Şevket Süreyya'nın "Suyu arayan adam"ı gibi oldu başlık...
O içimizden biri; mesela, babanız, ağabeyiniz, kardeşiniz veya anneniz, ablanız da olabilir...
Çocukluğu babasının otoritesi altında geçti. Babasının bayramlarda aldığı kıyafetler ile eline sıkıştırdığı bayram harçlığı hatta okul başarıları bile beklediği mutluluğu ve huzuru vermedi.
Daha sonra evlendi. "Artık bir yuvam var ve aradığım huzur işte burada" demeyi çok arzu etti ama nafile...Eşinin dayatmacılığının yanında bütçe hesapları, çocuklar, gelecek kaygısı, sayısı çok fazla eş-dost ve akrabalar ile iç içe sosyal yaşantıyı kapsayan bir koşturmaca bir koşuşturmaca...Kendini dinleyecek zamanı olmadı hiç...Ve huzur yine beklentileri arasında ilk sırada yerini aldı...
Çocuklar büyüdüler, evlendiler..."Oh!!! Artık sükunet ve huzur benimdir" dedi. Demez olsaydı...Galiba büyük laf etti.
Artık eşi de yoktu ve yalnızdı şimdi...
Daha iyi ya...Kimsenin baskısı olmaksızın yaşayacaktı ve beklediği, geç de olsa kavuştuğu huzuru ile başbaşa olarak...
Ülkenin büyük kentlerinden birinde yaşamayı tercih etti. Bu tercih belki meraktan belki de aradığı huzurun orada olduğunu zannetmesindendi...
Aylar geçmesine rağmen, cami cemaatinden birkaç kişinin dışında kimseyle tanışamamıştı.
Birgün, yüzü hiç de yabancı olmayan bir kişiyle tanışmayı arzuladı ve sokakta karşılaştığında tebessümle:
-Merhaba dedi.
Dedi ama muhatabı çok ciddiydi:
-Benden bir beklentin mi var?
-Hayır, ne beklentim olsun ki...
-Ama bana selam verdin!...
-Fesüpanallah...
Nasıl bir algılamaydı bu...Selam Allah'ın diye bilmişti yıllarca...
"Benim bir ihtiyacım yok, ondan beklediğim bir tebessümdü" diye içlendi bir süre...Bu şehir benim şehrim değil diye değişmekte olan düşünceleri içinde bu büyük mega kentte yaşamaya direndi.
Ama yalnızlık canına tak etmişti. Özlem duyduğu insanlar gözünde canlandı, "hasret kaldım onlara" dedi kendi kendine.Sadece onlara mı? En büyük hasreti samimi, beklentisiz ve sımsıcak "gülen bir yüz" idi...
Direnci kırılınca topladı eşyalarını ve köyünün yolunu tuttu.
Burada, seneler evvel tamiratını yaptırdığı ana/baba hatırası eski evi duruyordu yerli yerinde...Pencerelerini açtı havalandırdı odaları...
Dışarda kuş sesleri ve sokakta oynayan çocukların neşeli çığlıkları...Bir gülümseme kapladı yüzünü...Sahi, en son ne zaman gülümsemişti? Bunu hiç hatırlayamadı...
-Çocuklar, gelin buraya...
Bu çağrıya kayıtsız kalmadı çocuklar...Yedi-sekiz kadardılar...Gelirken aldığı gofretleri topitopları dağıttı onlara...İsimlerini, okullarını ve sınıflarını sordu. Bazılarının akraba çocukları olduklarını öğrendi...
İçini bir mutluluk, bir huzur kaplamıştı...
Ertesi günü aldı eline bahçe malzemelerini, çapa ile küreği. Evinin önündeki bakımsız küçük bahçeyi bir güzel çapaladı. Ağaçları da kurumamışlardı bu ona sevinç verdi.
Sonra sebze ve çiçek fideleri ekti bahçesine. Her sabah gün doğarken ilk işi bahçesine bakmak oluyordu. Onların canlanıp boylanarak çiçeklenmelerini keyifle izliyordu.
Sonra? O da ne?
Minik minik domatesler, biberler, fasulye ve patlıcanlar :-)) Açan mevsimlik süs çiçekleri :-)) Aradığı huzur bu muydu?
Ezan sesini duyar duymaz camiye gidiyordu...Eski tanıdıklarından hayatta kalanlarla yeniden tanışıyordu, selamlaşıyordu...
Huşu içinde namazını eda eyledi camide ve gönülden bir yakarışla dualarını yaptı...Yine evinin yolunu tuttu...
Mutluydu, huzurluydu...
Okumayı seviyordu, aldı eline bir kitap...Kaçıncı okuyuşuydu bu kitabı...Sonraki sayfayı, daha sonra nelerin anlatıldığını bilse bile, bırakmadı elinden okuyacakmışçasına bir taraftan da düşünmeden edemiyordu:
-"Şu insanlar neden yaşarlar mega kentlerde hem de birbirlerine yabancı olarak...Herhangi bir işi ve zorunlu bağlantısı yoksa kuru kalabalık yapmasalar...Trafiğinden İllallah, kuyruklar sabır gerektiriyor. Beş dakikalık bürokratik işlemler yarım gününü alıyor...Zaman katili büyük şehirler, hem de hayat çok pahalı bu kentlerde yaşam da oldukça zor...
Esasen kentten köyüne dönüşündeki en büyük etken okuduğu bir gazete haberiydi. Haberde yalnız yaşayan yaşlı bir adamın, tahminen yedi-sekiz ay evvel, evinde berjerde otururken vefat ettiğinden bahsediliyordu. Görüntüsü de vardı ve bu görüntü akıllara durgunluk vermeye yetecekti...
İki yana sarkan kolların iskeleti deforme olmamış lâkin düşeyine dökülen deri ve et parçaları kümeleri kurumuş halde görüntülenmişti. Kafatası da bedenden kopmamış, korkunç görünümde ve yerinde duruyordu adeta koltukta oturan bir iskelet...
Üç evladı yurt dışında muhtelif ülkelerdeymiş. Bu haberi geçmişte sizler de okumuş ve ilk sayfada verilen bu görüntüyü hatırlamış olabilirsiniz.
Zayıf aile bağları ve ilgisizlik sonucu yine de böyle bir acı durum muhtemeldir ki çocuklarının akıllarına gelmemiştir.
İşte bu korkunç olay ve görüntü, onu köyüne dönüşe yönlendirmişti.
Artık bahçesinde yetiştirdiği hormonsuz sebzeleri ve ağaçlarındaki zehir kalıntıları olmayan meyveleri yiyecekti ve dostları ile akrabaları arasında keyifli vakit geçirecek, sorunsuz yaşayacaktı.
Yavru bir kedisi ve küçük bir kanişi de vardı. Tavana astığı kafesteki geveze kuşu da itina ile koruyordu
Şimdi mutluydu,
Aradığı huzuru bulmuştu, bundan emindi...
Sevgi dolu selamlarımla...
Yurdagül Alkan.
Not: Yukarıdaki deneme, bir yaşantıdan alınan pasajlarla tarafımdan kurgulanmıştır...