Bugün de bir ara daha verdik. Yarın yazmaya devam edeceğiz. Osman dedem:
-Az kaldı, dediyse de, daha kaç gün süreceğini söylemedi. Belki o da bilmiyordur!
● ● ●
29 Haziran 1878 (28 Cemaziyelahir 1295) Göçün Seksen Sekizinci Günü;
Büyük Balkan Dağları'nın eteğine geldik. Gül vadisindeyiz. Halkının çoğu Türk olan Eski Zağra ilindeki Kızanlık'ta bir gün mola verip ihtiyaçlarımızı karşıladık.
Üç küçük çocuk öldü. Uzun süredir bu yavrular, ateşler içinde yanıyorlardı. Hastalıklarının ne olduğu bilinmiyor. Bir çare bulup, bu çocuklarımızı iyileştiremedik.
Öğlen oldu, biz bir dağın etrafını dolanıyoruz. Burası kayalık bir yer. Etrafta irili ufaklı taşlar var. Ağaç tek tük... Oysa ileriki tepenin ağaçla dolu olduğu görülüyor. Aniden durmamız için işaretler verilmeye başlandı. Durduk.
Öncüler, birkaç kilometre ötede büyük bir Rus askeri birliği tespit etmişler. Yüzden fazla asker ve malzeme taşıyan üç araba varmış. Arabaların yönünden, gidiş istikametlerinin bizimle aynı olduğu kanaatine varmışlar. Yani onlarla karşılaşma ihtimalimiz yok gibi. Ama buna rağmen gene de hazırlıklı olmalıymışız. Bir saldırı ihtimali çok az da olsa var olunca, herkes hemen silahlarına sarıldı. Onlarca orak çıkarıldı; bunların çelikleri güneş ışığının altında parıl parıl yanıyordu.
Bu askeri birliğin ne kadar orada konaklayacağı belli değil, o yüzden hayvanları koşulu bekletiyoruz. Zaten hayvanları boyunduruktan çıkarıp salsak da, etrafta yiyebilecekleri ota benzeyen bir şey yok.
Rus askeri birliğinin, gittiği haberini alır almaz yola çıkacağız.
Güneş, kavurucu sıcaklığını üzerimize boşaltıyor. Güneşten kaçmak için arabaların çadır bezlerinin altına sığınıyoruz. Birkaç kişi, etrafa gözkulak olmak için sıcağa rağmen dışarıdalar. Onlar ayrıca, hayvanlar bir aksi davranışta bulunurlarsa, bunu da engellemek için bekliyorlar.
Saatlerdir buraya çakıldık kaldık. Güneş ortalığı yakmaya devam ediyor. Hayvanlar kuyruklarını daha sık sallamaya başladılar. Yol hayvan dışkısı doldu. Dışkılar, yakıcı güneş altında etrafa ağır bir koku yayılmasına neden oluyor. Öyle ki nefes alırken soluk borusu acıyor insanın.
Kısık sesle konuşuyoruz. Sanki bizden kilometrelerce uzakta bulunan düşman askerleri duyar diye. Herkes, gelebilecek bir tehlikeye karşı pür dikkat kesilmiş. Çocukların sesleri duyuluyor. Gene kakaları gelmiş ve karınları acıkmış. Sıcaktan fenalaşanlar var. Yüzleri su ile yıkanarak iyileştirilmeye çalışılıyor.
Ancak, hava kararırken Rusların gittiği haberi geldi. Yarım günümüz kaybolmuştu. Gece; ay ve yıldızlar gökyüzünde olursa devam edecektik, yoksa sabaha kadar mola vermemiz gerekecekti.
Rus askerlerinin konakladığı yere geldiğimizde, hava iyice kararmasına rağmen bunların arkalarında bıraktıkları çöpler görülebiliyordu. Burada durduk, çünkü çöpleri karıştırıp yiyecek bir şeyler arayacaktık. İyi ki öyle yapmışız; yarım bırakılmış çok sayıda konserve ve ekmek parçaları bulduk. Ayrıca cam kavanozlar içinde de turşu gibi şeyler vardı. Bunları paylaşıp bir güzel karnımızı doyurduk. O kadar çoktu ki bütün kafileye bu artıklar yetmişti.
Gündüzki sıcağın yerini az sonra gecenin koyu, kalın bulutları aldı. Zaten gökyüzünde ay da görünmüyordu. Bir-iki kilometre ilerleyip molaya karar verildi.
Gecenin karanlığında güzel bir kadın sesi duydum. Bu sesten bir ağıt yükseliyordu :
Ah Balkanlar ah Balkanlar
Derenden akar al kanlar
Gitti onca taze canlar
Ah Balkanlar Ah Balkanlar...
Babasız kaldı kızanlar
Ah Balkanlar ah Balkanlar
Oğluna ağlar analar
Ah Balkanlar ah Balkanlar
Ocağım yanmaz oldu
Çiçeklerim toplamadan soldu
Bulgar Rusun kardaşı oldu
Ah Balkanlar ah Balkanlar.
(Devam edecek...)