“Ah…Karabaşlarım yanımda olsaydı korkar mıydım hiç?..”
 

            Son kalan gücümle üç taş atımı uzaklıkta olan Tabak emmimin tarlasındaki ahlat ağacına varmak istiyordum. Üstü karla kaplandığından büyük bir mantar gibi görünü-yordu ahlat ağacı. Geçen yaz, okulların açılmasına yakın bir zamanda sürüden ayrılan koç ve tekeleri güderken, yaşıt üç emmi oğluyla birlikte onun dibine gelmiştik. Ağacın üstüne çıkıp ahlat yemiştik. Salladığımız dallardan düşenleri de koçlarla tekeler yemişti. Yere indiğimde, karagözlü koçuma ellerimle ahlat yedirmiştim.

            “Ah…Karagözlü koçum yanımda olsaydı ne iyi olurdu…Kurtları yaklaştırmazdı. Öyle bir tos vururdu ki, kurtların beyinlerini parçalardı. Ya da bellerini kırardı…Burmalı boynuzlarıyla hınzır kurtlara aman vermezdi. Üstüne binerdim. Ellerimi tüylerinin içine sokardım. Dizilerimi de böğrüne dayardım. Karagözlü koçum sıcak olduğu için hiç üşümezdim…”

            Isınır gibi oldum.

            Belova’ya varınca, karabaşlarım gibi karagözlü koçumu da seveceğim. Arpa vereceğim. Koçumuzun gözlerinin etrafı siyahtı. Hepsi yağ olan geniş kuyruğunun ucu siyahtı. Bir de, önayaklarının tırnak üstleri öyleydi. Gerisi aktı. Yıkadığımızda apapak olurdu. Beş altı kıvrımlı grimsi boynuzları vardı. Karagözlü koçumuz kocamandı. Sırtına binerdim. Ne bulursam yedirirdim. Avucuma tuz koyar yalatırdım. Yanımdan hiç ayrılmazdı. Bizim karagözlü koçtan daha dövüşken koç yoktu. Bütün koçları yenerdi…

Geçen yaz koyun otlatan büyüklerin işi olduğunda, emmi oğullarıyla birlikte birkaç defa yakın yerlerde koyun güderken koçumu; burçak, nohut ve arpa tarlalarına sokuvermiştim. Öbür çocuklar da kendi koçlarını sokmuşlardı.     

            “Bir daha elin tarlasına koç sokmayacağım Allah’ım…”

            Birden tökezledim. Dizlerim kara gömüldü. Arkamdan gelen bir kurt pençe atıp yıktı sandım. Arkaya nasıl döndüğümü bilmiyorum. Kibrit çöplerini çakmak istedim. Soğuktan uyuşmuş ellerim buluşmadı. Arkamda kurt yoktu. Çevreye bakındım, bir şey göremedim. Kalbim, yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Dizlerimin üstünde döndüm. Ahlat ağacı, bir taş atımı uzaklıktaydı. Kalkmak istedim, kalkamadım. Kurt pençe attı korkusu, dizlerimin dermanını hepten tüketti. Soğuktan kuruyan dudaklarım cayır cayır yanıyordu. Gözlerim de öyleydi. Burnumla kulaklarım sızlıyordu. Parmak uçlarım pek fena acıyordu. Ayaklarım yoktu sanki.

            “Ya Allah!” deyip hamle yaptım. Ayağa kalktım. Allah’ın güç verdiğine inandım. Adımlarım küçülse de ağlat ağacına doğru yürümeye başladım. “Az kaldı. Ha gayret,” diyerek kendime güven aşıladım.

“Kurtları gördüğümde hemen ağaca çıkarım. Gövde kalın ve uzun olsa da tırmanırım. Geçen yaz çıktım ya, gine çıkarım evvel Allah…Dalların olduğu yere varınca otururum. Kurtlar ağaca çıkamaz.Çıkmaz isteler bile dal kırar, kafalarına vururum. Ahlat ağacındaki kurumuş ince dalları yakıp ısınırım. Ateşin dumanını gören anamla babam beni almaya gelirler…”
 
Anam geliyor gözümün önüne. Benim güzel anam…Beyaz tenli, boylu ve narin yapılı ama güçlü anam…Sol elinin yüzükparmağı olmayan (3) anam…Yoksa sağ elinin yüzük-parmağı mıydı? Yok yok, sol elinin o parmağı. Benim anam çok sevecendir… Bizlere aşırı düşkündür…Hayvan-lara da…Onlara, evlatlarının adıyla seslenir…Ayşe’m, Veysel’im, Fevzi’m diye…Erken kuzu doğduysa eğer, ona da kesinkes Adnan’ım diyordur… Çok yüreklidir benim anam…Haksızlığa dayanamaz. Kimseden de korkmaz… Kötüleri dövmeye kalkar. Gözü kara bir kadındır anam... Ondan anama Deli Fadime derler…
            Anam kadar güzel gözleme yapan olmaz. Açtığı yufkaya haşhaş yağı sürer. Katladığı yufkayı tekrar açar. Yine haşhaş yağı sürer. Bunları beş altı kere yapar. Kızgın sacda pişirdiği gözlemenin katları kağıt kadar ince olur. Gözleme öyle nefis olur ki…yedikçe yiyeceğin gelir.
Ağzım sulandı.

“Varır varmaz anama gözleme yaptıracağım…”

            Bu defa babam geldi gözümün önüne. Benim babam boylu bosludur. Çok uysaldır. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz. Çok da dürüsttür. “Okuyup öğretmen olacağım” dediğimde çok sevinmişti…İkinci dünya savaşında ihtiyat askeri olarak ikinci defa askere gitmiş. Okuma yazma biliyordu babam. Benim hemen okuduğumu, gecikmeli ve heceleyerek okurdu. Düzgün iş yapar benim babam…Ağaç işlerine eli yatkındır. Onun yaptığı ekmek teknesi, yaba, dirgen, döven çok beğenilirdi. İşe zor başlar, başladıktan sonra da bırakmak bilmezdi. Çok, çok iyi bir insandır benim babam. Kasımda anam doğum yaparken  gittiğimde, “Sana daha iyi giyecekler almak isterdim emme, gücüm bu kada-rını almaya yetti oğlum,” demişti. Boynumu bükmüştüm. Haklıydı babam…Parası yeterli olsaydı, daha iyi giyecekler alırdı bana…  

Yavru kardeşimi pek merak ediyorum. Belki kocaman olmuştur. Emekliyordur. İki aylık bebek emekler mi? Ne bileyim ben? Gülünce, soğuktan gerilen yüzüm acıdı.

            “Eve varınca, küçük kardeşimi abamın sırtına bindireceğim. Yok yok. Bu defa ben at olacağım. Minik kardeşimi dıgıdık dıgıdık gezdireceğim. Abamla ortanca kardeşim at olmaya özenirlerse onlara da bindiririm.
Dört kardeş, gülüş çığrış eğleniriz.”
            Ortanca kardeşim inşallah kaşınmıyordur Babam, yeni ilaçlar almıştı. Minik kardeşimin doğumunda ebem de ilaç yapmıştı. İnşallah iyileşmiştir kardeşim.

“Eve varır varmaz ortanca kardeşimin sırtına, karnına bakacağım…”

 
          Ahlat ağacının yanına gelmişim. Sırtımı ağacın
gövdesine verip Belova’ya bakındım. Evler gine uzaktaydı. Sarıkaya da öyleydi. Sırtımı gövdeden ayırmadan dönüp Aşağı Belova’ya baktım. Yolun yarısını biraz geçmişim o kadar. Kurtların olduğu ormanın devamına göz attım. Tarla, yan yukarı uzanıyordu. Orman da öyleydi. Kurtlar görünmüyordu ama, ormanda oldukları kesindi. Bana öyle geliyordu. Ormanın ucundan bana saldırdıklarında ağaca çıkabilir miyim diye gövdeye bakındım. Ağlayacak gibi oldum. Ağaca çıkana kadar kurtlar gelip ayaklarımdan yakalarlardı beni.Soğuktan uyuşmuş ellerim kibrit kutusuyla
çöpleri zor tutuyordu. Ağacın buz gibi kabuklarını nasıl tutabilirlerdi?... Soğuktan zaten uyuşuktum, hepten uyuştum. Bir tek sırtım kendinde. Ağacın gövdesine dayandığım için yüküm biraz hafifledi.
            Aha! O da ne? Taşpınar alanına sokulan bizim tarlanın çayırlarla birleştiği yerde bir karartı var…Ayıya benziyor. İri bir domuz da olabilir…Yüreğim yeniden küt küt atmaya başladı. Nedense o karartı hiç hareket etmi-yordu. Beni gözetliyor olabilirdi. Ahlat ağacının yanından ayrılmamı bekliyordu besbelli. Sırtımı gövdeye iyice daya-dım. O karartı ayı ve domuzsa eğer, gelene kadar can havliyle ağaca çıkarım. Domuz ağaca çıkamaz.
              Üşümüş ellerimle ağaca çıkamayacağımı anlayınca
içli içli ağlamaya başladım…

 

               Devam edecek         2 Bölüm kaldı

 

              Veysel Başer
 
3: Annem on yaşlarındayken sol elinin yüzük parmağını incitmiş. Önce şişen parmak giderek morarmış. Kocakarı ilaçları yarar sağlamamış. Parmak kangrene dönüşmüş.
Kangren ele geçmesin diyen dedem, döven oyacağı ile
(bir ucu kıvrık, döven altına çakmaktaşı yuvası açmaya
yarayan keski) o parmağı dipten kesmiş.
( Mektep Çocuğu 3 başlıklı yazı Veysel Başer tarafından 5/3/2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu