Yazmayalı çok oldu sevgili dostum! Daha doğrusu
buna “yazmayalı” değil de yazamayalı demeli; çünkü elim ne kaleme ne de
daktiloya varıyor. Aklımdaki düşünceleri sanki bir rüzgâr uçuruveriyor. Ne oldu
bana, neden bu kadar uzun süredir tek bir kelime bile yazamadım? Kişinin geçen
zaman süresi içinde yeteneklerini olumlu yönde geliştirip, mükemmelliğe doğru
gitmesi gerekmez miydi? Gerekirse niçin tersi oldu? Kafamın içinde binlerce
düşünce oluşmuş beklerken, zihnimin birtakım obsesyonlarla boğuşmasını
anlayamıyorum. Pineklemek doğrusu bana hiç yakışmıyor.
Altından kalkılamayacakmış gibi görünen
birçok sorun kendiliğinden çözüme kavuşurken, muhayyilem yenilerini yaratmaktan
bir türlü geri kalmıyor. Takılıp kaldığım, etkisinden kendimi kurtaramadığım,
âdeta esiri olduğum bazı düşünceler de yok değil. Bunları rasyonel yönden,
muhakeme yoluyla bertaraf edip zihnimi temizlemeliyim. Bilhassa sevgiye, aşka,
duygusal yakınlaşmalara uzun bir süre ara vermeliyim.
Böyle diyorum, ama nasıl başaracağım bunu?
Bilemiyorum. Belki de hepsi sözde kalacak. Çünkü daha bu gün heyecandan
kalbimin duracağını zannettim. Gerçekte bir insanın heyecandan ölebileceğini
düşünemezdim bile. Bu konudaki söylemlerin sadece romanlarda bulunduğunu
sanırdım. Ama bugün buna inandım.
……….
Pencereden dışarı bakarken hayal meyal
gördüğüm mavi renkli bir silüet sanki O’nun beni görmeye geldiği izlenimini
yarattı bende. Kalbim tüm gücüyle çırpınmaya başladı bu boş hayal karşısında.
”Ya gerçek olsaydı sanki, ne olurdu!” diye hayıflandım.
Bütün hayallerimi, rüyalarımı O’nunla
doldurmuştum. O, benliğimin içine ikinci bir “ben” olarak yerleşmiş. Yaklaşık
on beş gündür, hep onu görebilme umudunu içimde yaşatıyorum. Geleceği umudumun
boşa çıkması ise, her saatimi, her dakikamı ölümden beter ediyor. İnanılacak
gibi değil ama günün çok önemli bir kısmını pencere kenarında oturarak, O’nu
bekleyerek geçiriyorum. Bu bir tutku, bir sapkınlık, bir çılgınlık değildir de
nedir?
O’nu seviyor muyum, sorusuna cevap arama
gereğini bile hissetmiyorum, ancak gene de söyleyeyim: Onu istediğimi kesin
olarak biliyorum. İstemek, arzulamak sevmekse; evet O’nu seviyorum. Yok, eğer
sevmenin başka bir anlamı ve ölçüsü var ise o zaman O’nu sevip sevmediğimi
bilmiyorum. Gözlerim O’nu istiyor, ellerim O’nu arıyor, tenim O’nu arzuluyor,
kalbim O’nu diliyor.
Dikkat ettim ve anladım ki ben ne zaman
O’na yakınlaşsam, O benden uzaklaşıyor, ben ondan uzaklaşmak istediğimde ise O
yaklaşıyor. Böyle karmaşık bir yolu niçin seçtiğini bir türlü anlamıyorum.
Sonra, O’nun beni veya bir başkasını sevdiğini de hiç sanmıyorum. Hareketleri
mantık ölçüleriyle açıklanamıyor, çünkü neyi ne zaman, nasıl yapacağı
bilinemiyor. Galiba ne istediğinin bilincinde değil.
Gülüyor, suratını asıyor, gözleri manasız
manasız bakıyor, hiç kımıldamadan dakikalarca duruyor, bir ara canlanıyor, neşeleniyor,
hareketleniyor. Bazen söylenenlerden, yapılanlardan kırılmış gibi davranıyor ve
nadiren iki damlayı geçmemek şartıyla gözlerinden yaş akıtıyor.
Ben onun bazen, acımasız ve vicdansız,
intikam peşinde koşan bir yaratık olduğunu da düşünüyorum. Acı çektirmek,
ağlatmak, sızlatmak, hiç birisini yapamazsa saatlerce, günlerce bekletmek ve
bundan haz duymak ister gibi. Çengelini attığı erkeklere yaşamı zehir etmeyi
çok kolay başarıyor. İşin ilginç yanı seçtiği kurbanları genellikle duygusal
yanları ağır basan sevmeye ve sevilmeye susamış kişiler oluyor. Kalplerinin tüm
gücüyle O’nu seven bu insanların acıları ve ıstırapları karşısında “Ben ne
yapabilirim ki!” diyerek kendini kolaylıkla vicdanî yükten kurtarabilecek kadar
da bencil...
Bu geçen günleri kaybolmuş saydığım için
aynı hataya bir kere daha düşmemek niyetindeyim. O’nunla olan ilişkimi dostça
kesmezsem ileride onarılması mümkün olmayan durumların ortaya çıkması
kaçınılmazdır. O’nu unutmak, oyunlarına son verdirmek yapılacak en akıllıca iş
olacaktır.
Evet, bunları aklım, mantığım böyle
emrediyor, ama doğrusu nasıl başaracağımı bilemiyorum.
Bana bunun yolunu gösterebilir misin
sevgili dostum?
Hoşça kal...