7 Mayıs 1878 ( 5 Cemaziyelevvel 1295) Göçün Otuz Beşinci Günü;
Artık iyileştim, eski gücüme kavuştuğumu sanıyorum. Bulduğum her şeyi yiyorum. Hastalığım sırasında çorba istemişim, daha doğrusu “Çorba, çorba...” diye sayıklamışım. Üzerinde dumanı tüten bir tas çorba olsaydı, acaba içebilir miydim? Şimdi canım çorba içmeyi öyle istiyor ki... Günlerdir sıcak bir yemek geçmedi boğazımızdan. Normal zamanlarda kıymetini bilmediğimiz çorba, şu anda öylesine değerli bir nimet oldu ki! Demek ki kişi, elinde olanların kıymetini bilmesi için onları kaybetmeyi beklememeliymiş.
Öğlene doğru kafile durduruldu. Bizden birkaç kilometre ötede, yol kenarında Bulgar komitacılar görülmüş. Dört kişiymişler. Yanlarından geçmeye kalkarsak bize saldırabilirlerdi. Üstelik yakınlarında haber edebilecekleri diğer komitacılar da olabilirdi. Bu yol kenarındaki komitacıların, orada içki içtikleri tahmin ediliyordu. Çünkü yaktıkları ateşte pişirdikleri etin kokusunu bizim öncüler duymuş, ellerindeki bardakları görmüşlerdi.
Bize, tehlike bertaraf edilinceye kadar ses çıkarmadan beklememiz söylendi. Öncü ve korucular, kendileriyle birlikte silah kullanabilecek beş kişinin daha gelmesini istediler. Bu beş kişi, komitacılarla girilen çatışma sırasında kaçanların önünü kesmek için pusuda yatıp bekleyecekti. İşi şansa bırakmadan planlı bir saldırı ile iş halledilmek isteniyordu.
Bekliyoruz. Ne kadar sürdü beklememiz? Bir saat belki de iki saat! Bana çok uzun bir süre gibi geldi. Silah sesleri duyunca, çatışmanın başladığını düşündüm, ama olmayabilirdi de. Çünkü yolculuğumuz sırasında her gün defalarca silah sesi duyuyorduk. Silah sesleri arttı. Onbeş dakika sonra da kesildi. Bundan yarım saat sonra da bizim adamlar yedeklerinde dört tane at ile göründüler. Hepimiz derin bir nefes aldık. Hatta birkaç kişi gidip boyunlarına sarıldı.
Komitacıları haklamak kolay olmuş. Tahminleri doğru çıkmış, komitacıların hepsi sarhoşmuş. Buna rağmen bizimkilerin ateşine karşılık vermeye çalışmışlar, ama hayatlarını kurtaramamışlar. Çatışma bitip, bütün komitacılar öldürüldükten sonra, bunların silahları ve üzerlerindeki işe yarayacak eşyalarıyla paralarını almışlar. Sonra da cesetleri az ilerideki çalılarla kaplı bir çatağın içine atmışlar. Öyle ki cesetleri bir başkasının bulması çok zormuş. Ele geçirilen dört silah kafiledeki silahı olmayan kişilere dağıtılacaktı. Az da olsa komitacılardan yiyecek bir şeyler de elde edilmişti. Komitacılardan ele geçirilen atlar da arabaların arkasına bağlandı.
Benim ölümden döndüğüm bu hastalık sırasında geçen günlerde, toplam altı kişi ölmüş. Sayının artmasında şüphesiz havanın rolü var.
Bugünkü hava bir alemdi. Bir açıyor, bir kapatıyor. Sonra tekrar açıyor ve kapatıyor... Kapalı olduğu sıralarda birkaç damla da yağmur atıyor: sağanak geliyor sanıyorsun ama güneş görünüyor birden bire... Anlaşıldı. Hava ne yapacağına karar verememiş.
● ● ●
10 Mayıs 1878 ( 8 Cemaziyelevvel 1295) Göçün Otuz Sekizinci Günü;
Gelen bir haberden Rus askerlerinin peşimizde olduğunu, Bulgarların da onlara yol gösterdiğini, yolda yakaladıkları Türkleri katlettiklerini öğrendik. O yüzden daha hızlı kaçmamız gerekiyordu. Bu “kaçma” sözcüğünden utanıyorum. Nedense kaçmak gücüme gidiyor, kendime yakıştıramıyorum. Biz gerçekten kaçıyor muyduk? Evet kaçıyoruz, ama koşarak değil! Bir kaplumbağa hızıyla... Kağnıların izin verdiği kadar bir hızla...
Toprağa kök salmamış bir ağacı sökmek çok kolaydır, köklenmiş ağacı sökmek ise oldukça zordur. Milletler de böyledir. Eğer bir millet vatan bellediği topraklara kök saldıysa, onu oradan kolay kolay hiçbir güç söküp atamaz. Çünkü o milletin toprağını kazarsanız ya atalarının kemiklerini ya da tarihi eserlerinin kalıntılarını bulursunuz. İşte bir milletin kök salması budur. Biz acaba bu topraklarda, Balkanlar'da kök salamadık mı da bu felaketler başımıza geldi? Galiba öyle!
Yavaş gittiğimizi düşünen, başkaları da varmış. Nitekim Günaylar ve Öztürkler aileleri bu hızla gidilirse asla Türkiya'ya ulaşamayacağımızı, o nedenle kafileden ayrılıp yollarına istedikleri gibi devam edeceklerini söylediler. Tek başlarına seyahatin çok tehlikeli olacağı, birliğin düşmana karşı daima caydırıcı bir güce sahip olduğu, o nedenle kararlarını verirken bunları iyice hesaplamaları gerektiği kendilerine anlatıldıysa da kararlarından caymadılar. Kafileden ayrıldılar. Buna rağmen onlara, daha sonraki günlerde, isterlerse tekrar kafileye katılabilecekleri de söylendi. Artık orası kendilerinin bileceği bir işti.
Sürekli bir tehlike beklentisi içerisindeyiz. Nerede, ne zaman ve nasıl olacağını bilmeden bir tehlikeyi beklemek öylesine zor ki... Her an her şey olabilir, hep hazırlıklı olmalıyım, diye düşünüyor insan. Bu bekleyiş insanın sinirlerini bozuyor, aklını karıştırıyor, uykularını kaçırıyor... Bekleyiş, tehlikenin kendisinden daha kötü! Mide ağrısı, kalp çarpıntısı, surat asıklığı, dikkat dağınıklığı, olur olmaz her şeye kızma... gibi rahatsızlıklar çoğumuzda görülmeye başladı.
Bu ayda bile hava soğuk. Bilhassa geceleri... Daha önce bazı kadınlar; içi bez, çaput dolu en az bir santim kalınlığında, yeleğe benzeyen ama ondan biraz daha uzun içliantarilerini yeniden giyeceklerinden bahsediyorlardı. Bunların arasında benim hanım da vardı. İçliantari, kış soğuğunun vazgeçilmezidir kadınlar için. Erkekler pek giymezler böyle şey, ama bazen küçük çocuklara benzeri giysiler yapılmış olabilir. Ağırdır, ama zırh gibidir. Soğuğu kolay kolay geçirmez.
Kötü bir geceyi geride bıraktık. Başkalarını bilmem, ama en azından benim için öyleydi. Mola yerinde kulağıma gelen uzun uzadıya kurt ulumaları canımı sıktı, uykumu kaçırdı. Ulumalar önce uzaktan geliyordu, sonra giderek yakınlaştı. Durumu farkeden korucular, birkaç yere ateş yakarak kurtların daha fazla yaklaşmalarını engellemeye çalıştılar. Neyse ki herhangi bir kurt saldırısına maruz kalmadık. Bunda belki de o yakılan ateşlerin etkisi vardı!
(Devam edecek...)