Aylardan hazirandı. Uzun süren bir yolculuktan sonra bir köy evinin önünde durmuştu, 1952 model içinde bulunduğumuz wlls jeepimiz.

            Ev sahibi koştu ve bizi yolda karşıladı, ve birkaç hoşbeşten sonra bize buyurun diyerek evinin bahçesinde ağırlamaya başladı bizi.

            Bahçe içinde tek tatlı bir evdi. Etrafımızdaki güller açmış mis gibi kokuyorlardı.

Üstümüze doğru sarkan ağaçtan ise, bir gelin tazeliğinde saf ve güzel kirazlar sarkıyordu ağacın dallarından.

            Ev sahibimi bize öğle yemeği yedirmek için koşuştururken, ben daha o yemek gelmeden kirazlarla doyurmuştum karnımı.

            Her zaman meyve yemeğin üzerine yenirdi ama, o gün ben dayanamamış altına yemiş oldum kirazdan koparıp yemekle.

            Neyse öğle yemeğimiz gelmiş onu da yedikten sonra, tekrar arabamıza binerek yolumuza devam ettik.

            Yollar dağlar aşıyor, ormanlar geçiyorduk. Arabamız tozu dumana katarak seke, seke gidiyordu tozlu taşlı dağ yollarından. İçinde olan bizlerin neredeyse içimiz dışımıza çıkmıştı. Bereket arada bir pınar başlarında mola veriyorduk da elimizi yüzümüzü yıkıyor kendimize geliyorduk.

            Bu şekilde üç –dört saat kadar gittikten sonra, arabamız Göksu nehrinin başında durdu.

Yol bitmişti.

Önümüzde nehrin üstünde, karşıya geçmemizi sağlayan kalın halatlardan korkuluğu olan ve ahşap ağaçlardan yapılmış bir asma köprüsü vardı.

            Nehir desen, baharın gelmesiyle eriyen karların sularıyla coşmuş akarken, sesiyle yeri göğü inletiyordu.

Geldiğimiz araba bizleri orada bırakmış geri geldiğimiz yere dönerken, bizler sallana, sallana ve korka, korka o asma köprüden karşıya geçtik.

            Üç beş katır ve o katırların başında birkaç kişi bizi ırmağın karşı yakasında bekliyordu.

            İçlerinden adının sonradan Kerim olduğunu öğrendiğim biri bize yaklaştı ve hoş geldin demek için ellerini bana uzattı.

            Elimi iki ellerinin arasına aldı yüzüme baktı.

            -hoş geldin beyim.

            Dedi.

            Ben memnun olduğumu söyleyerek tanımak ve tanışmak için onun adını sordum.

            Keyim beyim dedi.

            Şaşırmıştım,

Kerim diyeceği yerde Keyim diyordu. Sonra bir başkası yaklaştı o da aynı şekilde hoş geldin yaptı, yine ona da ismini sordum o da aynı kerim gibi,

            -Benim adım’ da Abduyahman beyim dedi.

İçimden Allah demişim, bunların her ikisi de konuşurken dikkat ettim (R )harfini kullanmıyorlardı.

            Önemsemedim ve arabadan indirdiğimiz kendi özel eşyalarımızı, katırlara yükleyerek ve üstüne de binerek köylerine doğru gitmeye başladık.

            Her taraf yemyeşil ceviz ağaçları, meyve ağaçları ve daha çok da kiraz ağaçlarıyla dolu, bahar sularının patika yollardan aktığı patika yolun çevresindeki bahçe duvarlarının ise yeşilliklerle kaplı olduğu evlerinin ise yeşilliklerden görünmediği bir köyün içinden geçerek muhtarın evine varmıştık.

            Bu köyde o yazın üç ay kalmıştım.

            Bu üç ay içinde, onların geleneklerini öğrendim konuşmalarında oradaki bütün insanların (R )harfini söyleyemediklerine şahit olmuştum.

            Bir gün kaldığımız evin önündeki pınarda elimi yüzümü yıkarken pınarın suyun biriktiği ahşap tekneye birden bir yüzün görüntüsü düştü.

            Sudaki yüz suyun berraklığı içinde dalgalanırken,kendimi cennet bahçelerinde sanmıştım.

             Başımı kaldırdım arkama baktım. Aman Allah m o ne güzellik o ne endam bir dağ köyünde böyle güzel de ‘ mi varmış demişim içimden.

           

            Bir köy var orada,

            O Köyde’ de yaşar bir güzel,

            Onda bir göz var.

Sanki ahununkine benzer,

            Onda bir endam var ki, sanki süslü püslü şehirli,

            Bir bakışı var,

            Eritir seni, beni yakar.

 

            Yanakları var.

            Kendi bahçelerindeki, kirazdan…

            Bir dudakları var kıpır, kıpır /al elmadan,

            Konca güller açmış yüzlerinde,

            Duramazsın sen,

koklamadan…

 

            Şaştım kaldım,

            Ağzım açık bakarken…

            Dedim içimden in’ mi cin’ mi yoksa melek mi?

            Bu kim?

            Kırk elli yıl öncesinde,

            Daha köylerde yol elektrik yokken.

 

            Eğildi.

            Ve dudakları değdi oluğa,

            İçti buz gibi sudan, soluk soluğa

            Güzelliğin gölgesi düştü, ben bakarken suya,

            Dedi adım Zehya,

            Ben yaşayım yan tayafta.

 

            Akşam olmuş onu düşünüyordum. Onun bakışları onun konuşmaları onun güzelliği gözlerimin önünden gitmiyordu.

            O gece hiç uyumamıştım onu hayal etmekten. Benimki aslında bir aşk falan da değildi. Sadece şehirden sekiz on saatlik uzak bir mesafedeki elektriği suyu yolu olmayan bu ilkel köyde, dağlarda açan kır çiçeklerinin köyün kadınlarına kızlarına yansıması onları güzelleştirmesiydi.

            Daha o zamanlarda o köyde doğru dürüst yün ya da pamuk yatak ya da yastık yorgan bile az bulunurdu. Bulunanlar da köyün zenginlerinde ya da muhtarın evinde ya da muhtarın köy odasında vardı.

            Bir hikayesini anlatmışlardı bununla ilgili orada iken bana, ayıp saymayın ama onu burada anlatmadan duramayacağım.

O Köyde geceleri kardeşlerin hepsi, kız erkek bir arada karışık olarak aynı odada yatarlarmış. Bir gün evin kızı bağırmaya başlıyor avaz, avaza.

            -“Ana, ana oğlun benim keytiğime başını koydu” Şuna bir şey söyle diyerek kardeşini şikayette bulunuyormuş anasına.

            Siz okuyucular sakın bunu yanlış anlamayın, ben de o zaman öğrendim, bu kertik meselesinin ne demek olduğunu. Meğer kertik dedikleri şey, yastık yerine uzun yuvarlak bir ağacı herkesin başının altına gelecek şekilde oyarlarmış ve onlar gece olunca da çocuklar, sıra, sıra başlarını yattıklarında o kertiğe koyarlar öyle uyurlarmış.

            Bunların altındaki yataklar da, o zamanlar içi saman ya da ot doldurulmuş kendilerin evlerde bulunan ilkel tezgahlarda dokudukları alaca kumaşlardanmış. Onu da ilk olarak o köyde görmüştüm.

            Evet; Çok hikayesini öykülerini öğrendiğim, bu yeşillikler içindeki Göksu nehrinin kıyısındaki bu köyün anılarını öykülerini sizlere anlatmakla bitmez.

            Hele bir köylülerdeki zil merakı var ki, zil çalıp oynamak eğlencelerde düğünlerde boğma rakı içmek hikayelerinin öykülerinin içinde geçen en güzel meraklarıydı.

Ve sonra domuz sürek avları, avdan sonraki ballandıra, ballandıra onu anlatışları, onların (R ) harfini söyleyemedikleri dillerinden dinlemek bir başka güzel oluyordu. 

            Bahar gelince, kırlarındaki karların arasında açan kardelenleri ve envai çeşit kır çiçekleri ve de adeta gökyüzünü delercesine uzanan dibine güneş ışığının bir yol gibi süzüldüğü, her dem yeşil sık ormanlarını bu ormanlarının içindeki geyiğine sularındaki kırmızı benekli alabalığına varıncaya kadar hepsini anlatsam her biri bir şiir olurdur benim yanımda.

 

A.Yüksel Şanlı er

06 Aralık 2011-12-06

Antalya

           

           

           

           

                         

             

           

( Orada Bir Köy Var Uzakta başlıklı yazı Ahmet Yüksel tarafından 6.12.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.