sayısında çok büyük artış olur. Bu da devlete ağır bir yük getirmez. Milletimiz tarihini, maddî ve manevî değerlerini tanımış olur. Bilindiği gibi müzeler haftasında ziyaretçilerden para alınmıyor. O hafta içerisinde müzeler insanlarla dolup taşıyor. Öğrenciler gruplar halinde müzelere akın ediyor. Bu, gençler için bir aylık eğitimden daha tesirlidir.

Uluslararası Müzeler Konseyi 18 Mayıs gününü Müzeler Günü ilan etmiştir. Her yıl 18 Mayıs tarihini içine alan hafta Müzeler Haftası olarak kutlanıyor. Müzeler Haftası'ndaki asıl amaç müzeleri halka tanıtmaktır. Millet olarak ayağımız müzelere alışkın değildir. Çoğumuz gereksiz görürüz bu güzel mekânlara gitmeyi. Öyle ki yanından geçeriz de içeri girmeyiz. Kendimiz gitmediğimiz gibi çocuklarımızı da mahrum ederiz bu güzel ziyaretten. Sonra da tarih şuurunun eksikliğinden ve millî kültür anlayışının yokluğundan şikâyet ederiz.

Müzeler bizim tarihî ve kültürel hafızamızdır. Çocuklarımızı buralara götürüp ceddimizi layıkıyla tanıtalım onlara. Geçmişe dair hurafeleri değil, ilmî bilgileri öğretelim. Dününü tanıyan bir nesil, geçmişinden hız alarak geleceğe koşar adım gider. Aksi halde Batıya özenip dururuz. Neticede ne Batılı, ne de Doğulu olabiliriz. Bu böyle biline!...
( Milenyumda Müzelerimiz Ve Biz başlıklı yazı M.Nihat Malkoç tarafından 5/16/2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu