*üstteki resim Abay'a aittir  
 
 
                             Uzakta Kaan Ayak İzi    (ikinci bölüm)
 
                                       Abdurrahman DEVECİ
 

Sen bir ay geçtikten sonra tekrar işe başladın İdris Ağa! Yine eski yerinde, kaldırımda oturdun, boyalarını, fırçalarını, ip ve iğnelerini çıkardın. Gereken her şeyi tekrar serdin ortaya. Hayat devam ediyordu ve para kazanmalıydın, ekmeğini çıkarmalıydın. Seni gördüğümde ilk sorduğum şu oldu:

-                     O şoför ne oldu İdris Ağa?

Başını sallayarak dedin ki:

-           Allah’a bıraktım İlyar Can. Biz Afganlıyız. Afganlının canının değeri var mı ki?

Gözlerin doldu yine.

-                     Polis peşine düşmedi mi?

-                     Ne bileyim, nereye gittiği belli değil diyolar. Kimse de teşhis edememiş ki onu. “Bir haber çıkarsa söyleriz.” diyolar.

Gene gözlerini bir noktaya diktin ve gene başını salladın. Derinden bir ah çekip:

-                     Oğlum gitti, Abay Canım gitti! Şimdi şoför bulunsa da oğlum geri gelmeyecek ki. Ömrümün hasılı gitti, dedin.

Sol elinin gücünün hâlâ yerine gelmediği belliydi. Ayakkabı dikerken o elinin titreyişini görebiliyordum. Sadece sağ elini kullanmaya gayret ederdin. O zaman ayakkabıyı elinden alıp kendim dikesim gelirdi. Ama sen bırakmazdın ki. Sen bir ay içinde öyle kırılmıştın ki on sene birden yaşlanmış gibiydin. Biliyordum senin hayallerin, düşüncelerin hepsi Abay Candı. Bakışından, nefes alışından, bana bakarken gözüne dolan yaşlardan belliydi.

-                     Sen Abay Canın tek arkadaşıydın, o seni çok severdi. Sen benim oğlum gibisin. Sen bana Abay Canı hatırlatıyorsun, seni görünce onu görmüş gibi oluyorum, derdin.

 

Ben liseye doğru her gidişimde, başını önüne eğip derin düşüncelere daldığını görüyordum. Şimdilerde elin boş olsa bile beni göremiyordun. Gün geçtikçe daha da kırgın gözüküyordun. Birkaç ay içinde yüzündeki kırışıklıklar birkaç kata ulaşmıştı. Çok zayıflayıp oldukça incelmiştin. Liseden dönerken genellikle yanına gelip hâlini hatırını sorardım. Moral vermeye çalışırdım.

-                     İdris Ağa, kader öyleymiş ne yapacağız. Tanrı Abay’ı erken almak istemiş. Bu kadar üzülme, korkarım ki sonu fena olur. Sen şimdi geride kalan çocuklarını düşünmelisin, Allah’a şükret, sağlam iki kızın var.

Sen derin bir nefes çekip:

-                     Haklısın oğul, bunların hepsi tanrının kaza kaderidir. Dua et Allah bana sabır ve kuvvet versin, derdin.

Ben namazlardan sonra senin için dua ederdim.

Allah’a şükür zaman geçtikçe yavaş yavaş kendine geliyordun. Giderek yüzünün rengi yerine gelmeye başladı. Şimdi gözlerin bir noktaya takılıp kalmıyordu.

Bir gün birlikte Duşembe Pazarı’na gittik. Evin için patates, soğan, meyve aldık. Ben sana yardım edip onları evine kadar götürdüm.  Sen saçımı okşayıp:

-                     Allah razı olsun Abay Canın arkadaşı, dedin.

Eşin de beni görünce:

-                     Gelin eve çay için, dedi.

İçeriye girdik. Kızın Senem Can geldi, yüzüme bakıp oturdu. Saçını okşadım.

-                     Nasılsın Senem Can, maşallah büyümüşsün. Söyle oyuncağın var mı senin?

-                     Bir tane vardı, Abay almıştı bana. Eskidi, yırtıldı.

-                     O zaman sana yenisini alırım. Senin gibi güzelce bir kız bebek getireceğim sana.

Kızcağız güldü. O an Gülcemal annesi ile odaya girip benimle usulca selamlaştı. Yine o şimşeği gördüm bal gibi gözlerinde. 

Sen kızına dedin ki:

-                     Gülcemal, annenin hâli iyi değil, çayı sen koy kızım!

Gülcemal çabucak çay yapıp geldi. Çayı kazakların kullandığı büyük su kaselerine koymuştu.

O an sen dedin ki:

- Şimdi işlerin hepsi kaldı bu zavallı kızın üstüne. Hem evin işine bakıyor hem halı dokuyarak ev masrafına destek oluyor.

Gülcemal bize baktı. Ben de ekledim:

- O hafta da gelenlere çok iyi ev sahipliği yaptı.

 Ben o zaman senin bu çocuklarından da söz ettiğine çok sevindim. Gülcemal’in de gözlerine sevinç ve memnuniyet oturdu. Gidip annesinin yanında oturdu. Ailen şimdi benim yanımda çok rahattı İdris Ağa! Galiba beni ailenden biri gibi görüyorlardı artık. Ben Gülcemal ile konuşmayı çok isterdim ama nasıl? Anne babasının yanında konuşamazdım. Ancak sonunda ne olursa olsun biraz cesarete geleyim dedim. Telaşlanıp kızına bakarken sana sordum İdris Ağa:

- Gülcemal okula gitti mi?

Gülcemal benim soruma sevindiğini bildirdi. Hemen kendisi cevapladı. Ama çok kısa:

-                     Evet!

Sonra sen ekledin:

-                     Evet ilkokulu bitirdi, ondan sonra okutamadık.

Kızına ondan fazla bir şey soramadım. Sizden utanıyordum İdris Ağa! O sorduğum da şaheserdi benim için. Birlikte oturup çay içtik. Ben oğlunuz gibi olmuştum. Bana “Abay Canın arkadaşı” derdiniz. Ben ile Abay’ın çektirdiği fotoğrafları çerçeveletip asmıştınız duvara. Sen, komşuların zaman zaman size uğradığından, Gülcamal’in de komşu kızları ile halı dokuduğundan söz ettin. Komşularından hoşnuttun. Hayatınız giderek normal bir duruma geliyordu. Ben de şimdi gece gündüz Gülcemal’i düşünüyordum. Onu sevdiğimi ona bir şekilde söylemek istiyordum. Ancak nasıl, nerede, hangi dille? İyi bir zamanı kollamam ve iyi bir plan yapmam lazımdı. Belki de anneme söylemek hepsinden iyiydi. Böyle çareleri düşünürken maalesef o kötü haberi duydum ve hayallerimin hepsi suya düştü.

Evet, bir gün senin yanına geldiğimde gördüm ki gözlerin kan çanağına dönmüş. Derin derin soluyordun. Sordum:

-                     Ne oldu İdris Ağa!

Sen:

- İlyar! Bize “İran’ı terk etmelisiniz.” dediler. “Kazakistan’a gideceksiniz.” dediler.

Ben böyle bir haber bekliyordum ama bu kadar erken değil.

-                     Neden? Neden Kazakistan?

Sen ah çekip yanıtladın:

-                     Biliyorsun ki oğlum, biz Kazağız. Kazakistan da yeni bağımsızlığını kazandı. Kazakistan’ın Cumhurbaşkanı dünyaya dağılmış Kazakları Kazakistan’a toplayacağını söylemiş. Bu yüzden “Kazaklar Kazakistan’a gitsin.” dediler.

-                     Ya gitmezseniz?

-                     Bu gün polis geldi eve. “Ya Afganistan’a gidin ya Kazakistan’a.” dediler. Duydum ki Kazakistan’da Kazak nüfusu azmış. Çok Rus varmış. Kazakların nüfusunu çoğaltmak istiyorlar galiba.

Ben güçsüz, zayıf bir sesle:

-                     Çok kötü o zaman İdris Ağa. Ben size alışmıştım. Aslında bilmiyorum belki de sizin hayrınızadır. Ne de olsa bir Kazak ülkesidir, dedim.

Sen başını sallayarak:

-                     Hey İlyar Can! Ben genç olsaydım kendi isteğimle de giderdim oraya. Ancak biz bir ömür bir türlü yaşadık, onlar başka bir türlü. Biz namazla, oruçla büyüdük, yaşadık; orada yaşam nasıldır bilmiyorum ama orasının âdetlerinin bize uyacağını sanmıyorum. Nihayetinde onlar yetmiş sene komünistlerin hakimiyeti altında yaşamışlar. Ben ki beş vakit namazımı terk etmiyorum, harama el sürmüyorum nasıl yaşayım orada? Oğlum ben ömrümün bu son günlerinde başka yere göçmek istemem. Afganistan’dan göçüp gelmek ne kadar azap verdi bize biliyor musun? Buraya yeni alışmıştık. Şimdi başka bir ülkeye gidip her şeye sıfırdan başlamak gerekiyor… Hey, şimdi bende hiç hâl mecal kalmadı oğlum. Bir ayağım çukurdadır benim.

Biraz suskun kaldıktan sonra içten bir ah çekip sözüne devam ettin:

-                     Annemle babamın, kardeşimin kabri kaldı Afganistan’da. Şimdi de oğlumun kabri burada kalacak. Ben nasıl Abay Canın kabrini burada bırakıp gidebilirim? Hayır, ben gidemem. Oğlumun kabrini bırakıp gidemem.

Gene yaş akmaya başladı gözünden. Yüreğim burkuldu. Ben de sizin gitmenizi hiç istemiyordum. Ayrıca Gülcemal’e de gönül vermiştim. Başımı önüme eğdim.

-                     Anlıyom İdris Ağa! Çok acı gerçekten. Şimdi ne yapacaksınız?

- Ne yapayım, yabancılar şubesine gideceğim, ayaklarına sarılacağım, yalvaracağım, biz buraya alıştık diyeceğim, İran’ı seviyoruz diyeceğim. Oğlumun kabri burada, lütfen bırakın ben kalayım diyeceğim. Belki biri acır bize, belki yardım eden olur. Ne bileyim oğlum, ne yapacağımı kendim de bilmiyorum ki. Şimdi yeni bir yere göçmeye, yeni bir hayata başlamaya asla mecalim yok, hâlim yok vallahi.

 

Başını önüne eğip Abay’ın yas günlerindeki gibi yine gözlerini bir noktaya dikip derin düşüncelere daldın. Şimdi ne konuşuyordun ne de bir ses duyuyordun. Galiba kendi hâline bırakıp gitmek daha iyiydi seni. Matem ile evimize doğru gittim. Başım çok ağrıyordu. Ense damarım da çekiyordu. Bu nasıl dertti sizin düştüğünüz dert! Ayrılık derdi, vatansızlık derdi. Allah bunu kimseye göstermesin.

Akşam üstü dışarı çıkıp Senem Can için güzel bir oyuncak bebek satın aldım. Sarı saçlı, mavi gözlü bir bebek. Akşam geldim evinize. Hepiniz bir odaya toplanmıştınız. Sen, eşin Gülsünay ve iki kızın.

Selamlaştıktan sonra Senem Canın yanına gidip oyuncak bebeği eline verdim.

- Al bu senin Senem Can.

Senem önce hayretle oyuncağa baktı. Sonra kahkaha atmaya başladı. Bir bana bakıyordu bir de oyuncağa. Eline dünyaları almış gibiydi. Çocuk çok bir şey anlamıyordu. Bizim kalbimize ağırlık veren gamın ona bir etkisi yoktu. Yine de Gülcamal’in çay koymasını istediniz.

Ben Gülcemal’e bakıp:

-                     Hayır, zahmet etmeyiniz, gerek yok, dedim.

Gülcemal:

-                     Ne zahmeti!, dedi.

Gözlerimiz yine birbirine takıldı. Gülcemal’in gözleri gamlı gözüküyordu. O çay koymaya mutfağa gitti. Oturduğum yerden mutfak görülüyordu. Her ne kadar oraya bakmayayım desem de olmuyordu. İster istemez gözüm Gülcemal’e takılıyordu. O da benimle aynı duyguyu yaşıyordu galiba. Bir gözü kase, çaydanlık, tepsideydi; öbür gözü de bende. Senem oyuncağı kucaklayıp öpüp duruyordu. Ancak İdris Ağa, sen cansız bir insan gibi arkanı vermiştin yastığa ve sükunetle bana bakıyordun. Az sonra konuşmaya başladın:

- Gittim. Olmadı. Kimse beni dinlemedi. “Buyruk üstten.” dediler.

Ben kızarak:

-                     Zorbalık ediyorlar ya!, dedim.

-                     Eğer Kazakistan’a gitmezsek bizi Afganistan’a gönderecekler. Ancak Afganistan’da şimdi şiddetli bir savaş var. Biz istesek de Mezarşerif’e varamayız. Yol kesinlikle güvenli dil, özellikle bir aile için. Bu kızlarla oraya gitmek çok tehlikelidir.

Gülcemal tepsi ile çay getirip önümüze koydu. Ben Gülcemal de anlasın diye yüksek sesle:

-                     Doğrusu ben de size alıştım İdris Ağa, gitmenizi hiç istemem, Senem Cana da alıştım, onu özleyecem, dedim.

Ama “Gülcemal’i de özleyeceğim.” diyemedim. Elbette öyle söylesem de şimdi bir faydası olmazdı ki. Hiçbir şeyi değiştiremezdim. Bu sözle sadece kalbimin ateşi daha da alevlenirdi. Hem de Gülcemal’in duygularını uyandırıp ona eziyet ederdi. En iyisi hislerimi kalbimde hapsedip kendim yanıp kendim sönmekti. Siz gitmek zorundaydınız ve benim, hatta benden büyüklerin bile elinden gelecek bir şey yoktu ki. Sen:

-                     Ne yapalım, mecbur kalırsak gideriz Kazakistan’a, savaşın içine girmekten iyidir, dedin.

 

                                                                         ***

Birkaç gün sonra gitmek için toparlanmıştınız. Buzdolabı, televizyon ve diğer ev eşyalarını ucuza elden çıkarmıştınız. Bazılarını da komşulara bağışlamıştınız. Birkaç Kazak komşu da sizi uğrulamak için gelmişti. Pehlivan Bey de gelmişti vedalaşmaya. Kırmızı renkli eski bir peykan[1] geldi sizi sınıra kadar götürmeye. Sınır kapısı bir buçuk saatten fazla sürmezdi bizim şehirden. Son defa tokalaştınız, öpüştünüz komşularla. Arabaya binmeliydiniz. Ben de sizinle sınıra kadar gelip yardım etmeyi düşünüyordum. Çantalar ve bavulları arabanın bagajına koyduk. Sen, eşin, Gülcemal arka koltuğa oturdunuz. Ben ve Senem Can öne, şoförün yanına oturduk.  Sen:

-                     Şehirden çıkarken mutlaka Abay Cana uğramalıyız, bu son vedalaşmamız olacaktır, dedin.

Şehirden çıktığımızda araba kabristanın yanında durdu. Sen eşine ve çocuklarına bakıp:

-                     Siz bekleyiniz burda, biz hemen geliriz, dedin.

Eşin:

-                     Ben de geleceğim, dedi.

-                     Hayır kadınlar gelemez kabristana!

-                     Ama gitmeden önce mutlaka Abay Canın kabrini görmeliyim. Bundan sonra kıyamete kadar onu göremem.

-                     Öyleyse kesinlikle ağlamayacaksın.

Ben, şoför ve siz karı koca kabristana girdik. Kızlar abrada kaldı. Kabrin başına vardığımızda Gülsünay oğlunun kabrine kapanıp ağlamaya başladı. Sen ona bir şey demedin. Her zamanki gibi başını öne eğip bir noktaya gözünü diktin ve kendi kendine sessizce ağladın. Biraz sonra şoför:

-                     En iyisi Fatiha okuyup gidelim. Eğer geç kalırsak sınırı kapatırlar, dedi.

Üç kere Fatiha üç kere de İhlas surelerini okuyup Abay’ın ruhuna bağışladık. Gülsünay’ın duasını duyabiliyordum:

-                     Allahım, ben ki bundan sonra balamı göremem, mahşer gününde balama kavuştur beni. Birbirimizden ayrı düşürme Allahım!

Sonra kalkıp gittik. Kabristandan çıkarken yaşla dolan gözlerinizi son defa kabre diktiniz. Arabaya binip yola düştük. Gümrüğe kadar kimsenin sesi çıkmıyordu. Arabanın sesinden başka bir ses duyulmuyordu. Sonunda şoför arabanın radyosunu açtı. Gürgen[2] radyosunun Türkmen programına ayarladı. Türkmensahralı bakşı Durdi Turrik Mahtumkulu’dan bir türkü söylüyordu.

Sınır kapısı çok kalabalıktı. Ne kadar insan toplanmıştı oraya. Kapının böyle olduğunu bilmiyordum. Pazar kurulmuş gibiydi. Bir tarafta dükkânlar, büfeler, kulübeler, bir tarafta çaycılar, ciğerciler… Pasaportlarını kapıdaki polise gösterip gümrük avlusuna girenler, gümrükten çıkıp buraya gelen Türkmenistanlı erkek ve kadınlar, onları karşılayıp kucaklayan akrabaları… Türkmenistanlılar gelince alıcılar da hemen onların çevresini kuşatıp: Ne getirdiniz? diye soruşturmaya başlıyorlardı.

O kalabalıkta biz de arabadan inip çantaları, bavulları arabadan indirdik. Siz arabanın parasını verdiniz. Şoför bana bakıp:

-                     Sen döneceğin mi yoksa kalacak mı burada?, diye sordu.

-                     Kalacağım, bunlara yardım etmem lazım.

Şoför gitti. Biz gümrük avlusuna girmeliydik. Birlikte öne geçtik. Kapıda duran göbekli polis sordu:

-                     Pasaport?

Sen pasaportu uzun ceketin iç cebinden çıkarıp polise verdin.  Polis:

-                     Bu kadar adam için sadece bir pasaport mu?, diye sordu.

Sonra bana bakıp:

-                     Neden bunun fotoğrafı yok?, dedi.

Ben:

-                     Ben Afganlı dilim, ben sadece bunları uğrulamaya geldim, dedim.

-                     Ha… söylesene ya, o zaman sen çekil, sen içeriye giremezsin.

-                     Ne olur izin veriniz ben de geçeyim. Bu İdris Ağa hastadır. Kalp krizi geçirdi. Ben olmadan bunlar taşıyamazlar eşyalarını.

Polis İdris Ağanın hâlsiz yüzüne baktıktan sonra:

-                     Hadi çabuk geçin!, dedi.

Sonra benim kulağımı yavaşça büktü ve alay eder gibi gülümseyerek:

-                     Kendini Afganlı gösterip o tarafa geçme sakın!, dedi.

-                     Tamam polis bey, mutlaka döneceğim, teşekkür ederim.

Gümrük binasına girdik. Sıraya durduk. Gümrük memuru çantaları ve bavulları birer birer kontrolden geçirdi. Pasaportlara çıkış damgaları basıldı. Gümrüğün arka kapısından çıktık ve diğerleri gibi avluda midibüsün gelip yolcularını alıp götürmesini bekledik. Vedalaşma zamanı gelip çatmıştı. Ne kadar zordu bu vedalaşma, birbirinden ayrı düşme! Siz uzak yere gidiyordunuz, Türkmenistan’dan da daha uzak. Tam nereye varacağınızı ne sen biliyordun ne de ben İdris Ağa! Sadece hedefinizin Kazakistan olduğunu biliyorduk. Kazakistan Elçiliğinden vize verilmişti size. “Oraya vardığınızda sorumlular sizi karşılayacak.” denmişti. Siz kalanını Allah’a havale edip çıkmıştınız. Burada kalacak olan ise bendim, bir dünya hatıra ile. Belki de bundan sonra hiçbir zaman sizi göremezdim. Belki de bir gün kısmet olup benim de yolum düşerdi Kazakistan’a ve orada bulurdum sizi. Dünya işine akıl erdirmek anlamak zor.

Evet vedalaşma zamanı gelmişti. O an kimse yaşını tutamazdı. Hepimiz yaş döküyorduk. Abay’ın annesi titreyen sesi ile:

-                     Asla İran’ı terk edip gitmek istemiyordum. İkinci vatanımız gibi olmuştu, dedi.

Kendini bilmeden elini omzuma koyup nalan sesi ile:

-                     Oğlum, Abay’ın kabrini sana emanet ediyoruz. Ara sıra git oraya. Kur’an oku. Bizim yerimizi sen doldur oğlum, dedi.

-                     Sana söz veriyorum yenge. O benim arkadaşımdı, kardeşim gibiydi. O sizin İran’daki tek yadigarınızdır. Ben hiçbir zaman Abay’ı ve sizi unutamam.   

Gülcemal’e baktım. O da yaşa boğulan gözleri ile bana bakıyordu. Bir an onunla konuşmak istedi canım:

-                     Keşke gitmeseydin Gülcemal, ben seni yeni bulmuştum, diyesim geldi.

 

Galiba o da aynı duyguyu yaşıyordu. Gözleri ile bana:

-Keşke, dedi.

Ama sen İdris Ağa, derin bir sükunete dalmıştın. Hiç konuşmuyordun. Gözlerin donmuş gibi soğuk bakıyordu. Göz gezdirdin güneye, bizim şehre doğru. Bütün göğü kara bulutlar kaplamıştı. Derin bir soluk aldın. Kucakladın beni. Ben de son defa seni öyle kucakladım ki kederlerinin hepsini kalbinden çekip kendime geçirmek istiyordum.

-                     İdris Ağa, Kazakistan’a vardığınızda ayağınızın tozuyla bana mektup gönderiniz. Ben bir gün kesinlikle bulurum sizi.

Sen sadece başını sallayıp “tamam” dedin. Senem Can da üzüntüyle bizlere bakıyordu. Onu kucakladım ve son defa öptüm yanağından.

-                     Tatlı kız, biliyor musun, vardığın yerde baban kocaman oyuncaklar alacak sana.

Senem galiba bu sefer durumu anlıyordu ki bu defa sesi çıkmadı. Midibüs yolcuları Türkmenistan sınırına kadar götürmeye geldi. Herkes bavulları ile bindi. Siz de bindiniz. Polis midibüse girip birer birer pasaportları gözden geçirdi. Sonra araba yola koyuldu. Ben gözlerimle sizi takip ettim. Siz de arabanın camından bana baktınız. Birdenbire gördüm ki bu son anlarda Gülcemal bana el sallamaya cesaret etmiş. Şimdi belliydi ki utangaçlık ve çekingenlik bile onu engelleyemiyordu. Şevklendim, ben de ona hemen karşılık vermeye başladım. Ondan sonra Senem Can ile annesi de bana el salladılar. O esnada gördüm ki Gülcemal buruşturduğu bir kâğıdı bana doğru attı. Zaman kaybetmeden kâğıdı yerden aldım ama o an açmadım. Gözlerimi sizden alamadım. Bakışlarımla izledim sizi. O an seni gördüm İdris Ağa, ölü gibi bana bakıyordun; hiç hareket etmiyordun. Midibüs uzaklaştı ve sizi belirsiz kaderinize doğru götürdü. Ben döndüm. Buruşuk kâğıdı açıp yaydım. Bir baktım ki Gülcemal eğri büğrü bir yazı ile:

-                     Ben seni seviyordum İlyar, ama hiçbir zaman söyleyemedim. Seni unutamam, hoşça kal!

Midibüsün gittiği yöne çevirdim yüzümü yine. Ancak şimdi midibüs görünmüyordu. Derin bir ah çektim. Gözüm, burnum sızladı. Yeni bir yaş dalgası coşup çıktı gözümden.

Gümrük avlusundan ağır bir yürekle çıkarken deminki göbekli polis:

-                     Şimdi neden ağlıyorsun? Neyin olurdu onlar?, diye sordu.

Ben:

-          Hiçbir şey, diye başımı önüme eğip çıktım.

 

Gümrükten Bender Türkmen’e gitmek kolay değildi. Otomobille gitmeliydim. Ancak otomobillerin çoğu gitmişti. Oradakilere sordum:

-                     Gümrük kapandığında Aggala ve Kümmet’e bir çok araba gider. Çalışanların servisi de gider Kümmet’e, rica edersen belki götürürler seni, dediler.

 

İki saat bekledikten sonra gümrük kapandı. Çalışanlar paydos etti. Mavi renkli bir midibüs bekliyordu onları. O göbekli polisi gördüm. Arabaya doğru gidiyordu. Yanına gidip dedim ki:

-                     Kusura bakmayın, araba bulamadım, ben de Kümmet’e kadar gelebilir miyim? Kümmet’ten Bender’e gideceğim.

Polis bana bakıp:

-                     Ya yine sen misin?, dedi.

Sonra  da ekledi:Gel içeri.

Memurlarla birlikte gümrük servisine bindim. Polis:

-                     O Afganlılar neyin olurdu senin?

-                     Ne diyeyim vallahi, her şeyimdiler; hem şehri, dostumun babası, sevdiğim insanlar, bir dünya hatıram…

-                     Öyle mi? Çok üzgünüm, o zaman o yaşlı baban için bir Fatiha okursan iyi olur. Zavallı, Türkmenistan gümrüğüne ayak basar basmaz kalp krizi geçirmiş. Şoför yeni getirdi haberini.

Birden bağırdım:

-                     Olamaz!

-                     Evet canım, onu ambulans ile götürmüşler o tarafa. “Canını çabuk teslim etmiş zavallı” dedi.  Allah rahmet etsin!

Yerle gök birbirine karıştı . Kara bulutlar nara atıp yaş döktüler yerin yüzüne.

 

***

 

Evet İdris Ağa, o göç sonunda seni elden ayaktan düşürdü. Sen çocuklarını yalnız bırakıp gittin, bir anne ve dilsiz iki kızını. Ondan sonra ne oldu bilmiyorum. Mutlaka Kazakistan’a varmışlardır. Kesinlikle senin cenazeni de Kazakistan’da toprağa vermişlerdir. Çünkü Türkmenistan’da kalamazdınız, sadece geçiş hakkınız vardı.

Ancak Gülsünay, Gülcemal ve Senem’den bir daha haber gelmedi.

 

Ay… Gülcemal bugün senin nerede olduğunu bilmiyorum. Sonraları neler yaşamış, neler çekmişsiniz hiç bilmiyorum. Ay… Gülcemal! Sen de, seneler geçmesine rağmen, hâlâ o günleri hatırlıyor musun? İran Türkmenleri arasında bir genç vardı ki temiz kalbini senin aşk evin yapmakta iken, felek senin elini tutup götürdü uzaklara, belirsiz bir kadere doğru. 

Ay… İdris Ağa şimdi on beş sene geçmiş o günlerden ve benim hayalimde sadece bir acı hatıra kalmış; senin döktüğün yaşlar. Senin yüzün her zaman ağlamış ve kırılmış şekilde geliyor gözümün önüne. O günleri her hatırladığımda canım sıkılıyor. Ancak ben aradan bu kadar yıl geçmesine rağmen, ara sıra, özellikle Kurban ve Ramazan bayramlarında Abay’ın kabrinin başına gidiyorum. Onun için Kur’an okuyorum. Her ilkbaharda görüyorum ki kabrinde türlü yeşil ot ve gelincik biter. Ben hâlâ buna inanıyorum ki en sonunda bir gün sizin ailenizden birisinin yolu buraya düşecektir, Abay’ın kabri için bile olsa.
 
SON
( Uzakta Kalan Ayak İzi 2 başlıklı yazı Rahman Deveci tarafından 9.08.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu