En
çok nerede eksildim ben? En çok nerede eksilmişliğim çoğaldı? En çok senle
yapamıyorum, sana kaptırırken iplerimi… Senleyken mutluyum biliyorum, huzurluyum
da. Sesini ne zaman duysam nizamını bozuyor ellerim, zapt edemiyorum. Ne tuhaf
bir duygu bu… Ne iflah olmaz bir şey içimdeki canavar. Seni içime çekmedikçe, sen
içimde asitleşmedikçe ve o asit içimi kazımadıkça… Ne iflah olmaz veresiye…
Görüyor musun caddeler kuru bir kalabalık ve aceleci insan yığınları? Nereye
koşuyor bu insanlar? Suriye’ye mi? Savaş mı Barış mı? Yoksa en güzeli, güzel
bir yatakta güzel güzel sevişmeler mi? Ve sonra güzel bir çocuğa gebe kalmak?
Yani dokuz ay on beş gün limitli sığınak… Yani sığınaklara bombalar
düşmez değil mi? Yani düşse de düş kurabilir bebekler ölümün dehşetinden… Yani
en çok nerede eksildim ben.
Yani
“Homo homini lupus…”
Aslın da her şeyin en başında, birileri bir yerlerde her zamanki
pervasızlığıyla soluk alıp verirken ve aslında hiç de kötü niyetleri yokken
diğerlerinin hayatı üzerine, bazıları bu solukların en anarşik ve düzensiz
olanlarını itina ile seçip yapıştırıverdiler kendi ciğerlerine. O zaman, o
kalabalık rastlantısal bir karamsarlığın izlerini taşıdı rahminde. Yani lastik
atık formantasyonu.
Yani
"Fraus latet in generalibus…”
Dört köşesi birbirine denk olan bir küpün içinde yaşadım seni görünceye dek.
İçinde binlerce ben, sıkışmışız hepimiz… Ben bana çarpıyorum yürüyünce, öbür
ben bana öbür ben de bana. Hangi ben, benim çarpan, çarpılan sana? Hangi ben,
ben değilim ki senin için ölmeyen? Bilmiyorum çetrefil bu durum için çekirdek gibi
kalıyor ve oda her özel isim gibi büyük harflerle başlıyor yazılmaya ve
okunmaya… Küpün içinde sadece gözlerini görüyorum. Biraz siyah, biraz kurtuluş!
Benlerden
biri “umut var” diyor elindeki bardağın su dolu yarısını göstererek. Bütün
benler. o beni saf dışı ediyoruz hemen. Bardaktaki suyu da küp odanın içindeki
begonyalara döküyoruz. Begonyanın yaprakları uzamaya başlıyor, boşluğa
uzanıyor, rüyaya uzanıyor, özgürlüğe uzanıyor… Yapraklarına tutunup çıkıyoruz
küpten...
Sonra Azrail çıkıyor ansızın karşımıza… Benler şaşkınız tabii. Korkmuşuz tabii.
Doğal olarak ölmüşüz tabii... Hepimize birer bilet veriyor Azrail,
biletlerin üzerinde bugünün tarihi ve yarının saati yazılı. Şaşırıyoruz tabii.
O şaşkınlığımızı kanatlarıyla susturuyor… Biz ellerimizle tabii. Mütemadiyen
ben, benliklerimiz ve hepimiz Azrail’in kanatlarına oturuyoruz. Hani horoz
şekeri yalarken duyduğumuz bir mutlulukla doluyor içimiz. Hani gözleri şahsına
münhasır güzel çocuk oluyoruz ve şen oluyor içimiz. Ve Azrail en asil haliyle
uçmaya başlıyor. Yerden yükseliyoruz. Yükseliyoruz. Yükseliyooruuzz…
Aslında hiç yaşamıyoruz. Suriye bombalanmıyor, çocuklar ölmüyor, sen olmuyorsun… Çarpım tablosunu boşuna ezberledin,hayat savaşının hiçbir çarpışmasında işe yaramıyor, hesap makineleri ne güne duruyor. Sıfırla hangi sayıyı çarparsam çarpayım yine sonuç sıfır! Ve sen bir-din… Kime çarpsan onu kendine getirirdin, ben de kendime geldim yine sıfırım işte.
Yani "facto non verba "
Yazarın