Yorgundu; geçmişin ve gerçeklerin arasında nefes almaya, yaralarını sarmaya çalışıyordu. Ne kadar kalabalık ve o kalabalık içinde ne kadar yalnız olduğunu tüm hücrelerinde hissediyordu. İçini acıtan gerçekleri mecburen yâda kader diyerek yine içine atıyor. Bu gerçekleri kabullenmeye, üzerini örtmeye çalıştıkça da yaraları kanıyordu.

Yorgundu; korkuları, nefretleri, kinleri olduğu için yorgun ve öfkeliydi. Ama mevcut düzene ayak uyduruyor, itaat etmek zorunda kalıyordu… Mecburiyet… Yüreğini yaralayan ve büyük bir kavgadan kalan baktıkça o acıyı hatırlatan derin bir kesik… Susuyordu ama sustukça çoğalıyor, çoğaldıkça depreşen ve beynini kurcalayan sorulara cevaplar arıyordu.

Varoluşunun, ama buna karşı elinden bir şey gelmeyen ve gelecek diye beklediği birbiri ardına geçen yılların verdiği hiçliğinin acısıyla yorgundu… Evlenirken hangi hayalse kur(ul)duğu, hangi hayalse uğruna yıllarını verdiği, hangi sevgiyse henüz tadını bile keşfedemediği; artık içten içe yıkılmaya başlamıştı.

Biriktirdiği ataerkil kültürün baskıları sonucu evet dediği rüya; bugün için sona ermişti… Artık kendi başına çırılçıplak ve tamamıyla savunmasızdı. Hayatında hiç bir şeyi değiştir(e)meden geçirdiği bunca yılın, iç bunaltan birikimi ile bocalarken kesişti yolları gerçek sevgiyle. Uzun süredir, devam eden evliliğinin, gün be gün tükendiğini hissetmiş, tek düzeliği ile devam eden yaşantının akışında boğulmuş mutsuz bir insandı…

O bütün bu acıları iç dünyasında yaşarken, dış dünyasında ise; gayet mutlu bir evliliği var görüntüsünü topluma karşı daha da berraklaştırmaya çalışıyordu. Ama koşulları kendi bile kontrol edemiyordu.

Bir yanda eşini, çocuğunu kaybetmemek istiyor ama beri yanda da yeni bir sevda ile kendini, kadınlığını yeniden keşfetmek istiyordu… Zaman ilerliyor ve ilerledikçe de masum yalanlara başvuruyordu. Kaybetmemek için, gerçeklerle yüzleşmekten kaçtığı için, kötü bir insan olarak görünmemek için masum yalanlara başvuruyordu.

Sevilmekten, sürgün edilmekten korktuğu ve duvarlarını yıkamadığı için, aşk için, yaşamak isteğini bilmediği için… Geceleri çarpan yüreğinin sesinin duyulmasından korkuyordu… Geceleri yıldızsız, uykusuz ve gözlerinde yaşla, yastığına sarılarak avutuyordu kendini.

Sevmek, sevilmek istiyor ve bu yüzden yeni bir ten, yeni bir soluk arıyordu… Ama ne bunu söylemeye, nede istemeye cesaret edemiyordu. Bazen de bunları istemenin hakkı olmadığını, aşkın kendine yasak olduğunu düşünerek suçluyordu kendini. Bir yandan da garip bir ikilem içerisinde süre gelen hayatında, yeni bir kıpırtı başlamıştı. Uyanmıştı yüreği…

Gün geçtikçe hırpalanan bu evlilik, birbirini yaralayan ve umursamayan bir ilişkiler toplamına dönüşmüştü. Artık kendine bile o masum yalanlardan söylemeye başlamıştı. Cennet ve cehennemi aynı anda yaşıyordu. Herkes kendini saklamak için çeşitli roller oynuyordu. Yaşadığı hayat oyuna dönmüş, samimiyetten uzak, yapmacık ve olması gereken mantığında bir ilişki sürdürüyordu.

Düşünüyordu…

Öpülerek, günaydın diyerek uyandırılmayalı ne kadar zaman olmuştu. Taptaze kır çiçekleri almayalı… Bugün nasılsın? Birlikte ne yapalım, nereye gidelim diye sormayalı? Bütün buna benzer eksiklikleri düşündükçe suskunluğu artıyordu. Bir an önce aşk’a kavuşmak istiyor, aşk içinde yok olmak istiyordu… Yıllardır düşlerinde canlandırdığı aşk farkında olmadan kapısını çalıyordu.

Peki, aşk’ı bu kadar çok istemesine rağmen, “kim o” demeye cesareti var mıydı?
Bir su gibi akıp giden yılların acısını ancak başka bir yürekte, başka bir tende dindirebilirdi. Ama bunu yaparsa da toplumun kendine dayattığı, yuvayı yapan dişi kuş motifine ters düşmez miydi? Bir yanda yüreğini kasıp kavuran tutku dolu arzular… Yeni bir fethin coşkusu… Sevilme isteği… Bir yandan da sıradan davranış kalıplarına sıkışmış, karmaşık duyguların içini doldurduğu ruhsal patlamalar yaşıyordu…

Yıllardır aradıklarının aslında kaçışları olduğunun bilinciyle kımıldayamıyordu. Gün geçtikçe gözlerinin ışığı azalıyor, suskunluğu artıyor, yaşadığı bu tezatlık içinde gözyaşlarına boğuluyor ve mutluyum yalanını mecburen sürdürmeye devam ediyordu. Bu yalandan kurtulmak için yeminler ediyor ama bir türlü kurtulma adına gerekli adımı atacak cesareti gösteremiyordu. Her şeyin bir zamanı vardı… Ama zaman özlemi dindirmiyordu.

Kimin umurundaydı nerede olduğu, ne hissettiği, duygularını kim önemsiyordu ki? O böyle bir yaşam sürdürüp giderken, kimse bugüne kadar onun yüreğine dokun(a)mamıştı. Bir zamanlar neşe dolu, hayallerinin tüketilmediği, okşandığı, sevildiği anları gözlerinin önüne getirmek istedi… Ama gençliği dışında çokta mutlu günü yoktu anımsanacak… Evliliğinin ilk birkaç ayında eyinden biraz ilgi ve şevkat görmüş. Oda bir zaman sonra yerini, soğuk bir döneme bırakmıştı. Şimdi istese de geçmişi, o günleri geri getiremezdi.

Sabahın alacakaranlıktan sıyrılmasına yakın, doğruldu yatağından, sigara içmek için balkona doğru yöneldi. Uyuyamamıştı bütün bir gece, nefes alamıyordu sanki. Acıları, geçmişi boğazına düğümlenmişti. Yüzüne doğru süzülen gözyaşlarını elinin tersiyle siliyordu ama aslında hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu. Bütün içindeki ağırlığı boşaltana kadar ağlamak istiyordu. Rahatlıkla yaslanıp ağlayacağı bir omuz, gözyaşlarını silecek ve güvenle sarılıp sıkı sıkı tutunacağı bir el arıyordu.

Kendince yalana dönüşmüş hayatında, ısrarla tekrar edilen sorular ve cevaplarla sonu gelmeyen bir döngüydü sanki yaşadıkları… Dışarıda esen serin rüzgâr tenine değdiğinde içini titretti. Dikkatini topladı. Bütün bu yaşananlara ne zaman, nasıl son vereceğini sordu kendine?

Zamanı geldiğinde dedi, derin bir ah çekerek. Olasılık dâhilinde, daha zamanı var der gibi… Becerememekten korkuyordu. Sigarasını yaktı, derin bir nefes doldurdu içine, sonra aynı tempoda birkaç kez daha tekrarladı bu iç çekişlerini…

Uzun bir yolculuğa çıksam, hiç kimsenin bilmediği, buradan çok çok uzaklara gitsem, bu ruh halinden kurtulabilir miyim diye düşünüyordu? Hiç kimsenin arayıp sormadığı, telefonların çalmadığı, hesap vermelerin olmadığı, doğayla, kendiyle baş başa kalabileceği bir kaçış gerçekleştirebilse değişebilir miydi?

Duraksadı, lanetler yağdırdı geçmişine, kadın oluşuna içerledi. Erkek olsaydı belki de çoktan alıp başını gitmişti. Elini, kolunu bağlayan içinde bulunduğu duruma sinirlendi. Yoksa ulaşılmaz hedeflerin peşinden mi koşuyordu…? Bunalıma girmemek içten bile değildi. Yoksa bir kaç ilaç alıp unutmalı mıydı tüm bu istekleri…? İşe yaramaz korkağın biri olduğunu düşündü. Kendinden mi kaçıyordu, yoksa gerçeklerden mi? Her şey gerçekten iyi olabilir miydi? Ya o adam… Farklıydı evet, ona tutulmuştu… Ama gitmeye cesareti yoktu. Korkuyordu, gerçekten sevilmekten korkuyordu… Mutsuzluğa alıştığı için, mutlu olmaktan korkuyordu…

Ya doğru çıkarsa tüm beklentileri, ya hayatın bir yanında mutluluğun da olduğunu keşfederse… Tüm bu kendini kandırmaların sonucunda, gerçeğin acı bir tokat gibi yüzünde patlamasından korkuyordu.

Balkonun penceresinden odaya baktı. Yatakta uzanmış ve kendinden bir haber yatan adama baktı, kocasına… Koca bir hiç görüyordu. Bir zamanlar benim için özelsin diyen, şimdilerde umursamaz bir yalanın sahibini, yalanı gördü… İçinde biriken nefreti dindirmek istercesine sigarasından derin bir nefes daha çekti, sigaranın ateşi parladı gözlerinde, böyle kaç gece daha ölümün soğuk acısını yaşacaktı bu hiçliğin koynunda…

Ona baktıkça değişmeye kararlıydı ama değişmeye korkuyordu… Neden korktuğunu bilmese de yinede korkuyordu. Genellikle sakin ve sabırlı olan mizacı, bu mevcut resmi gördüğünde kaskatı kesiliyor, acımasız bir ruh haline bürünüyordu.

Bu yeni adam hayatına girmeye başladığı andan itibaren içinde bulunduğu her şey daha da kördüğüm olmuştu… Kendine bir şans tanı, bir şans tanı diyen ses beynini kemirip duruyordu. Son günlerde kendinde anlam veremediği değişiklikler olduğunun da farkındaydı… Acaba dedi; fark ediliyor muydu?

Güzeldi, gençti, yapabilir miydi?

Tutukluluğunu düşündü, aşabilir miydi?

Neden artık mutsuzluğunu kendinden saklayamıyordu?

Bu aşkın büyüsünün kendisini de içine almasına izin mi vermeliydi? Yıllardır sorguluyor ve durmadan içinden geçenlerle gerçekler arasında mücadele ediyordu…

Başkası olsa yerinde nasıl davranırdı? Alıp başını gider miydi? Yoksa kalıp mevcut şartlarda yaşamaya devam mı ederdi? Ya diğer kadınlar, kaçı kendini anlardı, kaçı onun gibi düşünürdü…? Her bir verilen karar, başka bir vazgeçiş değil miydi?

Toplumun çoğu tarafından, özellikle de kendi çevresinde kabul görmüş bir düzene söz söylemek ne değiştirebilirdi ki; elalem ne der acımasızlığıyla dayatılan pembe tabloların, korkularının arkasındaki çirkinlikleri gidermediğini, acılarını dindirmediğini görüyordu…

Kendisi olmak için söz verdi kendisine, bu hayatın böyle devam etmesine izin vermeyeceğim dedi. Yaşanan, ama yaşandığı inkar edilen gerçekleri, tüm çıplaklığıyla açığa çıkaracağına dair söz verdi kendisine.

Adam neredeydi şimdi? Acaba onu düşünüyor muydu? Yaramaz bir kız çocuğu gülümsemesi aldı yüzündeki öfkenin yerini. Aslında duymaktan korktuğu, çekindiği sevgi sözlerini duymak istiyordu… Yaşadığı süreç hiçte kolay değildi. Değişmek istiyordu.

Haykırarak dile getiremediği özlemini, gecenin sesiyle bütünleştirip gözyaşlarıyla uykuya sığınmak istemiyordu. Tüm gerçekliğine, tüm hedeflerine, kendine verdiği tüm sözlere rağmen odanın kapısını açtı ve istemeden de olsa bir hiçliğin yanına uzandı…

İmkânsızlığını biliyordu. Özlemin yoğunluğunu da… Güneşin doğmasıyla yeni kapıların açılacağı umudunu besliyordu…

Ne diyebilirdi? Hangi sözcük, hangi cümle bütün bu yaşananları rahatlatabilirdi?

Kadın sürgün düşlerine sığındı ve yeniden umutlarına sarıldı…


Doğan ORMANKIRAN

( Sürgün... başlıklı yazı ScarletFALCON tarafından 23.03.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.